Tenhalardan incecik bir ahh!
Göğsün! Ne sınırsızdır senin göğsün. Ne beyaz, ne huzurlu! Başım göğsünde, konuşuyorum her gece seninle. Anlatıyorum anlatıyorum. Uyuyakalıyorum öyle. Rüyalarımda konuşuyorsun benimle. Sessiz. Getirdiğin kitaplarda altını çizdiğin kelimelerden anlıyorum hüznünü, bekleyişini, kederini.
“Yalnızlık arayışı kadar yalandım bu yüzden yıkılmış kadınları sevdim ben”
C. Hakkı Zariç
Bekliyorum. Sessiz. İki kolum yanımda. Parmak uçlarımla pantolonumun yan dikişlerinden fırlamış iplik parçalarını yuvarlıyorum. Adım adım bekliyorum. Hayvanat bahçesindeki huzursuz kurdun deli deli aynı yerde gidip gelmesi gibi! Beş adım sağa, beş adım sola. Hani, “Beklersen zaman geçmez!” diyorlar ya, yalan. Geçiyor. Yerdeki karoları sayıyorum, tavandaki örümcek ağlarını. Masanın üstündeki su lekelerini sayıyorum ve… Seni getiren adam-çocuğun ayak seslerini. Senin ayakların ses yapmıyor. Hep sessizsin, tüy gibi. Yürümüyorsun da uçuşuyorsun sanki. Hayallerimde bile, tüy. Her gece üst kattaki ranzama tırmanırken beni yatakta bekliyorsun. Elimi uzatıyorum sana. Usulca yumuşacık kavrıyorsun elimi. Yumuşaklığından beklenmeyecek bir güçle çekiyorsun.
Göğsün! Ne sınırsızdır senin göğsün. Ne beyaz, ne huzurlu! Başım göğsünde, konuşuyorum her gece seninle. Anlatıyorum anlatıyorum. Uyuyakalıyorum öyle. Rüyalarımda konuşuyorsun benimle. Sessiz. Getirdiğin kitaplarda altını çizdiğin kelimelerden anlıyorum hüznünü, bekleyişini, kederini. “Özgürlük mutlaka paylaşılacak, suç ortağı bir sevgili ile 1” yazıyor altını çizdiğin bir yerde. “Sen yoksan yalnızlık bile iki kişilik!” yazıyor bir başkasında. Ayak sesleri yaklaşıyor. Penceresiz odaya güneş doğuyor. Işıl ışılsın. Etrafında kanatlarını yüzünde taşıyan peri kızları2 uçuşuyor. Sarılıyorum, içim iğde bahçesi. Hafifçe öpüyorum kulağının dibinden. Omuzlarından tutup uzaklaştırıp yüzüne bakıyorum.
Yüzüne bakmazsam, akşam yatağıma çıkarken elinden tutamam ki! Yumuşacıksın, sessiz yine ve uysal. Kirpiğinin ucunda bir damla, her gelişinde olduğu gibi. Dudakların titrek. Ne kadar sıkarsan sık kendini, yumuşacıksın. “Nasılsın?” diyorum. Hep ben soruyorum bunu. Sen bilmek istemiyorsun. Sormana gerek yok belki de. Gözlerimin altında her gelişinde artan morluklar, omuzlarımın her seferinde biraz daha düşmesi, anlatıyor olmalı. “Çok aradılar yine. Didik didik ettiler. İstediğin kitapları getirdim, bir iki tane de ben aldım. Sadece göz okumuyorlar, insanın canına da okuyorlar.” Ellerin ellerimde, gözlerin yerde. “Nasılsın?” Avucumun içinde ince parmakların birbiriyle oynuyor.
Sol elinin başparmağıyla yüzük parmağındaki ince halkayı çevirmeye çalışıyorsun. “Nasılsın?” “Annen gelecek bir dahaki sefere. Onunla yollarım istediklerini. Söz verdi, tansiyon ilaçlarını içip öyle gelecek. O zaman bayılmıyor biliyorsun. Ağlayıp sızlanıp seni üzmeyecek.” “Nasılsın?” Masaya, birbirine kenetli ellerimize, yerdeki karolara sırayla bakıyor gözlerin. Benden başka her yere, boş odanın her santimine bakıyor. Minik çeneni tutuyorum usulca. Gözlerin gözlerimde. Nasıl da özlemişim! Bakıyorsun. Derin, kederli, en içime. Ah sen, işte hep böyle bakıyorsun! “Nasılsın?” Dudakların çizgi oldu sıkmaktan, gözlerin yine ellerimde. “Nasıl olayım, ne söyleyeyim, tenha işte!” Omzunu çekiyorsun söylerken. Başını da hafif yana eğiyorsun.
Kirpiğinin ucunda bekleyen gözyaşı iniveriyor usulca güzel yanaklarına. Üç yıldır ilk kez omuzlarını titrete titrete ağlıyorsun karşımda. Yerdeki karolar, masadaki çizikler, tavandaki örümcek ağları bile nefret ediyor o an benden. Bencilliğimden nefret ediyorum. Koğuşa döndüğümde Ali’ye “Benim ki de çok ağladı!” diyebilecek olmanın yaşattığı kibirli sevinci duyuyorum, şimdiden. “Dur tamam ağlama ne olur? Ağla diye sormadım, nereden de geldi aklına. Tenha ne ki? Ah aptal kafam!” Bilmez miyim hâlbuki… Öyle çok ağlıyorsun ki!
Koğuşa dönünce Ali’ye bir hafta anlatacak kadar, içimdeki bencil hayvanı yıllarca tok tutacak kadar. O günden tek farkın bluzun yırtık değli, saçın başın toplu. “Süre doldu!” diye bağırıyor çocuk-adam. Hiç sarılmadığı kadar sıkı sarılıyor kolların. Kendini sıkmaktan vazgeçmişsin. “Özür dilerim” diyorsun, iğde kokulu boynundan kaçamak öperken. Orhan yerde yatarken silahı senin elinden alıp, karakola gitmeden önce alnından öptüğüm “an” geliyor aklıma. Islak yanaklarını avuçlayıp, o günkü gibi öpüyorum alnından. Tenhalarından incecik bir “Ahh!” geliyor önce. Güzel yüzün kirpiğinin ucundaki gözyaşı damlası gibi kayıveriyor avuçlarımın arasından, hafifçe sallanıp yere düşüyorsun. Hiç bilmediğim, o ana dek varlığından bile haberdar olmadığım bir yerlerim mutlu oluyor.
- 1 Atilla İlhan
- 2 kanatlarını yüzünde taşıyan peri kızları (Tolkien - Masallar)