Soruşturma

HABER MASASI
Abone Ol

Fantastiğin öyküyle ilişkisine, fantastik deyince aklımıza gelen mefhumların öykü türünün içinde ne denli bulunabileceğine, öykülerimize uçsuz bucaksız bir fantazyanın nasıl sığdırılabileceğine, fantastiğin ve epiğin ya da epik fantazyanın o destansı diliyle modern bir tür olan öykünün kucaklaşma ihtimaline dair aklımıza ne takıldıysa hepsini kıymetli yazarlarımıza sorduk.

"Post Öykü olarak 14. sayımızda da -ilk 13 sayı olduğu gibi- öykünün imkânlarını eşelemeye devam ediyoruz. Malumunuz elinizde -hâlihazırda- tutmakta olduğunuz sayının dosya konusu Fantastik ve Öykü. Fantastiğin öyküyle ilişkisine, fantastik deyince aklımıza gelen mefhumların öykü türünün içinde ne denli bulunabileceğine, zaten batıdaki örneklerine nazaran -genel itibarıyla- kısa olan öykülerimize uçsuz bucaksız bir fantazyanın nasıl sığdırılabileceğine, fantastiğin ve epiğin ya da epik fantazyanın o destansı diliyle modern bir tür olan öykünün kucaklaşma ihtimaline dair aklımıza ne takıldıysa hepsini bir paket yaptık ve fantastik ile hemhâl olmuş kıymetli yazarlarımıza sorduk. Biz sorduk onlar cevapladı:

Türü gereği fantastik öykü yazılabilir mi; yazılabilirse fantastik öykünün imkânları nelerdir?

AŞKIN GÜNGÖR

Çok basit bir karşı soruyla açayım konuyu: “Türü gereği gerçek yaşam öyküleri yazılabilir mi? Yazılabilirse gerçek yaşamı aktaran öykülerin imkânları nelerdir?”

Yanıt hem sizin sorunuzda hem de benimkinde aynı: hayat ve daha da önemlisi, o hayatı yorumlayabilecek akıl.

Gerçek yaşam dediğimiz şey, kanıksadığımız ve bu nedenle artık bize sıradan gelen mucizelerden ibarettir. Buna Olağan Mucizeler1 adlı romanımda ayrıntısıyla değinmiştim, merak edenler, demeye çalıştığım şeyi oradan okuyabilir.

Dolambaçlı yolları izlemeye gerek yok aslında, söylediğim gayet basit: gerçek yaşamdaki hayatları öyküleştirme yetisine sahip olan bir akıl, artalanına fantastik evren yerleşen bir kurguya da aynı biçimde can verebilir. Hatta bu yazım sürecinde kendisini mantık dediğimiz iplerle “somut gerçeklik” zeminine mecbur kılan “yerçekimi” de olmadığından kanatlarını özgürce açarak yükselebilir.

Yapıları itibariyle öyküler, içine yerleştikleri düzlemin biçimlenmesine neden olan argümanları dile getirme ihtiyacı hissetmezler. Örneğin, 2. Dünya Savaşı zamanlarında geçen bir öykü yazarken okura dünyanın ne halde olduğunu uzun uzadıya anlatmak zorunda değilsinizdir. Bazen sadece bir cümle bile kastedilen savaşın boyutunu da adını da bağıra bağıra söyler. Aynı durum fantastik edebiyat için de geçerlidir. Kurguladığınız olağanüstü evrenin bütün ayrıntılarını aktarmak zorunda değilsinizdir. Ana konuyu yönlendiren ve okurun zihnindeki kapıyı açmaya yarayacak bir veya birkaç anahtar cümle çoğu zaman yeterlidir.

Sözün özü, fantastik öykü elbette yazılabilir ve kendisini sınırlayan “gerçek yaşam” duvarları olmadığından yazar çok daha rahat hareket edebilir.

BARIŞ MÜSTECAPOĞLU

Fantastik öykü çok geniş bir kavram, içinde hayaletler, cinler, büyücüler olan tüm anlatıları fantastik olarak adlandırdığımızda, elbette çok iyi fantastik öyküler yazılabilir ve yazılmıştır da. Edgar Allan Poe’nun ya da H.P.Lovecraft’ın öyküleri gibi. Türkiye’de de Doğu Yücel, Hakan Bıçakçı gibi genç yazarlar bu türde başarılı hikâyelere imza atıyorlar. Tamamen hayal gücüne dayanan fantastik bir diyarın yaratıldığı, orada geçen öykülerin anlatıldığı eserleri ise “diyar fantazyası” olarak adlandırmak daha doğru.

Diyar Fantazyası türünde kısa öykü yazmak, şayet olaylar okurun halihazırda detaylıca tanıdığı bir diyarda geçmiyorsa, oldukça zor. Okurun o diyarın varlığına inanması, o diyarda ilk defa gördüğü ırkların, hayvanların, kültürlerin özelliklerini tanıyıp içselleştirmesi yüzlerce sayfalık okumalardan sonra mümkün oluyor. Bu yüzden bu türde yazmak isteyenlere, önce hayallerindeki diyarı uzun bir roman ya da bir roman serisi ile okura tanıtıp, ancak bundan sonra orada geçen kısa öyküler yazmalarını öneririm. Bu öykülerin illa Yüzüklerin Efendisi gibi destansı olmaları şart değil. Ursula K.Leguin’in yaptığı gibi çok daha sakin, karakter odaklı hikâyeler de yazılabilir. Terry Pratchett’inkiler gibi eğlenceli, komik anlatılar da.

Öykü olsun, roman olsun, diyar fantazyasının yazara sağladığı geniş bir özgürlük alanı var. Hayal gücünüzü sınırsızca kullanabiliyorsunuz, tema olarak gerçek dünyaya bağlı kalsanız da, tüm diğer edebiyat eserlerinde olduğu gibi aşkı, savaşı, dostluğu, insanların bitmek bilmeyen hırslarını anlatsanız da, bunları istediğiniz renge boyayıp dilediğiniz şekle sokabiliyorsunuz. Ama sadece hayal gücüyle iyi bir diyar fantazyası ya da geniş anlamıyla iyi bir fantastik öykü yazmak mümkün değil. Özgün olaylar, güçlü karakterler, içten ve akıcı bir dil, etkileyici tasvirler ve tüm bunları heyecanla okutacak bir kurgu içermedikçe, hangi türde olursa olsun ortaya çıkan metne iyi bir hikâye demek mümkün olmuyor. İyi bir edebiyat eseri yazmak için her ne gerekiyorsa, iyi bir fantastik öykü yazmak için de o gerekiyor. Üstüne de zengin bir hayal gücü.

EMRE ERGİN

Bu gibi sorular kendisinde örtük olarak fantastiğin tali olduğu varsayımını içeriyor. Fantastik gerçeği kaplamıyormuş, gerçeğin tanımı bittiğinde, köşe bucaktaki boşlukları fantastik doldurmuyormuş gibi bir bakış. Oysa öyle değil. Fantastik öykü deyince aklıma öyküyü kapsayan gerçek, gerçeği kapsayan fantastik geliyor benim. Yahut daha keskin ve mağrur dikotomi, şurada bildiklerimizden başkasını varsayan öyküleri dışlayacağımız bir köşe olsun der gibi. Her iki durumda da kendine bir şekilde yer buluyor fantastik, ola ki konuda değilse, öykücünün kullandığı gereçlerde gösteriyor yüzünü. Biraz eşeleyip, gerçek tanımında ısrar edince, “Tanrısal Bakış Açısı” iyi niyetli bir fantastik özneden başka nedir ki?

Gerçeği bir külçe gibi düşleyince, gerçek olmayanın dışarıda olduğuna daha kolay ikna oluyoruz. Oysa gerçek bir sünger gibi, bir sürü boşluğu var, bir kere delilik var tam ortasında, saçmalık var. Fantastiğin doğasına çok uygun muğlaklıkları var, gerçekte ısrar edince açıklanamayacak, yahut gerçekte ısrar edince bizi karamsarlığa, sonuçsuzluğa, yahut çözümsüzlüğe sürükleyecek bir sürü yanı var. Gerçeği fantastiğin bir alt kümesi diye düşününce, imkânlara dair soruya cevabım “aynısının ejderhalısı” olabilir.

Yani imkânların bir daralmasından değil, bir genişlemesinden söz ediyorum. İki yönlü bir genişleme. Birincisi; yazar, içerisinde çalıştığı evrenin kurallarını değiştirebilirse, hâliyle özgürlüğü artar, içinde çalışabileceği saha genişler. Bu, mânânın daha kolay aktarılabilmesi yönünde yazarın fırsatıdır. İkincisi; gerçek diye adlandırdığımızın gelip geçici bir yanı da olmasıyla alakalı. Farklı kuralları olan dünyalar üzerine konuşmak, kendi dünyamızda nelerin vazgeçilmez olduğuna, nelerin bilinçli, nelerin rastgele tercihlerimiz olduğuna ve hangi kuralları çoktan adına kural bile demeyecek kadar içselleştirdiğimize ışık tutar. Hem okur, hem de yazar için faydalıdır bu.

ERBUĞ KAYA

Elbette fantastik öykü yazılabilir, imkânları hayal gücüyle sınırlıdır.

Epik yada diyar fantazyası olarak değerlendirebileceğimiz türlerde, gerçek olamayanın farklılığını tanıtmak gerekliliği, yazılan öykünün kısa olmasını zorlaştırabilir elbette. Ancak fantastik öyküyü epikle sınırlayamayız. O zaman bir cümle ile bile fantastik (bilim kurgu, korku) bir öykü kurgulanabilir. Bu dediğime güzel örnekler var. Alttaki linkten kontrol edebilirsiniz.

İSMAİL ISPARTA

Soruyu cevaplamadan önce fantastiğin ne olduğuna değinmemiz gerekir.

Fantastiğin net bir tanımı olmamakla birlikte, genel anlamda hayal ürünü, bu dünyaya ait olmayan ya da anti-gerçeklik olarak gerçeklikten tamamen izole bir şekilde tanımlanır. Bu alanda önemli çalışmalara imza atan Tzvetan Todorov ise fantastiği şu şekilde açıklar: Sözgelimi bir öykü okudunuz. Bu öyküde geçen olayların olağanüstü mü, olağan mı olduğu noktasında tereddüt yaşıyorsunuz. İşte Todorov’a göre fantastik, okuyucunun yaşadığı bu kararsızlık halinden doğar. Olayların doğal olduğu kanaatine varılırsa o zaman fantastik biter ve yazı, tekinsiz olayların anlatıldığı bir yazı olur. Olayların doğal olmadığı kanaatine varılırsa, o zaman da olağanüstü denilen başka bir türe geçmiş oluruz.

Toplum içinde belirli kurallar dâhilinde yaşayan insanın, bilinmeyene ve gizemli olana her zaman büyük ilgisi olmuştur. İleride fantastik eserlere kaynaklık edecek veya materyal olacak söylence, mit, efsane ve masalların bu ilgi sonucu ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu materyallerin işlenerek edebi esere dönüştürülmesi genel anlamda 18. yüzyılda başlamış, dönemin katı akılcılığına karşı fantastik diyebileceğimiz birçok eser verilmiştir.

Soruya dönecek olursak; fantastik öykü yazılabilir dediğimiz anda, başta da belirttiğimiz gibi fantastiğin net bir tanımı olmadığı için “Hangi fantastik?” sorusuyla karşı karşıya kalırız.

1980 sonrası, edebiyatımızda bir biçim sıkışmasının olduğunu görmekteyiz. Yazılan eserler edebi kamunun/kanonun belirlediği sınırlar dâhilinde, az farkla birbirinin benzeri nitelik göstermektedir. Fantastik bu yönden öykü ve romanda yazara geniş bir hareket alanı sağlamakta, bir nebze de olsa biçim sıkışmasını aşmasına yardımcı olmaktadır. Ayrıca yıllardır sürekli anlatılmış, sürekli yakından gördüğümüz için odak noktası olma özelliğini kaybetmiş, zihnimizde silikleşen bir meseleyi/olguyu fantastik bir şekilde anlatmak; okuyucunun o meseleyi/olguyu daha net bir şekilde görmesini sağlayacaktır. Özellikle gerçeküstü, büyülü gerçekçi, masalsı ve postmodern imkânların fantastikle bir arada, uyum içinde kullanılmasıyla çok farklı, melez diyebileceğimiz türler ortaya çıkmıştır.

Fantastiğin bir diğer imkânı da alışkanlıkların silikleştirdiği ve tamamen maddesel bir dünyaya hapsettiği insana, farklı dünyaların kapılarını aralaması, bir anlamda kaçış imkânı sağlamasıdır. Bu tür eserlerde yazar aklınıza sığacak ikinci bir dünya yaratır. O dünyada iş stresi, araba gürültüsü, ay sonu telaşı yerine; uçan yaratıklar, gizemli diyarlar, doludizgin serüvenler vardır. Kahramanla beraber okuyucu da gizemli diyarlara kapı aralayıp, doludizgin serüvenlerde ona eşlik eder. Sıkıntı ve stresini maddi dünyada bırakır. Fakat şunu da belirtmemiz gerekir ki; bir eser sadece fantastik türde olduğu için iyi eser anlamına gelmez. Hangi türde olursa olsun eserin kalitesini belirleyen dil, biçim, içerik üçlüsünün eserde uyum içinde olmasıdır.

Kadim edebiyatımızda Binbir Gece Masalları, Dede Korkut, Halk hikâyeleri, cenknameler, masallar gibi fantastik materyalin bolca olmasını da bir imkân olarak değerlendirebiliriz. Bu materyaller dil ve biçim yönünden günümüz imkânlarıyla yeniden ele alınıp yazıldığı takdirde, roman ve öykü alanında, ileride yerli bir fantastik damarın çıkacağını söylersek herhalde mübalağa etmiş olmayız. Bütün bunlara rağmen fantastik, edebiyatımızda yeterince keşfedilmemiş, mümbit bir alan olarak gözükmekte, bu alanda eser verecek yazarları beklemektedir.

  • Bu dosyayı Üsküdar Belediyesi hazırlasaydı şöyle derdi: İYİ Kİ FANTASTİK VAR! (AA)

NAİME ERKOVAN

İnsan, yaşadığı çağa uygun bir ifade biçimi geliştirir. Nasıl ki realizm, eser için gereksiz ayrıntılarda bile detaylı tasviri; sürrealizm bir sayıklama halini talep ettiyse, kendi zamanımız da bizden bir ifade şekli istiyor. Ayrıntıya boğulmuş uzun anlatılar, aşırı süslemeler, kurguyu hiçe sayan eserler vs. bizim sesimiz olamaz artık çünkü etrafımız acıyla kuşatılmış. Abartılı ve gerçekten uzak bir romantizme değil, Kafka’nın insanın içindeki donmuş denizi kırmasını istediği balta gibi eserlere ihtiyacımız var. Bunun için farklı bir söyleme yönelmeliyiz.

Fantastik öykü ya da roman, bu anlamda bir görev yükleniyor. Alışılmış dünyaya bir tekinsizlik bırakıyor. Üstelik bunu, büyük bir törenle ve duyduk duymadık kalmasın diyen bir edayla değil, sessiz sedasız yapıyor. Olağan dışılığı, olağan hale getirmesinde saklı onun gücü. Bu gücü yüzünden Gregor Samsa’nın böcekliğini ya da Buzzati’nin, merdivenleri tırmanan su damlasını ölene kadar zihnimizde çözümsüz bir gerçek olarak taşımak zorundayız. “Böyle de olabilir”i göstererek bakış açılarımızı çoğaltıyor fantastik.

Kanıksadığımız dünyaya, robotlaşmış zihinlerimizle bir tepki veremiyoruz. Hiçbir şey normal değil diyebilmek için fantastik anlatıya ihtiyaç duyuyoruz. Ama bu noktada da imkânlarını gözden geçirmemiz gerekiyor. Her sıra dışı anlatıya “fantastik” dememekle başlayabiliriz işe. Ardından, eserdeki fantastiğin dozunu ayarlamalıyız ve hepsinden önemlisi, “fantastik yapma gayretine” girmemeliyiz. Çünkü dili ve kurguyu zorladığımız zaman, eserin gerçekliğine zarar veririz.

İnsanı rutin cehenneminden çekip çıkaracak silkeleyici bir gücü vardır fantastiğin. O yüzden elbette yazılabilir fantastik öykü. Yoksa Borges, Kafka, Hoffmann, Tolkien, Le Guin gibi isimleri ve kendimi yok saymam gerekir.

YİĞİT DEĞER BENGİ

Fantastik, kısa öyküye yatkın bir tür müdür? Yoksa romana daha mı uygundur? Ve Fantastiğin imkânları nelerdir?

Bu soruyu cevaplarken genel olarak öykücülük hatta edebiyatın kendisine ait bir alanda gezinmeyip de sadece Fantastik’e odaklanmakta güçlük çektim. Çünkü fantastik türünde ya da diğer türlerde her türlü uzunlukta öykü zaten mevcut ve sanki bu sorunun cevabı hepsini de kapsıyor…

Ama soruyu anlıyorum, fantastik türünün popüler kültürün içindeki en yakıcı örneklerinden biri olan Yüzüklerin Efendisi’nin bin küsur sayfasının ölçü alındığını varsayıyorum. O halde şöyle de sorulabilir: “Fantastik bizi ‘başka’ bir dünyaya götürüyorsa, zaten elimizde kaç sayfa var ki koca dünyalar bir kısa öyküye sığsın?”

Okuduğumuz herhangi bir türden, herhangi bir öykünün görevi zaten bizi bu dünyadan alıp başka bir dünyaya götürmek değil midir? Bunu yaparken her türden öykücü kendi yaşamı kadar hayalin gücünü de kullanır, kendine bir sözler dünyası yaratır. Orhan Duru, Adam Öykü’nün 51. sayısındaki yazısında şöyle diyor: “Öykü hem düşlerden hem de yaşamdan kaynaklanır. Yalınlık, fantezi ve kurgu ister… Öykü yazarı yeni bir deyiş oluşturmaya çalışmalı. Bu deyişi okuyan hemen yazarını tanımalı.”

Peki fantastik diyarlara gitmek daha mı uzun bir deyiş ister? Fena halde bilindik bir örnek vereyim: “Gregor Samsa bir sabah, kabuslarla dolu bir uykudan uyandığında kendisini tiksinç, dev bir böceğe dönüşmüş halde buldu.” Tek cümle…

Artık bu dünyada olmadığımız kesin değil mi? Başka ve fantastik bir dünyada olduğumuzu anlamakla kalmıyoruz, o dünyanın kurallarına, atmosferine, kendi öykü dünyasına hizmet edecek duygulara dair net bir izlenimi hemen alıyoruz. Yazarın deyişini tanıyor ve bu deyişle yarattığı dünyaya hemen dalıyoruz.

Bir diğer örnek: Jack London’ın Star Rover’ı, yine ilk cümle: “Bütün yaşantım boyunca başka zamanların ve başka yaşamların varlığını hep hissetmişimdir… ve içimde başka kişilerin de varolduğunu.” –Çev: Neşe Olcaytu.

İki örnek de fantastiği bol bol kullanmış birer roman ama ilk cümlelerinden dünyamızı çoktan değiştirdiler. Bundan sonra anlatacakları öykünün uzunluğu sadece o öyküyü nasıl anlatmak istedikleriyle ilgilidir. Bir kısa öykü yarışması açsanız ve Kafka’nın bu ilk cümlesiyle başlayan ama sadece bir sayfa sürecek fantastik bir öykü yazılmasını salıverseniz, emin olun yüzlerce çeşit kısa fantastik öykülerle karşılaşacaksınız. Biliyorum çünkü çok kereler yapıldı.

Ama uzaklara gitmeye gerek yok; Dost Körpe’nin Günah Yiyen’i, İnci Aral’ın Ruhumu Öpmeyi Unuttun’u, Murat Başekim’in Hayalet Hikâyeler’i, Doğu Yücel’in tüm öyküleri, 2005 yılında Türkçenin çoğu fantastik öykücüsü ile birlikte hazırladığımız 1002. Gece Masalları sadece aklıma bir çırpıda gelen örnekler. Lovecraft’ten Ursula LeGuin’e, ülkemizde ise Orhan Duru’dan, Nazlı Eray’a, günümüz neslinin kısa öykücülerine kadar bu türde her uzunlukta yazan öykücü mevcuttur.

Peki başka ne bizi şüpheye düşürüyor olabilir, fantastik türünün sadece romana uygun olacağından? Uzun tasvirler, bol bol karakterler, her birinin büyülü özellikleri, tuhaf aksesuarları, masalsı, gizemli diyarlar, başka başka alemlerde gezinen yaratıklar, canavarlar vesaireler vesaireler…

Bir öykü anlatmaya karar verdiğimizde (roman, kısa öykü, sinema, dizi, çizgi roman; mecrası ne olursa olsun) o öykünün uzunluğunu tek bir şey belirler… O öykünün yazarı… Bizi hangi evrene daldırmak, nelerle karşılaştırmak istiyorsa bunu bir iki cümlede yapabilir, bir kere bile Lovecraft okuduysanız daha ilk birkaç paragrafta şunu anlarsınız: “Şu an öyle bir evrendeyim ki, bu evrende karanlık ama adı unutulmuş bir güç var. Öyle eski ki, yaşamın kendisi bile ondan korkuyor. Bu kadim kötülüğü dünyamıza taşımak isteyen bir odak var. Neredeyse adına karanlık bir tarikat diyeceğim, yobaz, kötücül ve en kötüsü de ölüme tapan bu insanlar o gücü kontrol etmeye çalışıyor ama tek yaptıkları başkalarının kabuslarını beslemek oluyor, çünkü insanoğlu karanlığa hükmedemez, sadece onun içinde kaybolur… Kaybolurken de sadece şu ilahiyi zikrediyorlar: Cthulhu Fhtagn!”

Ama Lovecraft bunların hiçbirini böyle yazmaz; korkunç bir olaya şahit olmuş bir kişinin, örneğin bıraktığı bir nottan, bir ses kaydından ya da sorgusundan metinlerarası bir insicamla sadece anlatmak istediği öyküyü anlatır ve o öyküsünü anlatırken zaten o dünyayla ilgili ve o öyküyü anlatmak için yazarın ihtiyaç duyduğu her şeyi öğrenmiş oluruz. Dahası bununla öykünün ötesinden, artık öykünün akışından değil, meta dünyasından, omurgadan bağlantı kurarız. Derdini anlarız… Bu dert, günümüzün dertlerine ne kadar yakın değil mi?

İşte fantastiğin bir imkânı da budur; söylemeden söylemektir. Fantastik, semantiğin dünyasına mahkûm değildir. Bu kadar söyleyeyim, siz anlayın…

Ayrıca bir öykü hangi türde olursa olsun öyküdür; hiçbir öykücü bir dünya yaratmadan öyküye girişmez. Dahası yarattığı dünyanın öyküsüne hizmet etmeyen yanlarını bize anlatmaz, tasvir de etmez. Öykücü, sadece yalın öyküsünü anlatır.

Yusuf Atılgan’ın (yine bir romandan da olsa) sinemadan yeni çıkmış, o aydınlanmış ama çok kısa ömürlü canlısını hatırlayın. Atılgan’ın “Aylak Adam Dünyası”nda yaşayan bu yaratığa neden ihtiyacımız vardı? Neden onu duyduk? Çünkü o öykü için bu canlı gerekliydi… Ama o dünyada olan başka canlılar da olabilirdi, kendisiyle tanışma imkânı bulamadım ama atıyorum elinden Karl Marx’ı yeni bırakmış daha uzun ömürlü bir canlısı da olabilir bu dünyanın. Ama bu hikâyede o canlının yeri yoktu. Fantastik öyküler için de tamı tamına bu geçerlidir. Uzunluğunu da elemanlarının çeşitliliğini de öykünün ihtiyaçları belirler, türü değil.

Fantastik türünde ya da tıpkı fantastik gibi binlerce yıllık hiç ölmemiş bir zincir gibi sağlam geleneği olan türlerde yazmanın sizi sayfalara sıkıştıran bir dezavantajı yoktur. Aksine, eğer geleneğinizi iyi biliyorsanız bunun tam tersi bir avantajı vardır. Metinlerarası olanaklarınız çok daha kuvvetlidir, hiç şüphesiz bu size daha kısa zamanda daha büyük şeyler anlatma fırsatı verir. İnsanların omurgalarına çoktan, belki binlerce yıl önce yerleşmiş metaforları kurmakla değil, artık onlarla oynamakla zaman geçirme imkânınız daha bir el altındadır.

İnci Aral’ın sevdiğim bir öyküsünün giriş cümlesiyle veda edeyim:

“Bana ayrılan odaya girer girmez, yalnız olmadığımı, içeride görünmez ama kıpırdayan, hafifçe parlayıp sönen, ustaca yer değiştirip saklanan başka birinin daha bulunduğunu hissettim.”