Sürüye Şifa Ölüye Mezar
Mezarlığın içine bir daha göz gezdirdi. Kimse yoktu. Belli ki bir hayvandı. İnip duvardan evin yolunu tuttu. Ay ışığının parlattığı yoldaki toprak, rüzgârla birlikte havalandı. Önünde dolandı. Mezarlık taraftan ayak sesleri duydu o sırada. Kendisine doğru geliyordu. Ses bir de değildi üstelik. Birkaç ayak birden.
Zaur. Kafkaslardan esen ulu rüzgâr. Zaur’a bu adı kaynanası vermişti. Kaynanası aslında Zaur’un annesi de olur. Biraz karışık. Ama düğümü çözmeye yine Zaur’dan başlamalı. Onun doğduğu günden. Kıştı. Annesinin rahmine bir bahar günü düşmüştü Zaur. Bir kış günü de zor bela çıktı. Annesi feryat figan. Zaur doğdu. Kadında bir kanama. Durmuyor. Babası, minibüsçü Sarey’i uyandırdı gecenin çatısında. Minibüs karın içinde. Bata çıka yola düştüler. Arabada zincir yok, lastik yok. Kar döne döne yağıyordu. Tipi de inince göz gözü görmez oldu. Minibüs yuvarlandı dereye. Zaur’un annesiyle babası oracıkta göçtüler. İnsan ya öksüz ya yetim kalmaya gelir dünyaya. Zaur doğduğu gün hem öksüz hem yetim kaldı. İmdadına yengesi yetişti. Sarıp sarmaladı onu, bırakmadı bir daha. Yenge: Kandis Kadın. Annesi oldu Zaur’un. Sevmesiyle, emeğiyle. Kandis, Zaur’a sahip çıkmazdan evvel bir batında iki doğurmuştu.
Elbruz Dağı’nın başında iki dolunay. İki güzel kız. Kandis, aldı kucağına yavrularını. Çok sürmedi biri uçtu elinden. Doğrusu yine merhameti başka bir merhametinin önüne geçti. Ablasının çocuğu olmuyordu Kandis’in. Kırkına dayanmıştı ablası. Bu yaştan sonra da hiç olmaz diye yalvar ettiler. Kıyamadı Kandis’le kocası. Kendilerine kıydılar da onlara kıyamadılar. İkizlerden birini verdiler evlat diye. Sonra enişte işçi oldu Moskova’da. Yavrucağı da alıp gittiler. Kandis, kucağında öteki yavrusu ile kalakaldı. Baktı günlerce arkalarından. Ağladı gün be gün. Ama kapanmak için açılırdı her yara. Bu da kapandı. Bir zaman sonra soğudu yüreğindeki cehennem ağzı. Küllendi. Duman bile eksildi başından. Yanında kalan evladına verdi sütünü, sevgisini, emeğini. Ay gibi oldu bebek. Çakır çakır bakardı dünyaya. Kızıl saçları anadan doğma kınalıydı. Şeker pembe yanakları. Sonra bir sabah.
Beşiğinde sonsuz bir uykudayken buldu kızını Kandis. Küçücük elleri, Kandis’in parmağını sıkmaz oldu o gün. Yüzünün rengi şeker pembeden pamuğa dönmüştü yavrunun. Kıştı. Beyaz bir kış. Yerinden altı ay kalkmaz kışlardan. Toprağa ulaşamazsın. Ulaşsan da kazma, kürek geçmez. Böyle olunca bebeğe karda bir sığınak açtılar. İçine koydular. Bahar gelince de cennete kapı bir mezar eşip bıraktılar yavruyu. Kendi gibi küçücük bir mezar. Seğ taşını mezar taşının boynuna bağladı Kandis. Nazardan koruyamadı, şimdi ahrette yoldaşı olsun dedi. Kandis bir baharı, sonra bir yazı eli bağrında geçirdi. Sonra Zaur’un doğduğu kış geldi. Kocasının yeğeniydi Zaur. Doğduğu gün hem öksüz hem yetim kalmıştı. Bu oğlancığı evlat bildi Kandis. Kendi evladı nasıl olurdu ise öyle baktı ona. Büyüttü.
Zaur büyüdü. Ama bin bir sorunla. Ağzı köpürür devamlı Zaur’un. Kolu kanadı kilitlenir. Kafasını yere vura vura döner. İlk kez çocukken olmuştu. Harmanda çomak oynarken. Çocuklardan birinin çektiği odun kafasına geldi. Eşek oğlu, hayvan gibi abanmıştı. Odun savruldu gitti. Zaur yerde. Ağzı köpük. Muhtar hemen anladı vaziyeti. Kandis’le kocasına dedi ki bu çocuk sara. Kandis, Şifacı Eley’e götürdü Zaur’u. Bir göz odada yaşayan kör bir kadın Eley. Annesinden el almış. Otlardan şifa yapar köylüye. Tılsımlar yazar. Daha küçük bir kızken çiçek basmış vücudunu Eley’in. Her yeri sulu sulu yara dökmüş. Annesi ne yaptıysa iyi edememiş. Etleri pul pul dökülmeye başlamış küçük kızın. Köylüler diğer çocuklara bulaşmasından korkmuş yaralarının. Gölün kıyısında bir ev vermişler onlara. Çiçekler geçene kadar Eley’le anası orada kalacakmış.
Ama geçmemiş hastalık. Eley’in gözleri gitmiş. Anası bile bırakıp gitmiş. Hastalık gitmemiş. Eley, kendi kendine bulmuş şifasını sonra. Otları koklamış. Hayvanları yoklamış. İyi etmiş yaralarını. Sonra çıkmamış o evden. Hâlâ o sazlıkların içinde Eley’in evi. Her yerinde kurumuş otlar, hayvan iskeletleri. Pis bir koku. Yanık et. Duman altı. Kandis eve girerken iyice tembihledi Zaur’u. “Eley Ana ne derse yapasın, olur mu Aslan Zaur?” Sonra içeri girer girmez Eley’in elini öpüp Zaur’u karşısına koydu. Derdini söyledi. Eley, gölde yıkanan çocuklardan birine seslendi. Çocuğu bakkala yollayıp bir jilet aldırdı. Jilet kâğıdını öyle bir incelikle açıyordu ki. Zaur “Ana” dedi. “Bu kadın görüyor.” “Şşşt,” dedi Kandis. “Gönül gözü açık onun.” Ama olmadı. Hastalığına korku vermek için Zaur’un alnına jilet atmıştı Eley. Kadının gönül gözü de kapanmış ki Zaur’a çare olamadı. Zaur alnındaki jilet yarasıyla kaldı.
Köpürmeleri, debelenmeleri epey sürdü. Önce üç dört ayda bir olurdu; sonra aylık, sonra haftalık. Amcası dayanamadı Zaur’un kuş gibi çırpındığına. Nalçik’e doktora götürdü onu. İlaçlar iğneler. Zaur iyileşmedi ama eskisi kadar kalmadı debelenmeleri. Böyle bir debelenme geldi mi hemen bilir artık. Bir sedire çöker. Geçmesini bekler. Kandis arada yine Şifacı Eley’e götürür onu. Eley tılsımlar yazar, otlar kaynatır. Zaur tılsımı takar, otların suyunu içer ama şifa olduğundan değil. Kandis’in gönlü hoş olsun diye. Ana merhametinden eksik yok Kandis’te. Etini, sütünü eksiltmez Zaur’un önünden. Zaur iyileşsin tek. Şu mendebur dert de ona gelen cümle musibet de bana gelsin diye etrafında pervane olur. Ama Kandis’in merhameti yetmez. Zaur gece gündüz bu mendebur dertle dolanır.
Bir gece yine bunaldı evin içinde Zaur. Kandis annesi ile amcası uyuyorlardı. Duvarlar sıktı. Pencereler ferahlatmadı. Yine bir debelenmenin geldiği zamandı. Bahçeye çıktı. Ağaçların duldasındaki bahçe de almadı içinin sıkkınlığını. Hava iyice basmıştı. Kafkas dağlarına yakışmayan bir basıklık. Yakasını bağrını açtı Zaur. Saçını sakalını suladı. Kâr etmedi. Kalkıp yola doğru yürüdü. Köyün bittiği yere, mezarlığa kadar gitti. Bir dolandı mezarlığın etrafında. Durdu. Muhtarın annesi ölmüştü dün. Dua etti. Elini yüzüne sürdü. Bir ses. İki. Üç. Toprak eşelenmesi. Harçsız taş duvardan kafasını uzatıp baktı mezarlığa. Duvardan birkaç parça taş yuvarlandı. Şangırdayarak indi taşlar. Ses kesildi. Ağaç doluydu mezarlık. Bir şey seçemedi Zaur. Biraz yelkinip vücudunu duvarın üstüne attı. Karşı tepeden bir kurt uludu o sırada. Ilık bir rüzgâr esti. Ağaçlar bir o tarafa bir bu tarafa yattı.
Mezarlığın içine bir daha göz gezdirdi. Kimse yoktu. Belli ki bir hayvandı. İnip duvardan evin yolunu tuttu. Ay ışığının parlattığı yoldaki toprak, rüzgârla birlikte havalandı. Önünde dolandı. Mezarlık taraftan ayak sesleri duydu o sırada. Kendisine doğru geliyordu. Ses bir de değildi üstelik. Birkaç ayak birden. Zaur’un yüreği ağzında. Ses yaklaştıkça hızını azalttı. Yere doğru eğildi yavaştan. İrice bir taşa gitti eli. Ayak sesi daha da yaklaşıyordu. Zaur bir hamlede taşı alıp arkasına döndü. Sapsarı gözler. İki köpek. Zaur’u görünce durdular ilkin. Sonra dilleri dışarıda kenarından geçip gittiler. Zaur derin bir nefes aldı ama debelenmesini tetiklemişti korku. Kendini bahçedeki sedire zor attı. Bir zaman bekledi. Atak geldi gitti. Ağzının köpüğünü çeşmede yıkadı, yattı. Sabah Kandis annesi ile amcasına bir şey demedi. Yemeğini yeyip koyunları topladı. Yola düştü.
Köyün koyunlarını güderdi Zaur. Kafkasya’nın koyunları, öyle büyür ki her biri buzağı kadar olur kesilmeye yakın. Bir koyunun bir haftalık sütünden tekmil köyün aylık peyniri çıkar. Zaur şafak söker sökmez alıp otlatmaya çıkar köyün koyunlarını. Yanına çocuklardan birini koyar Kandis. Debelenmesi tutarsa gelip haber versin diye. Zaur o gün koyunları ormanın arkasındaki otlağa götürecekti. Ama olmadık bir şey oldu. Koyunlardan üçü daha otlağa varmadan derenin içinde kalakaldılar. Ağızlarından ip gibi salya akmaya başladı ilkin. Sonra dillerini sarkıtıp can verdi garipler. Şifacı Eley’in koyunlarıydı. Zaur birine yetişip kesebildi ancak. Öbürleri telef oldu. Kadıncağızın beş koyunu vardı hepi topu. Onların da yarısı elinden gitti. Eskiden de olurdu böyle kırılmalar. Hastalık kapan koyunu keserdi Zaur. Kalanları taş gibi. Büyür semirirdi. Bu defa başka bir iş vardı. Aynı olay o hafta her gün yaşandı. Zaur her dönüşte birkaç koyunun etini yününü sırtlayıp geliyor, sahibine veriyordu. İş büyüdü. Köylü telaşlandı. Çare arandı. Bulundu. Baytar getirilecekti. Ama kasabadaki tek baytar yaz boyu köyleri dolanıyordu. Ona denk gelirseler ne şans. Bulamazlarsa Nalçik’e gidip bir baytar bulunacaktı. Gidenler gitti. Kalanlar telaş içinde.
Baytar beklene dursun köyde bir sabah başka haberler dönmeye başladı. Muhtar annesinin mezarını ziyarete gitmişti. Selam verip atalar ruhuna mezarlığa girdi. Kuru otların çevirdiği mezarın başında dua etmeden önce mezar taşındaki tamgayı öptü annesinin eli yerine. Dua etmeye koyulacaktı ki toprağın çöktüğünü fark etti. Yağmurdan dese değil. Yaz günü buralara damla düşmez. Eliyle yoklayacak oldu. Çöktü. Mezarın içinde buldu kendisini. Kefen bezi de ortaya çıkmıştı üstelik. Üzerindeki toprağı bir kenara atınca kefendeki kanı fark etti. Tam göğsünde. Bir baktı ki ne görsün. Kadının göğüs kafesi yarılmış, içi boş. Kan kefeni kırmızıya boyuyordu. Muhtar aklı yarım bir halde koşup köylüye anlattı durumu.
Dualarla tövbelerle geldiler mezarlığa. Hep bir olup mezara baktılar. Akılları gidip geldi. Sonra bir tanesi hepsini ayıktırdı. Kadına yeni bir kefen yaptılar. Gömdüler tekrar. Muhtar iki defa öksüz kalmıştı. O gece muhtarın annesinin bomboş göğüs kafesi köylünün gözünün önünden gitmedi. Kurumuş kan kokusu da burunlarına gelip durdu. Koyunlar unutuldu. Yaz günü kâbusu yaşıyorlardı. Derin bir sessizliğe gömüldü köy. Elbruz’un rüzgârından başka hareket yoktu. Çocuklar evlere çekilmişti. Sokaklarda in cin. Mezarlık tarafa kimse yönünü dönemiyordu. İhtiyarlar asırlık ömürlerinde böyle bir şey görmediklerini söyleyip duruyorlardı. Kıtlık günleri olmuştu. Kuraklık. Açlık. Vahşi hayvanların bile böyle bir şey yaptığı görülmemişti. Köyde ne günler gün, ne geceler geceydi.
Zaur’un güttüğü koyunlar da eksilmeye devam ediyordu. Her gün üçer beşer azalıyordu sürü. Kasabaya gidenler geri gelmişti. Baytar dönmemişti kasabaya. Bir haftadan fazla beklemişlerdi. Yok. Nalçik’e de gidememişlerdi üstelik. Ruslar kasabadan Nalçik’e giden yolları kapatmıştı. Kimseyi geçirmiyorlardı. Çeçenlerin korkusu ile tekmil Kafkasya’da göz açtırmıyordu domuzlar. Korkuyorlardı. Baytardan umudu kesen köylüler, thamadelerin kapısına dayandılar. Hem koyunlar için şifa hem de mezarlık meselesine bir çare arıyorlardı. Ama düşmanın ne olduğu bile bilinmiyordu. Thamadelerden birisi mezarlığın etrafına silahlı adamlar yerleştirilmesini teklif etti. Gece boyunca gizli yerlerden nöbet tutulacaktı mezar soyucu gelene kadar.
Bir diğeri “Ama bu melun her neyse de taze ölülere dadanır belli ki, ya alacağımı aldım der bir daha gelmezse?” diye karşılık verdi. “Öyleyse biz de ona taze bir mezar veririz,” dedi beriki. Sahte bir ölüm haberi yayılacaktı. Sahte bir cenaze. Sahte bir taze mezar. Cenaze gecesi de beklenecekti. Böylece mezar soyucu için plan tamamdı. Koyunlar şifa bulsun diye de ataların yıllardır hasta hayvanları için yaptığı yapılacaktı. Bütün köy katılacaktı şifa merasimine. Hem de sahte cenaze ile aynı gece. Mezar soyucu daha rahat olacaktı bu sayede. Karar alındı. Meclis dağıldı. Gece çöktü köyün üzerine. Korku hâlâ her köşede cirit atıyordu. Sabah ola hayrolaydı.
Hava aydınlanınca meydandan sokaklara salınan çocuklar her eve Thamade Emef’in öldüğünü yaydılar. Emef, bu sabah döşeğinde huzura göz yummuştu. Cenazesi yapıldı. Dünyası değiştirildi. Mezarı açıldı Emef’in. İçine kefene sarılı ince uzun bir çuvalın içinde buğday konuldu. Akşamında evinde taziyeler kabul edildi. Dualar sıralandı. Ruhu şerefine yemekler yendi. Nartlar söylendi. Emef’in yiğitliği anlatıldı. Taziye evine gelenler, gece çökünce koyunların derdi için yola düştüler. Zaur sağ kalan bütün koyunları önüne katıp meydana geldi. Yanında yakın köylerden gelen çobanlar da vardı. Köylü de taziye evinden çıktı. Yürüdüler. Kadınların arasında Kandis’i aradı Zaur’un gözleri. Bulamadı. Koyunları bırakıp amcasına da soramadı. Derken menzile varıldı. Kafile ulu kızılağacın altında toplandı. Halka oldular. Önce dua edildi. Tanrıya “Sen verdin ise sen alırsın elbet ama böyle giderse biz kırılacağız. Rus kâfiri de soluk aldırmaz. Sürümüzü bize bağışla. Adağımız kabul et,” diye yalvardılar.
Sonra büyük bir ateş yakıldı. Yakın köylerden gelen çobanlarla beraber Zaur, elindeki çoban asasını ateşe attı. Asalar ateşe düştüğü an, yalım iki katına çıktı. Zaur’un gözleri hâlâ Kandis’i arıyordu. Bulamıyordu. Thamadelerden birinin önüne sürüdeki en iri koyunu yatırdılar. Thamade duaya devam etti. Koyunun boynuna murassa hançer saplanır saplanmaz ateş, sanki üzerine yağmur inmiş gibi birden sönmeliydi. Olmadı. “Ata işini tutan kimin sırtı yere gelmiş? Bu işte muhakkak bir eksik var,” dediler. Derin bir sessizlik düştü ortaya. Hayretler geceye karıştı. Karşı tepeden bir kurt uludu. Ilık bir rüzgâr esti. Ağaçlar bir o tarafa bir bu tarafa yattı. Tam o sırada mezarlık tarafından art arda tüfek sesleri gelmeye başladı. Köylü merasimi bırakıp oraya doğru koştu. Gençler etrafı sardılar. Lüks ışıkları mezarlığı gün orta gibi aydınlattı. Kalabalık Emef’in diye açılan sahte mezara çevirdi yönünü. Mezarın başında Kandis. Elindeki meşale yüzünün yarısını aydınlatıyordu. Ayağının altında debelenen birisi vardı. Sırtına iyice bastırıyordu.
Zaur, Kandis’in yanına geldi. Ana “Ne oldu?” deyince “Şifa falan dağıtmaz. Cadı bu. Cadı,” diye bağırarak ayağının altındaki Eley’i gösterdi Kandis. Diğer elinde Eley’in evinde bulduğu koca bir akciğer sallanıyordu. Eley’i Kandis’in elinden zor aldılar. Ulu kızılağacın altındaki ateş hâlâ yanıyordu. Etrafına toplandılar. Silahlılardan biri, Eley’in tam göğsüne bir el sıktı. Sonra onu bir top edip ateşe attılar. Ateş Eley’i yuttu. Bir külü kalmadı geriye. Dumanı göğe yağdı. Yaz o gece bitti. Güz başlıyordu. O güz boyunca büyük yağmurlar yağdı köye. Sarı. Yeşil. Mavi yağmurlar. Toprak yumuşadı. Muhtarın annesinin mezarında güzelhatun çiçekleri açtı. Thamade Emef, sahte cenazesinden bir ay sonra öldü. Onu sahte mezarına bu sefer hakikaten gömdüler. Eley’in bütün koyunlarını kesip kireçli bir çukura attılar. Diğer koyunlar iyileşti. Sürü büyüdü. Köylü kırılmadı. Savaş bitti. Çeçenler öldü ama Ruslar da kazanamadı. Moskova’daki Kafkasya göçmenleri, memleketlerine döndüler. Kandis’in ablası ile eniştesi de geldi. Zaur, onlarla gelen kızıl saçlı kızı ilk kez 83 model mavi Lada’dan inerken gördü.
- Muhammed Fatih Kutlubay’ın 20. sayımızda yayımladığımız Siyah İplik öyküsü iyi öykünün izini takip edenlerin hala hatırında: “Rüya bitiyor. Ben bir sabah ağ zımda bir parça siyah iplikle uyanıyorum.” Neredeyse bir yıl olmasına rağmen hala hatırımda. Etkili final böyledir, sıradan gibi görünen sözcükler bir araya gelir ve okurun zihninde, kalbinde çarpa çarpa dolaşmaya devam eder. Peki şimdi okuduğunuz ya da okuyacağınız öykü? Dikkat çekip kenara çekiliyorum. Buyrun. (A.E.)