“Sur Kenti Hikayeleri”ni nasıl yazdım?
“Huzurlu bir dinlenme olmadan sanat yapmak düşünülemezdi...” Bağlarbaşı, Reisülküttap Sokağı’ndaki giriş katım, masamın başına geçmeden önce, yazacaklarımı zihnimde yerli yerine oturtacak huzurlu bir aralık bahşediyordu bana.
Diğer kitaplarımdan hiç birine tanımadığım bir ayrıcalık tanımışım Sur Kenti Hikayeleri’ne; ilk baskısına, ileride o anı hatırlatsın diye kendim için bir not düşmüşüm: “Bugün 1 Ekim 2004. Kitap akşama doğru çıktı. Şule’de çalışanlara pasta aldım. İsmet Özel yayınevindeydi. Kitabın geldiğini onunla sohbet ederken öğrendim. O arada getirip kucağıma koydular.” Zaman içinde kitabın kapağı iki kere değişti, ama üzerinde kırmızı renkli bir duvar resmi bulunan ilk baskının gönlümdeki yeri hep ayrı oldu.
İki binli yılların başında, üzerinde kederler toplayan bir mıknatıs gibiydim. Gün içerisinde Bağlarbaşı’ndan Üsküdar’a iniyor, bu eylemim için de taşra günlerimden kalma bir deyim kullanıyordum: “Çarşıya gitmek.” Oysa evden çıkarken, çarşıya gittiğimi haber verecek birisi yoktu içeride; yalnız yaşıyordum ve her yalnız gibi kendimi ikiye bölerek, bir yanımdan öbür yanıma sesleniyordum. O yıllarda çarşı, bir arzuhalcinin karşısına geçip her bir anını yazdırmak isteyen sıkıntılı birine benziyordu. Ona bakıyor, onu dinliyor, keder mıknatısımı ağırlaştırıyor, akşamın bir vaktinde eve dönüyordum...
Elias Canetti’nin, çevirisi yaklaşık 600 sahifeyi bulan Körleşme’sinde altını çizdiğim bir tek cümle vardır: “Huzurlu bir dinlenme olmadan sanat yapmak düşünülemezdi...”Bağlarbaşı, Reisülküttap Sokağı’ndaki giriş katım, masamın başına geçmeden önce, yazacaklarımı zihnimde yerli yerine oturtacak huzurlu bir aralık bahşediyordu bana. Çayımı demler, kanepeme kurulur, bir çile ipine benzeyen günü, yazıda nasıl düzene koyacağımı düşünürdüm. İlk denemelerim, ikinci şiir kitabım ve Sur Kenti Hikayeleri o sokakta, o evde, o huzurlu dinlenme anlarının ardından yazıldı. Çok sonraları Canetti’den altını çizdiğim cümle, şahsi bir deneyimin onaylanmasından ibaretti.
Bütünüyle modern bir kentin günlük hayatına ve modern şiire odaklanmışken, malzemesini ve mekanını tarihten alan bazı hikayeler yazmak nereden aklıma geldi? Söyleyeyim: O günlerde şu Seyis Behram’lar, şu Hikayeci Tahir’ler, şu Dilber Makbule’ler, şu Eşkiya Konos’lar zamanlarını terk ederek, ardı ardınca kapımı çalıp duruyorlardı; ama soracak olsanız, bunu şiddetle reddedeceklerdir. Onlara göre kendi zamanından sıkıldığı için her fırsatta geçmişe yolculuk yaparak, kapılarını aşındıran bendim! Bilge Mansur’un gözünde ise mesele başka türlüydü: Sur Kenti Hikayeleri’nin müellifi, bu hikayeleri yazmadan önce Seyyah İbni Battuta’nın Seyahatname’sini ve bir İtalyan yazarın, Marco Polo’nun macerasını anlattığı Görünmez Kentler’i okumuş, birden bir hevese kapılmış, üstesinden gelemeyeceği bir işin altına girmiş, yine de kent ahalisinin merhameti sayesinde işin içinden bir nebze çıkabilmişti...
Burada, Sur Kenti Hikayeleri’nin müellifi olarak bana da bir kaç söz düşüyor: İçinde yetiştiğim şifahi kültürden, çocukken kulağıma çalınan sayısız hikayeden, annemin anlattıklarından, okuduğum kitaplardan dimağımda ne biriktiyse, aslında onları döktüm yazıya. Bu önceden planlanmamış buluşmaları kaydederken en çok titizlendiğim, kendi zamanımı kahramanlarıma kahramanlarımı da kendi zamanıma kurban etmemekti. Sur Kenti’nden yeni bir ziyaretçi gelmez olunca, yazıcının işi de sona erdi. O yıllarda, masamın başına geçmeden önce bir süreliğine gövdemi gevşeten huzurlu anlara ve konuklarımı istediğim gibi ağırlamama yardımcı olan yalnızlığıma çok şey borçluyum. İkisi olmasa, muhtemelen bu hikayeler yazılamazdı!
- Yeni Başlayanlar İçin Edebiyat
- Başyapıtına bir türlü başlamayan yazar: Bu yazar tipi, bir ihtimal yazı-çizi işlerinin çok ortasından, bir avantaj olarak da çok dışından konuşuyor olabilir. Bu anlamda, mesafenin ya da zamanın (yazarlığa ne zaman başlanacağının vs.) belirleyiciliği yoktur. Her halükarda, kendisine karşı mesafe alınan meselede, eksik olan bir şey vardır ve bu eksiği “paha biçilemez”, daha doğrusu pahasını ancak yazarının biçebileceği metni ile giderecektir. Bu nedenle notlar alır (çoğunlukla da almaz, çünkü her şey o kutlu gün geldiğinde, kendiliğinden kaleme gelecektir); gezer, görüşmeler gerçekleştirir, bazen de hayatın akışına bırakır kendini.
- Hiç şüphe yok ki; bu metin, içinden geçtiği çağa, has bir bakışla değecektir. Bu metin, ulu orta ve sahte olanın yanında gerçeğin ne olduğunu kimsenin aklına gelmeyen bir sertlikte zihinlere çakacaktır. Ancak, bir şey yolunda gitmiyor. Butor, “bütünlenmek için yazıyorum” mealinde bir şeyler söylemiş; bu yazar, hep bunu kulağına küpe etmiş ancak ne hikmetse, bu bütünlenme anı bir türlü gelemiyor. Gelecek mi? İdeal olan gelmesi, ideal olan ile reel olanın bir türlü bitişememesi ise bu metnin alamet-i farikası.
- Mümkündür, bu yazar bir gün divitini hokkadaki soylu mürekkebe bandırır ve bir yerinden “as soon as possible” bütünlenmeye başlar mı? Bunu bilemeyiz. Şunu ise biliriz; Gün geceye devrilir. Ömür bitmek üzeredir. Yazar ise ahlanmalar ve vahlanmalar arasından ağzında kalan demirimsi pazı yaprağı tadı ile manzaraya bakar. Çok az zaman kalmıştır. Madem roman bir mimari hassasiyet gerektirir ve artık her şey için çok geçtir; belki bu çabanın zemini bir vurucu öyküye evrilebilir? Madem öykü demek ince işçiliktir, bu halde sağda solda yayınlanmış şiirler de fena değildir. Bunları derlemek emek ister ise köşe bucakta bulunacak günlükler de aynı etkiyi üretmeyecek midir? Zamanla hedef küçülür. Bütünlenmek denilen, kaosu kozmosa çevirme işlemi göze fazla kıyıcı ve fazla iddialı gözükür. “Opus Magnum” akîm kalır. Öte yandan bu metin, tam da bir türlü kaleme alınamadığı ve çoğalarak yerini kendinden daha hacimsiz formlara bıraktığı için, bir tür bitmeyen metne, oradan da bir yazar öğütücüsüne dönüşür. (Ufuk Akbal)