Soruşturma
Günümüz insanının problemleri, hayatı yorumlama şekli, toplumsal kaygıları, teknolojik ilerleme ve sair etmenler içinde doğan öykü kahramanı ve arketipler arasında bir bağ var mıdır, varsa bu ilişki nasıl yorumlanabilir ve edebiyata yansıması nasıl olmuştur öğrenmek adına bu soruşturmayı başlattık.
Geçmişin mitleri, peri masalları ve epik hikâyeleri toplumların ortak bilincine dair izler taşırken, aynı işlevi günümüz öyküsünün ve öykü karakterlerinin yerine getirip getirmediği cevabı müphem bir soru olarak karşımızda duruyor. Geçmişteki toplumların yaşam biçimleri farklı olduğu gibi tahkiye yöntemleri de farklılık gösteriyor. Arketiplere ve kahramanın yolculuk aşamalarına bakıldığında günümüz edebiyat ve sinema eserlerinde benzer tiplere ve şablonlara rastlamak mümkün olabilir; ancak işlev açısından ne gibi değişimlere uğradığı açık değil. Günümüz insanının problemleri, hayatı yorumlama şekli, toplumsal kaygıları, teknolojik ilerleme ve sair etmenler içinde doğan öykü kahramanı ve arketipler arasında bir bağ var mıdır, varsa bu ilişki nasıl yorumlanabilir ve edebiyata yansıması nasıl olmuştur öğrenmek adına bu soruşturmayı başlattık. Bu çerçevede,
- 1
- Öykü tür olarak epik kahramanlar yaratmaya elverişli midir?
- 2
- Oğuznâmeler, Hazreti Ali Cenkleri, Hamzanâmeler vs. bugün bizim öykümüze ne şekilde kaynaklık ediyor? Etmeli mi?
ABDULLAH HARMANCI
Geleneksel olandan yararlanma biçimleri sanatçı sayısı kadar sınırsızdır. En azından sanatçı sayısı kadar sınırsız olmasını bekleriz. Günümüz Türk öyküsünün değil, 1890’dan bugüne uzanan Türk öykücülüğünün, sözünü ettiğiniz alanlara yönelme ve oradan dişe dokunur bir yeni dil ve yapı çıkarma gayreti içinde ol-madığını düşünüyorum. Elbette ki Mustafa Kutlu gibi önemli bir örnek vardır. Eseri çok önemlidir ve daha da önemlisi ulaştığı sonuçlar itibariyle edebiyat tarihine mal olmuş örnekler vermiştir. Ben daha kolektif bir durumdan söz ediyorum. Türk öyküsü içerisinde kendi geleneklerimizden ilham alan ve bu çerçevede yeni dil, üslup, yapı arayışları içinde olan bir damar var mıdır? Kanaatim olumsuzdur.
Peki olmalı mıdır, diye sorulursa, sanatın, edebiyatın söz konusu olduğu bir yerde, yaratıcılığı engelleyecek bir yargıda bulunmak anlamlı olmaz. Topyekûn Türk öykücülüğünde, Batı edebiyatlarına yönelik eğilimin olması gerektiğinden fazla olduğunu düşünüyorum. “Gerektiğinden fazla”, derken, boynumuzu ağrıtacak kadar Batıya bakmaktansa, kendi anlatı geleneklerimiz içinden de bir cevher derleme derdinde olmalıydık. Sezai Karakoç’un şiirde içeriksel olarak, Yahya Kemal’in ise hem içeriksel hem de yapısal olarak yaptığı ve başardığı şey, bu geleneksel olanın moderne taşınma gayreti idi. Burada adı geçen üç sanatçıyı ve bu çizgiye yakın isimleri önemsemek ve bu anlamda bir tahlile tabi tutmak gerekir.
Zira modern edebiyatımızın genelde yenileşme yönelimi, malum olduğu üzere, Batıdan alınmış bazı biçimsel ve biçemsel malzemelerin içini yerli olanla doldurma çabası şeklinde tezahür etmiştir. Bunun ötesine geçip sadece muhtevaya değil, biçim ve biçeme de geleneğimizden bir ışık bulma gayreti içinde olan sanatçı sayısı çok azdır. Ancak hiçbir öykü geleneksel olandan yararlandı diye iyi öykü olmaz. Hiçbir öykü postmoderndir diye birinci sınıf değildir. Bu yönelimlerimiz, ortaya çok iyi eserler koyacağımızın garantisi değildir. Edebiyat biliminde önemli ile değerli arasında fark vardır. Önemli işler yapıp değerli işler yapamamak mümkündür. Nitekim edebiyat tarihi açısından “yeni” ama öykü değeri bakımından ortalama eserler vermek tehlikesi söz konusudur. Evet, Türk öykücülüğünün geleneksel alana yönelmeye ihtiyacı vardır. Bunun nasıl yapılacağı sorusu başta belirttiğim gibi, sanatçı sayısı kadar çoktur.
AKİF HASAN KAYA
1
Öykünün dil ve imkân olarak epik kahraman yaratmaya elverişli olmadığını düşünüyorum. Çünkü yeri dar. Bir kahraman yaratacak kadar hacme sahip değil. Alabildiğine kısa yazıyoruz. Eksiltili anlatım malum olduğu üzere bir kahramandan ziyade belki olay ve durumlara odaklanıyor. Bu odak alma ve hikâyeyi buradan öyküleştirme gereği, kahraman yaratmak için çok dar bir kalıp. Sığ ve yüzeysel kalıyor. Buradan da ancak öyküyü kurtaracak kadar güce sahip bir tip hayat bulabiliyor. Sadece o öykü için hayat bulmuş ve o öyküde ölmüş bir tip. Bundan büyük kahramanlıklar beklemek bence imkânsız.
Öykü daha çok anti-kahramanlar üzerinden sözünü söyleyebiliyor. Bu tip, bizim anladığımız anlamda bir kahraman olmadığı için anlatıldığı öykünün kalıbına sıkışıp kalıyor. Bir okuyanın zihninde başka bir öyküye dönüşüp yeniden hayat bulması zorlaşıyor. Hâlbuki epik kahraman, her anlatanda başka bir hikâyeye dönüşüyor, her dinleyende başka bir kahramanlığa önayak oluyor. Bu durum daha çok, sözlü kültürün kalıba dökülmeyen özgürlüğü sayesinde olagelen bir şey. Sözün uçup, yazının kalması böyle bir şey bence. Söz uçuyor ve özgür. Oysa biz yazıya döktüğümüz her şeyi, aynı zamanda yazının kalıbına hapsetmiş oluyoruz.
Böyle düşünüyorum ama diğer taraftan öykü yazmaya devam ediyorum. Bu bir çelişki gibi görünüyor olabilir. İçine doğduğumuz zaman, kültür bize kimi imkânlar verdi. Öykü de bunlardan birisi. Ama bize sunulan bu imkânı olduğu gibi bırakmamız gerekmiyor. Dünya görüşümüzle yeniden şekil vermek bizim elimizde. Zaten genç bir türden söz ediyoruz. Üzerine düşünmek, yeniden ele almak, değiştirmeye ve dönüştürmeye talip olmak bize kalmış bir şey. Bu zaten böyle deyip, kenara çekilmek yerine risk almak, denemek lazım. Emek ve çaba harcamak lazım.
2
Bugün, bahsettiğiniz kaynakların hep hakka ve hakikate çağıran dilini yitirmiş durumdayız. Öykülerimiz, sonunda iyilerin kazandığı ve kötülerin kaybettiği metinler olmaktan çıkmış durumda. Bir kaynaklık söz konusu olsaydı durum farklı olurdu. Bu dili yeniden yakalamak sanırım kısa vadede öykü için mümkün değil.
Öyle ise, bizim temel kaynaklarımızı teşkil eden bu anlatılardan kimi olguları öne çıkarmamızın iyi olacağını düşünüyorum. Bizatihi eylem olarak iyi olma, iyinin ve mazlumun yanında yer alma ve dolayısıyla kötü ve kötülük karşısında tavır alma gibi. Bu gibi bazı temel dinamikler üzerinden öykü dilini ve imkânlarını yeniden zorlamaya, esnetmeye çalışmak lazım diye düşünüyorum. Belki ancak böylece, bir edebi tür olan öyküyle, yeniden insanlığın soy hikâyesine dair bir damar yakalayabiliriz. Aksi, bu eserlere geçmişte kalmış bir çeyiz sandığı muamelesi yapmak olur zaten. Böyle olunca da kötünün estetiğinden bahseden bir cephe karşısında söyleyecek sözümüz tükenir.
Oğuznâmeler, Hazreti Ali Cenkleri, Hamzanâmeler elbette yazdığımız eserlere kaynaklık etmeli. Bunun yollarını aramak, denemek ve bulmak lazım. Güvenli camekânlar içinden, hiç risk almadan öykü yazmak yerine, bize tevarüs eden kaynaklarla yeniden buluşmaya çalışmak gerekir. Ama bunu tarihi kimi kişilikleri bugüne taşımaya çalışmak yerine, bugünün öyküsünü, bu kahramanların sahip olduğu hasletler üzerinden yeniden yorumlayarak yapmak bence en doğrusu. Ancak o zaman Hz. Hamza’nın sahip olduğu hak ve adalet duygusu bizi de ilgilendiren bir zemine çekilmiş olur. Zaten bu anlatıları doğuran sebepler bunlardı. Hamzaname’yi dinleyen biri onu yalnızca bir hikâye olarak dinlemezdi. Dinlediği onda bir şeye tekabül eder ve buradan sahip olduğu zamanı yorumlardı. Böyle yaparak belki sağlam bir zemin edinebiliriz. Bilincimizi yeniden tazeleyebiliriz.
ALİ IŞIK
1
Öykünün tür olarak hikâyesi olduğu ölçüde epik kahramanlar yaratmaya elverişli olduğunu düşünmekle beraber günümüz öyküsünün epik kahramanlar yarattığını maalesef söyleyemeyiz. Klasik sanatların yitimi, beraberinde sanatçının biyografisinin doğumuna yol verdi. Klasik sanatlarda, esas unsur muhatabın belleğinde bir “ideal” yaratma çabasıydı. Bu şiirde de böyleydi, hikayede de... Don Kişot okurken, okur, olay örgüsünün içerisinde kendine yer ve yol bulabiliyordu. Ve sonunda Don Kişot “ideal” bir kahraman olma payesini edinebiliyordu. Hazreti Ali Cenkleri’nde sadece yazarını değil Hazreti Ali’yi de aşan bir muhayyileden pekâlâ bahsedebiliriz. Okur bu muhayyile içerisinde ruhunu da kabartacak bir izleği takip edebilir.
Bugün sanat izleğinde aradığımız bütün soruların cevaplarını sosyolojik bağlamı gözden kaçırarak bulmamız mümkün olmayacaktır. Ressam Paul Klee: “Şu andaki biçimi bakımından dünya, mümkün olan tek dünya değildir.” der. Bunu demekle modern sanatın çerçevesini de çizer. Dışarıda akan dünya ne epik ne de lirik kahramanlar yaratmaya elverişli değildir. Oysa kahramanlar mevcut akıp giden zaman-mekân kesişmesinden çıkar ki muhataba yabancılaşma yaşamasın. Oysa modern anlamda sanatçı bu dünyayı terk etmeye meyillidir. Hal böyle olunca ondan bu tür kahramanlıklar beklemek safdillikten ibaret olacaktır. Başa dönecek olursak; öykü, tür olarak epik ya da lirik fark etmez; kahraman yaratmaya en müsait türlerden biridir. Ancak günümüz öyküsü için bunu söylemek fazla iddialı olacaktır.
2
Diğer sanat dallarında olduğu gibi günümüz öyküsünün kullandığı dilin de sadece bugüne has bir dil olduğunu söyleyemeyiz. İçine doğduğumuz bu dil sadece kelimelerden ibaret değildir. Onun içinde bizden önce yaşayanların nefes alıp verişleri, maceraları; öfkeleri ve sevinçleri var ve biz bugüne kadar birikip gelen bu dili kullanıyoruz. Fakat günümüz öyküsünün dili gün geçtikçe geçmişle bağını koparmanın derdinde. Bugüne ulaşan dile sırt çevirerek kurulmaya çalışılan modern bir dil arayışı sadece yazıldığı zamana ve mekâna hitap etmekle yetinecektir. Yazıldığı zamandan sonrasına bir aktarım yapamayacağı gibi herhangi bir anlam da bırakamayacaktır.
Oğuznâmeler, Hazreti Ali Cenkleri, Hamzanâmeler vs. bugün bizim öykümüze kaynaklık etmesi bir çocuğun ana sütüyle beslenmesi kadar elzemdir. Bir şeyin devamı olabilmek, meşalenin elden ele devredilmesi önemlidir. Fakat günümüz öyküsünden klasiklerimizin kokusunu almak maalesef neredeyse mümkün değildir. Kanaatimce karmaşık ve yüzeysel bir şekilde yol alan günümüz öyküsünün klasiklerimizden etkilenmeye pek de mecali yoktur. Öykümüz hem şaşaalı hem de sessiz bir sınavdan geçiyor. Klasiklerimizin öykümüze ne derece sineceğini zaman gösterecek. Öykümüz geçmişle bağını kopardığı ölçüde öncesiz ve sonrasız olarak yazıldığı çağda çürüyecektir. Kısaca günümüz öyküsünün geleceğe kalabilmesi için klasiklerimizin günümüze kaynaklık etmesi mühimdir.
CEMAL ŞAKAR
1
Bence elverişli değildir. Bunun öncelikle öykünün yapısıyla ilgisi var. Öykü dediğimiz formun olanakları ortada; bırakın kahraman yaratmayı bir tipi bile enikonu ortaya koyamıyor. Onun yaptığı daha çok, insanın olaylar ya da olgular karşısındaki haleti ruhiyesini vermekten ibaret. Diyelim ki kısa atıflarla, anıştırmalarla hikaye zamanını genişlettiniz ve bize o kişinin bir kahraman olduğunu hissettirdiniz. Bu durumda bile bir kahramandan söz edemeyiz. Zira kahraman söyledikleriyle değil; eylemleriyle kahraman olur.
Buna bir de postmodern zamanın getirdiklerini eklersek, imkansızlığın daha da belirgin hale geleceğini düşünüyorum. Kahramanın ölümü, karakterin ölümü, hatta yazarın ölümü iddiaları üzerine derince düşünmek gerekiyor. Her zaman “aman bu kuramsal tartışmalardan bana ne” deyip işin içinden sıyrılmak mümkündür. O zaman yaşadıklarımız üzerine düşünebiliriz. Mesela Suriye’de yaşananları hatırlayalım, şehirler ya uzaktan kumandalı İHA’larla ya da jetlerle bombalanıyor. Bombardımandan sağ çıkmış birisi, düşmana karşı cesaret göstermeye, bir kahramanlık destanı yazmaya niyetlense bile karşısında düşman yok. Sürekli olarak bir takım ‘görünmez varlıklar’ tarafından bombalanıyorlar. Düşmanla göz göze, göğüs göğüse gelmeden nasıl kahramanlık göstereceksin, şecaat arz edeceksin?
Bu durumda bilim-kurgunun devreye girmesi gerçekten boşuna değil; günümüz kahramanları mesela Batman gibi üstün donanımlara sahip olmalı diye düşünüyorum. Ama öykü yapısı gereği Batman filan yaratamaz; biz onu romandan ve sinemadan bekleyelim derim.
2
Kaynaklık ettiğini düşünmüyorum. Kendimizi kandırmayalım, bu metinler elimizin altında bile yok. Hz. Ali Cenkleri doğru düzgün daha dün yayımlandı. Hamzanameler, Battalnameler de sadece ehlinin elinin altında var.
Bunların sözlü kültür ürünü olduğu, bizlerinse yazılı kültür içinde büyüdüğümüz düşünülürse onlarla temas kurmamızda bile bin güçlük çekiyoruz. Çünkü bugün edebi bir eserden beklediğimiz birçok nitelik onlarda yok. Olmaması da doğal, onlar okunmak için değildi, anlatılan destanlardı.
Arkadaşlarla zaman zaman konuşuyoruz, mesela Hz. Ali elinde Zülfikar, altında Düldül’le metropollere yolu düşse ne hale gelirdi. Elli-yüz katlı binaların yanında silik bir gölge olarak kalırdı herhalde. Otomobillerden Düldül’e hareket sahası kalır mıydı; nasıl bir hamlede kırk adım atsın ki?
Öykülerimize elbette kaynaklık etmeli. Ama evvelemirde onların arkasındaki zihniyet çözümlenmeli. Bunlar Müslüman muhayyilenin ürünü; bu muhayyilenin nasıl işlediği, neleri öne çıkardığı tespit edilmeli. Yapılması gereken belki de buralardan ilkeler devşirip bu ilkeleri günümüz öyküsüne uygulamak olmalı. Mesela adalet, ahlak, cesaret gibi değerlere sarılmak, mazlumun yanında olmak, zalime karşı dik durmak, yetimi, zayıfı kollamak… Nihayetinde kahramanı kahraman yapan isabetsiz bir cesaret değil, neyin, kimin yanında durduğudur.
Arketiplerden, perilerden, kahramanın yolculuk aşamalarından söz ediyorsunuz. Toplumlar kendileri için yeni mitler, yeni hikayeler anlatmaya devam ediyorlar ve bu hikayeler etrafında bir arada kalabiliyorlar, eyvallah! Ama İslam’ın bambaşka bir metafizik kurduğunu düşünüyorum; biz meleklerin ve cinlerin varlığına iman ederiz. Ama bizim için fizik dünyayla metafizik dünya birbirinden ayrı varlık sahaları değildir. Biz başta Allah olmak üzere melekler ve cinlerle bir arada, iç içe, nerdeyse birbirimize değerek yaşarız. Birbirinden bağımsız iki ayrı dünyanın eşiğinde yaşayan ve bize metafizik alemden haberler getirdiğini iddia eden kahinlere, şamanlara, büyücülere ve şairlere itibar etmeyiz. Bizim kahramanlarımız doğuştan kahramandırlar ve erginleşmeye tâbi değildirler. Hz. Ali, Hz. Hamza’nın temsil ettiği sahabelerin tümü doğuştan kahramandır; hatta Oğuz bile öyledir.
Sonsöz olarak şunu da ifade edeyim: Arketip, mit, mitoloji, kıssa, esatir, hikaye… üzerine yeniden yeniden düşünmeliyiz. Aksi takdirde Kur’an’da anlatılan kıssalarla ilişki kurmak, onları ait olduğu bağlama oturtmak konusunda ciddi sıkıntılar yaşarız. Maazallah bütün bu kıssalar birden ‘eskilerin masallarına’ dönüşüverir.
GÜLŞAH DURMUŞ
1
Evet elverişlidir. İnsan, yeryüzünde var olmaya başladığı dönemlerden yani anne karnına düşüş anından itibaren güçlü olanın kazanıp zayıf olanın kaybettiği bir mücadelenin içinde bulur kendisini: Ana değer ile karşıt değer mücadelesi. Bu mücadeleyi de sözlü ve yazılı olarak edebî metinlere yansıtır. Mücadelesinin doğrultusunu dış dünyadaki karşıt güçlerden kendi iç dünyasına yönlendiren postmodern öykü kişisi, içsel canavarlar; tahammülü zor, korkunç fırtınalar; bilinçaltı hesaplaşmalar, ruhsal kırılma ve bunalımlar ile arayışa yönelir.. Bu arayış aslında kişiden çok metnin kendini bulma arayışıdır. Somut mücadelelerin yerini belki onlardan daha derin, daha karmaşık ve çok daha acı verici soyut bir mücadele alır.
Mitlerde yuvalanan; Jung’un ifadesiyle insanlığın bilinen en eski ortak duyuş, düşünüş ve davranış kalıpları olan; edebî eserlerin içerisinde yuvalanan evrensel semboller biçiminde tanımlanan arketipler de değişim ve dönüşüm geçirip bu soyut mücadelenin dile dökülmesi sürecinde başkalaşmış işlevlerle postmodern anlatılarda varlığını sürdürmeye devam eder. Macerayı reddedişin bile kahramanın sonsuz yolculuğunun/ erginlenme sürecinin bir parçası olduğunu belirten Campbell’in, bu değişim, dönüşüm ve başkalaşımı; arketiplerin postmodern mitlerde yuvalanarak sürdürdüğü kendi sonsuz var olma mücadelesini ihmal edişi düşündürücü görünüyor.
2
Dikkatli bir bakış, bütün anlatıların kendinden önceki ve sonraki metinlerin bir kesişme noktası olduğunu görebilir. Bu çerçevede önceki anlatı kalıpları değişime uğrayarak yenide varlığını sürdürür. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu anlatılar yazılacaklara kaynaklık etmeye devam edecektir. Konuşurken ve yazarken kullanılan her kelime, daha önce geçmiş olduğu sözlü ve yazılı metinlerle metinlerarası bir iletişim, etkileşim kurar. Yeni bir bağlamda yeni bir anlam kazanırken o ana değin geçirmiş olduğu macerayı bu yeni bağlama taşır. Dışsal ve somut mücadelenin yerini ağırlıklı olarak içsel ve soyut bir mücadeleye ya da mücadelenin reddine bıraktığı bugünkü öykü de kabul etse de etmese de mücadele kavramı ile iletişim kurar.
Değişimin, dönüşümün, başkalaşımın ve evrilmenin yansıtılabilmesi bu iletişime bağlıdır. Bu süreci geçiren her edebî tür, kuşkusuz geçmişin izleri üzerinde ilerler. Belki eski epik kahramanlardan çok daha derin, zorlu ve can yakıcı, ruh incitici bir mücadelenin ya da ağırlığı nedeniyle reddedilen soyut bir serüvenin eşiğindeki her yeni öykü kişisi; kendisi için oluşturulmuş, sözcüklerden kurulu her yeni metinde öykü türünün kendisi ile birlikte adeta yeni bir balina karnı içinde gibidir. Toplum içinde topluma rağmen birey olma sorunsalı da onlara eşlik etmektedir.
MÜZEYYEN ÇELİK
1
Öykü epik kahraman yaratmak için günden güne elverişsiz hâle gelmeye başladı diyebiliriz. Çünkü olaydan çok duruma ve kısa zaman dilimlerine odaklanan, şiirsel ve kapalı anlatıma yönelen öyküden kahraman yaratmasını beklemek güç. Esasında öykücünün böyle bir arzusu ve kaygısı da var gibi görünmüyor. Bununla birlikte romanın içine sindirilen öykü diyorsanız romanlar hem uzunluk hem de kullanılan zaman dilimi ve kahraman çeşitliliğindeki rahatlık sebebiyle epik kahraman yaratmaya müsait. Mesela Leopold Bloom, Olric ve Hayri İrdal bence günümüzün epik kahramanları. Ulysses okurları kahramanın sonsuz yolculuğunu tekrarlamak istercesine her yıl Bloomsday’i düzenlerler. Olric ise bu sonsuz yolculuğun insanın kendi içindeki ritüeli gibidir. Doğuya özgü bu metafizik gerilimi Hayri İrdal’da takip ederiz.
2
Öncelikle biz bahsi geçen sözlü kültür eserlerinin etkileriyle yetiştik. Farkında olmadan ne yazarsak yazalım eski metinlerle ilişki kurarız. İlk dinlediğimiz şeyler bunlar çünkü. Süleyman Çelebi’nin manzumesi belki de çoğumuzun karşılaştığı ilk metindir. Bunu Oğuznâmeler, Hazreti Ali Cenkleri, Hamzanâmeler, Dede Korkut Hikâyeleri masallar, efsaneler de takip etmiştir. Hatta işi daha geriye götürürsek bebekliğimizde kulağımıza söylenen ninniler hep kültürümüzün edebi birikiminin ürünüdür.
Dolayısıyla bunlar bir öykücünün edebi anadili gibidir. Öykücü de daima anadiliyle konuşur. Bunlar konu olarak tekrar tekrar anlatılan olaylar şeklinde karşımıza çıkmayacak elbette ama birçok öykücünün yazmaya başlamasındaki ilk basamak ve zorunlu bir edebi anadil olmuştur. Ayrıca öykücü ne anlatmak isterse anlatsın bu anadilinden istese de kopamayacaktır. Bu durumda halk hikâyelerimizin günümüz öyküsüne kaynaklık edip etmeyeceği sorusu da önemini yitirmiştir. Günümüz öykülerinde biraz inceleme yaparsak bu metinlerarası ilişkiyi takip edebiliriz.
ÖZGE ÖZBEK AKIMAN
1
Geleneksel tanımlara bakacak olursak değildir. Ama böyle elverişlidir ya da elverişsizdir gibi cevaplar hep bir önceki adımda bazı tanımların geçerliğini varsayıyor. Örneğin öykü türünün tarihsel köklerini 19. yüzyılda varsayarsak öykü 21. yüzyıla bir buçuk asırlık bir geçmiş ile girdi. Yok, sözlü tarihi de düşünürsek, o zaman çok daha köklü bir tür çıkıyor karşımıza – yolculuk izleğinin içinde öykü içinde öyküler. Galiba eleştirmenler ve piyasa tarafından edebi değeri olan ciddi bir tür olarak tanınması biraz gecikti?? Benim gördüğüm kadarıyla öykü, fotoğraf gibi kısa film gibi (ben de 19 ve 20. yüzyılları temel almış oldum) derdini dar bir zamanda ve alanda ifade eder (okuma deneyimi olarak yani). Öykü epik kahramana dar gelir. (Eski kahramanlardan kim kaldı?)
Öykü yolculuğun bir anını kaydeder – henüz başlamamış bile olabilir yolculuk; son cümlenin bittiği sessizlikte başlıyordur. Ya da bitme noktasındadır. Veya iki nokta arasında bir yerdeyizdir. Ama hayat bir kervansaraysa, bir kapısından girip öbüründen çıkıyorsak bu anlık durumları da mikro yolculuklar olarak düşünemez miyiz? Yatay değil dikey yolculuk yaptığımızı? Öyküyü biraz da şiir gibi konsantre olarak düşünüyorum. Gerçi bunlar öykücülerin (ne yazık ki Amerikan ağırlıklı – yani yerli edebiyat konusunda biraz cahilim) söyleşilerinde rastladığım ifadeler. Öykü yazmıyorum ama biraz çeviriye kafa yorduğum için galiba biraz bu görüşleri içselleştirdim.
Ancak yukarıdaki “postmodern öykü karakterleri toplumsal kaygılardan ya da kolektif şuurdan daha uzak, bireyin ve bireysel problemlerin ön planda olduğu bir içeriğe sahip görünüyor” ifadesi kesin olmamakla birlikte bir eğilimi belirtiyor. Malzemesi dil olan yazarın ideoloji, söylem, otorite, güç, kategoriler, verilerin ve bilginin kurumsal/akademik bir şekilde sınıflandırılıp birbirleriyle bağlantılarının koparılması vs konularında herkesten daha hassas olduğunu düşünüyorum. O toplumsal şuura sahip değil gibi görünen kahramanın içinde bulunduğu öykü son analizde daha derin sıkıntılara işaret ediyordur diye düşünürüm. Ya da bu benim kişisel olarak aradığım bir şey. Sanatçılar insan ırkının antenidirler sözüne inanırım – her ne kadar Ezra Pound’un eleştirilecek tarafı çok olsa da. Kimse mükemmel değil.
2
Bu beni aşan bir soru oldu – çağdaş öykücülerimiz konusunda bilgim son derece kısıtlı... Sorunun ilk kısmı için söyleyebilecek tek cümlem yok. İkinci kısım için, “etmeli mi?” - elbette etmeli. Hem de sadece içerik bakımından değil bu ilksel ve ataerkil metinlerin dilleri açısından yapısal olarak da. O kapalı kalıplarda gizli kalmış biçimlere hayat vererek. Ama edebiyat, sanat, dilin müziği, yaratıcılığın yırtıcılığı dışında başka hiçbir şeye boyun eğmeden... Din, milliyet, etnik kimlik gibi son derece politize olmuş konuları sansürlemeden, ya da bir söyleme hizmet eder şekilde göstermeden. Bir de metnin otoritesi konusu var tabii. Bu durumda yazar da dedektif, arşivci ve sözlü tarihçi (griot, bard) karışımı biri olmalı herhalde.
SENEM GEZEROĞLU
1
Otto Rank’ın Kahramanın Doğuş Miti’nden doğup, Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’na çıkalım, oradan Carl G. Jung’ın Dört Arketip’ine (ki arketipler dörtten fazladır) uğrayıp ortak kodlarımızı arayalım, bulduğumuz şey yine insan olacaktır. Öykü insanı anlatır. Zamanlar, mekânlar, yaşananlar, toplumsal olaylar değişse de öz aynıdır. İnsan koşullara göre derisini değiştirir ama “yola çıkış, erginlenme ve dönüş” hep vardır. Ya da yaratılışla ilgili “ilk” ve “temel” bilgiler, genetik kodlar bir şekilde kendini korur. Baştan beri var olan imgeler, kolektif bilinçdışının çekirdeği dediğimiz belki toplumsal belleğin özünü oluşturan arketipler biz farkında olsak da olmasak da başka başka insanlarda, toplumlarda kendini gösterir.
Mitten, destandan çıkar mesnevide gösterir mesela. Hemen aklıma gelen bir örnek vereyim. Hüsn ü Aşk. Ruhun kendine yolculuğudur bu. Epizotlarına baktığımızda kahramanın yolculuğunu ve bunların alt basamaklarını görürüz. Mesela Aşk’ta savaşçı kahraman ve âşık tipini, Sühan ve Gayret’te yaşlı bilge arketipini, Hüsn’e ulaşılınca yeniden doğuş arketipini, bu iki âşıkta tamamlayıcı ruh olarak anima ve animusu belki. Sıhhat ü Maraz, Leyla ile Mecnun, Mantıku’t Tayr hakeza. Öyküye geleyim, günümüzden bir örnek vereyim. Campbell’ın kahramanının dönüş evresindeki basamaklarından biri “İki Dünyanın Ustası’dır. Tanıdık geldi mi? Yine Aykut Ertuğrul’un başka bir öyküsünün adı “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”dur.
Öyküdeki epik kahramanı aramak için bunlar bile bir işarettir bence. Öyküleri bir de bu gözle okumak. Çünkü epik kahraman modern hayattaki yolculuğunu devam ettiriyor. Biz bilerek ya da bilmeyerek, kolektif bilinçaltımızla, personamızla, gölgemizle zaten metne, metnin arka planına yansıtıyoruz. Hikâye devam ediyor. Eskiden mitteki, destandaki bir kahraman bugün öyküdeki yerini alıyor. Toplumu etkileyen sarsıcı bir olaydan sonra günümüz metinlerinde illa eline kılıç alıp mitolojik canavarları öldüren bir epik kahraman aramaya gerek yok bence. Çünkü o epik kahraman metaformaza uğramış olsa da hâlâ yaşıyor. Yine toplumu derinden etkileyen olaylar oluyor, yine savaşıyor.
Eskiden ejderhayla savaşan bir kahraman şimdi patronuyla, bankalarla, kredi kartlarıyla savaşıyor misal. Savaştığımız şeyler değişti belki, insan olarak bizler de değiştik belki. Ama öz aynı. Campbell’da geçen o doğayla savaşan ilksel kahraman, savaşçı, âşık, aziz, dünyayı kurtaran kahraman her yerde. Ol mahiler ki derya içredir olayı. Bakmayı ve anlatmayı bilmiyoruz belki. Ya da bakıyor, anlatıyor ama metinde aramayı bilemiyoruz. Aramayı bilirsek günümüz metinlerinde kim bilir neler gizli. Tekrarlıyorum, hayat değişiyor ama insanın özü aynı, hikâye bitmiyor. Temel şeyler kendini koruyor. Ama bizim yazar olarak kullandığımız malzemeler değişiyor. Öyle ya da böyle. Buradan şöyle bir şey çıkıyor ortaya. (Konuyu sorunuza getirip başka bir soruyla bitireyim)
Eskinin mit, destan ya da hikâyesinden bir parça kopar şekil değiştirir, ortaya yeni bir tür çıkar, öykü olur. Çünkü türler de insanlar gibidir, doğar, yaşar, birbiriyle etkileşime girer, birbirinden kopar, birbirine eklemlenir, şekil değiştirir, biri diğerini öldürür, bazısı eceliyle ölür. Ama insanın elindedir, sonuçta o bir malzemedir; kullanılmaya, eğilip bükülmeye, şekil değiştirmeye müsaittir. Dolayısıyla öykü, tür olarak epik kahraman yaratmaya elverişlidir, evet. Ama ortada epik kahraman yaratma sorunu varsa bu sorun türde değil bizdedir, yani yazarda. Kendimi ortaya atarak açıklayayım; ilk deneyimlerini, geçmişini, kimliğini, kültürel birikimini ve hatta modern hayatta insana dair temel değerlerini, kendini bile unutan ben, yazar olarak bunları anlatmaya elverişli miyim? Asıl soru(n) bu bence. Yoksa Alp Er Tunga öldü mü? Kalbimizde yaşıyor.
2
Ne şekilde kaynaklık ediyor, bu çok geniş kapsamlı bir soru. Ne şekilde kaynaklık ettiğine bakmak için Necip Tosun’un Doğu’nun Hikâye Kuramı ilk başvurulacaklar arasında. Lütfi Sezen’in Halk Edebiyatında Hamzanâmeler, Ali Berat Alptekin’in Halk Hikâyelerinin Motif Yapısı mutlaka. Oğuznâmeler sadece günümüze aktarımla kalıyor, hakkında makaleler yazılıyor, ötesi yok. Yani ben en son bıraktığımda öyleydi. Yeri gelmişken, Korkut Ata Ne Söyledi tam da bu soruya cevap niteliğinde. İçindeki öykülerin kalitesi bir yana, kitabın ilk hikâyelerimizle kurduğu bağı ve kendi kültürel birikimimize çektiği dikkati önemsiyorum. Sorunun ikinci kısmına gelince, bu aslında her öykücünün kendi meselesi. Bunları önemseyen, dert edinen yazar zaten. Yazarsa ne güzel olur. Ben bundan yanayım, kaynaklık etsin, yeniden yorumlansın, birikerek ilerlesin. Ama yazmayana da niye yazmıyorsun demem. Sonuçta bu da bir yolculuk ve yolcular kadar yollar da türlü türlü.
SEZGİN KAYMAZ
1
Kesinlikle. En battal beden epik kahramanları hikâyelerden duyduk öğrendik zaten. Âdemoğlu hayâl kurmayı, aklın sınırlarında gezip dolaşmayı unutuyor mudur nedir; yaşadığımız çağ bu anlamda çok verimsiz geçiyor maalesef. Çocukluğumun destanlarını, kahramanlarını özlüyorum. Aaah ah, nerde o eski arketipler?
2
Kaynaklık edebilir diyemem ama danışmanlık edebilir, mentorluk, motivatörlük edebilir diyebilirim.
“Geçmiş çağlarda hayâl gücünün sınırları bu kadar büyükse şimdiki çağda daha da büyük olmalı,” deyip kaleme cesaretle sarılabilir hikâyeciler.