Suskunluk Setinin Ardında Birikenler
Geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabı Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda ile okuru selamlayan Ezgi Polat da bu sorunsala, söylenmemiş sözlere, bu söylenememezliğin tetiklediği tahammülsüzlüğe geniş yer veriyor öykülerinde.
Kişilerin arasına giren söylenmemiş yahut söylenememiş sözcükler bu kişileri birbirlerine bağlayan bağı, o görünmez ipi yavaş yavaş fakat büyük bir kararlılıkla inceltir. Söylenmesi gereken, söylendiği anda belki bir kar topu etkisi yaratacak tüm o sözler, biriktikçe bir çığ haline gelir. O küçük enfeksiyon odağı vücuda yayılır. Geri dönüş yolu kapanmıştır artık.
Geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabı Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda ile okuru selamlayan Ezgi Polat da bu sorunsala, söylenmemiş sözlere, bu söylenememezliğin tetiklediği tahammülsüzlüğe geniş yer veriyor öykülerinde. Kitabın adı ise bu hastalıklı durumun nasıl devam ettirildiğinin somut bir kanıtı niteliğinde diye düşünüyorum. Öyle ki susmak bir baraj seti gibi yıkıcılığı muğlak bir akarsuyu dizginliyor, bir süre kontrol altında tutuyor. Gelgelelim bu set sonsuz bir dayanıklılığa sahip olmadığı için en ufak bir çatlak onulmaz olmakla kalmıyor, suskunluk setini büsbütün parçalıyor. Bu andan itibaren korkunç bir tazyikle fışkıran sözcük yığınının yıkıcılığı kesin ve keskin oluyor elbette. Lekeli Akıntılar isimli öyküsünde, bir üst dairedeki su sızıntısı sebebiyle tavanda oluşan ve gittikçe büyüyen lekeleri bir metafor olarak kullanan Polat’ın, “Acaba zamanında üzerini örtsek geçer miydi? Yoksa oraya her baktığımda o leke hep aklıma gelir miydi?” diye düşünen bir karakter üzerinden bu hastalığı sorgulamakta olduğu ve sahici bir şifa aradığı da gözden kaçmıyor.
Kitapta on üç öykü bulunuyor ve bu öyküler, genel itibariyle benzer temalardan kaynaklanıyorlar. Yalnızlık, sıkıntı, ihanet, çaresizlik gibi temalara sahip olan bu öyküler, zaman zaman okuru bir tekdüzeliğe itiyor olsa da araya gizlenmiş kimi öyküler, farkında olmadan oyuna dahil olan ön yargı kalecimizi şaşırtıp terse yatırmayı başarıyor. Her ne kadar tematik benzerlikleri olsa da dil ve üsluptaki yetkinlik, özgün tasvir ve imge kullanımı ile öykülerdeki akıcılık sekteye uğramıyor, ritim aksamıyor ve kitabın son sayfası göz açıp kapayıncaya kadar karşımızda bitiyor.
İyi bir öykünün başarısı ve etkileyiciliği, yazarının o öykünün hikâyesine olan inancına dayanır. Sözünü ettiğimiz hikâyeye inanç ve başarı meselesi her sanat formu için geçerlidir aslında. Tüm o heykellerde, tablolarda, bestelerde yahut edebi metinlerde bizi etkileyenin temelinde güçlü bir hikâye ve bu hikâyeye sanatçısı tarafından duyulan inanç yatmaktadır. Ezgi Polat da her ne kadar benzer temalara sahip öykülerle okurun karşısına çıkmış olsa da yazdığı öykülere ve öykülerinin hikâyelerine inandığını pekâlâ söyleyebilirim. Sözgelimi Martini Etkisi isimli öyküsündeki çaresizlik hissi, buna inanmayan bir yazar tarafından yazılmış olsaydı bu kadar etkileyici olmazdı diye düşünüyorum. Öyle ya, öyküde geçen “Mutsuzluk güldürülebilir, mutluluk ağlatılabilir ama çaresizlik çaresizliktir.” cümlesiyle kızgın bir közü, muhatabı olan bizlerin eline tutuşturmakla kalmayan Polat, bu cümleye devam ediyor ve “Hiçbir şeye dönüşemez.” diyerek köz bulunan avucumuzu usulca kapatıyor.
Tematik benzerliği olan öykülere baktığımızda ise iki kişi arasındaki deyim yerindeyse pörsümüş bir ilişkiye şahit olmaktayız. Bu pörsümüş ve çürümüşlüğe dahil olan üçüncü bir kişi de bu öykülerin olmazsa olmazı konumunda. İkilinin ilişkisindeki var olan çatlakların, üçüncü kişinin dahil olmasıyla birlikte derinleşmesi ve yazının başında bahsettiğimiz suskunluk setinin parçalanması bu öykülerin ana izleğini oluşturuyor.
Modernist öykünün baharatı olduğunu düşündüğüm humour’un eksikliği ise yazar tarafından başarılı bir şekilde kotarılmış. Dildeki akıcılık ve daha da önemlisi özgün ve dozunda tasvir kullanımı bu eksikliği hissettirmiyor. Her ne kadar öykülerde humour eksikliğinden dert yanıyor olsam da Geleceksen Gel Sen De isimli öykünün -yalnızca bu öykünün- sırtını humour’a yasladığı da yadsınamaz elbette.
Kitabın sonuna iliştirilen ve okumamla birlikte yüzüme acı bir tebessüm yerleştiren Sevgi Soysal’ın kısa ve keskin cümlesi, bu yazının da sonu olsun o hâlde: “Bırak bunları. Döndüğün ölümdür.”