Sinemalı günler

NECİP TOSUN
Abone Ol

Yeşilçam’ın dine olan kayıtsızlığının hatta yabancılığının farkında. Zaman zaman küçük resimler, tonlar olarak bu kaygısını sinemasına serpiştiriyor ama asla bir düşünce, sinema anlayışı olarak yerliliği sinemasına taşıyamıyor.

30.08.1991, İstanbul

Müdür Baba dizisinin setindeyiz. Başrolde Fikret Hakan var. Biz ise sabah film çekimlerini yerinde görmek ve denetlemek için oradayız. Üç takım elbiseli ellerinde siyah çantalar dizilmiş çekimleri izliyoruz. Devlet Bakanlığı bu dizinin sponsoru, biz de devleti temsil ediyoruz. Fikret Hakan’ın yakın arkadaşı olan Öztürk Serengil dizide oynamamasına rağmen orada beliriyor. Biz Fikret Hakan ile konuşurken Öztürk Serengil bize doğru yöneliyor. Serengil bizim kravatlı, çantalı, takım elbiseli hâlimize bakıp önce bizi süzüyor sonra o bildik ağzıyla: “Yahu galiba burada çok devletü bir durum arz ediyor” diyor. O anda bizde ne ciddiyet kalıyor ne bir şey… Set kahkahaya boğuluyor. Serengil de bize katılıyor.

Fikret Hakan o sabah kameramanı yanına alıyor -yönetmen bizim yanımızda- on dakika sonra tekrar yanımıza geliyor. Sonra yönetmene dönüp “sana on dakikalık harika sahneler çektim. İstediğin yerde kullan.” diyor.

Fikret Hakan ile sinemadan, onun hayallerinden, hatıralarından konuşuyoruz. Küçük Ağa dizisindeki Çolak Salih rolünün unutulmaz olduğunu söyleyince gözlerinin içi gülüyor. Susuyor. Damlalar… Ona diyorum ki “Abi şu Türk sinemasını bi anlatsana?” Fikret Hakan koluma giriyor, hiç konuşmadan araba parkına kadar yürüyoruz. Sonra işaret parmağını ileri uzatarak “ilerideki şu eski Mercedes’i görüyor musun Necip kardeşim” diyor. “İşte benim Türk sinemasından tüm kazandıklarım. Başka hiçbir şeyim yok. İşte Türk sineması bu.” Çekimden sonra Öztürk Serengil ve Fikret Hakan bir köşeye çekilip zarları çıkarıyorlar. Ben de yapımcıya Fikret Hakan’ın durumunu soruyorum. O çok acımasız ve kestirmeden gidiyor; “Ya bunlar, kadında, kumarda, paraları yiyor sonra da ağlıyorlar.” Fotoğraf şu: Öztürk Serengil ve Fikret Hakan çömelmiş bir köşede zar atıyorlar.

Fatma Belgen ile konuştum, “Niçin sinemayı bıraktın Abla” dedim. “Bak” dedi, “herkese nasip olmaz. Akıllı bir koca buldum. Tamam dedim, buraya kadar.”

01.09.1991

Film yapımcısı Hüsnü Çetiner’in bürosuna girerken hemen girişte bir çocuğun oturduğunu görüyoruz. Yapımcı ilgi gösteriyor, “hoş geldin çocuk kral” diyor. On-on iki yaşlarında var yok. Biz içeri geçiyoruz o hâlâ girişte oturuyor. Hiçbir şey anlamıyorum. “Her gün gelir garibim.” diyor yapımcı, “Bizim Cüneyt Arkın’la çekilen bir filmde önemli bir rolde oynamıştı. Böyle her gün gelir bir iş çıkar mı diye. Orada oturur sonra sessizce gider.” Ya kral olacak ya hiçbir şey… Ortası yok.

Eylül 1991

Şu sıralar odama sık sık Osman F. Seden uğruyor. Uzun uzun sinemadan, hayattan, ideolojilerden, İslam’dan söz ediyoruz. Şu an Devlet Bakanlığı’na yedi bölümlük bir dizi teklif etti. Ben de o projeyi kabul eden ekipteyim. Biz ne dersek o oluyor. Bu süreçte sürekli birlikte oluyoruz.

Bürokratik işlerden iyice bezmiş. Bunu ironize eden bir tavırla, odama girerken önce ceketini ilikliyor, arkasından kafasını öne eğip topuk selâmı veriyor, sonra için için gülerek oturuyor. Bürokrasiyle dalgasını böyle geçiyor. Eli, bembeyaz sakalında, konudan konuya, hatıradan hatıraya atlıyor, müthiş sigara içiyor. Bu Yeşilçam’ın tonton dedesini zevkle izliyorum. Pek çok bildik artistlerin, şöhretli isimlerin adı geçtiğinde, “Evet,” diyor “onu da piyasaya ben çıkardım, o da benim günahlarımdan.”

Geçenlerde piyasa filmler yapmasını eleştirdiğimde şöyle dedi: “Biz toplum olarak aynaya baktığımızda neysek oyuz. Siz Ankara’da evinize gitmek için minibüse bindiğinizde, şoförün teybe Mozart’ın, Verdi’nin kasetini koyduğunu gördünüz mü? Görmediniz. İşte bizim kültürümüz, seviyemiz o. Gerçekçi olmak gerek. Toplumun kültür seviyesi nerede ise sanatçı onun bir adım, iki adım veya üç adım ilerisinde yürümek mecburiyetindedir. Üç kilometre ileri gideceğim dersen halktan koparsın.”

Yeşilçam’ın dine olan kayıtsızlığının hatta yabancılığının farkında. Zaman zaman küçük resimler, tonlar olarak bu kaygısını sinemasına serpiştiriyor ama asla bir düşünce, sinema anlayışı olarak yerliliği sinemasına taşıyamıyor. Yeşilçam karmaşasının, ekmek derdinin, onun dinî özlemlerinin üzerini sürekli örttüğünü düşünüyorum. Bu kafa karışıklığını yaşayan Seden, elbette “Ben, bikini ile bile İslâm’ı tebliğ ederim” diyecekti. Uzun uzun sinema tartışıyoruz. Sinemaya daldığımız bir günde odamın resmi bir büro olduğunun ayrımına varıp, “yahu senin burada ne işin var?” dedi.

Serdar Gökhan ile

Ekim 1991, Merzifon

Dizi çekimini izlemek için Merzifon’da bir oteldeyiz. Yönetmen Osman F. Seden. Dizide başrolde Serdar Gökhan oynuyor. Merzifon’a çekimleri izlemeye giderken, çocukluğumun starı ile sinemayı, anılarını konuşuruz diye kuruyordum. Ne de olsa dizinin senaryosu benden geçmişti ve senaryo danışmanıydım. Serdar Gökhan için yapımcı dedi ki, “arabasında tek bir kaset bulunur, o da mehter marşı.” Doğru muydu bilmiyorum ama aykırı, ilginç bir kişi olduğu kesindi. Bugün birkaç kez görüşme girişimimiz ikimiz için de hayal kırıklığı oldu. Yanımızda Osman F. Seden de oluyordu. Ama o çok az konuşuyordu. Önce star kompleksi sandım. Ama yanılmıştım. O, içine kapanmıştı. Bana sette en yaralı ve yalnız o geldi. Her akşam köşeye çekiliyor, kimsenin yanına gelmiyor, orada kendi dünyasına gömülüyor, kendini unutmaya, unutturmaya çalışıyordu. Sadece kendine meze getiren garsonla konuşuyordu. Aslında hikaye oydu, onun, ‘dokunmayın, yaralıyım’ duruşu.

Ekim 1991, Merzifon

Osman F. Seden’in yönetmenliğini yaptığı dizi filmin setinde set işçilerinden biriyle tanıştık. Ama ben onun yüzünü çok iyi hatırlıyorum. Hep turuncu atkıyla dolaşıyordu. Sonunda merakımı yenemedim yanına gittim ve “Ya” dedim, “kusura bakmayın sizi tanıyorum ama…” Önce yüzü sevinçle gülümsedi sonra “Abi boş ver, benim yüzümü herkes tanır ama adımı bilmez” dedi. “Nasıl?” dedim. “Abi ben 300’e yakın filmde oynadım. Hani filmlerde şarkı söyleyen artistlerin arkasında biri keman çalar ya, o adam benim. Zeki Müren’den Hülya Koçyiğit’e, Türkan Şoray’dan Ediz Hun’a. Sürekli keman çaldım.”“Müzikle mi uğraşıyorsun?” dedim. “Hayır abi” dedi, “ben keman çalmasını bilmem.”

Yılmaz Güney özellikle figüranlar, set işçileri arasında bir efsane. Ben onları bulup Yılmaz Güney’i tanıyanlara anlattırıyorum. Biri iyi tanıyor: “Abi” diyor “komünist diyorlar, kesin iftira. Yılmaz Güney çok iyi bir adamdı. Sete geldiğinde hepimize para dağıtırdı. Delikanlı adamdı. Bir kez Nebahat Çehre’nin başına bir bardak su koydu. Karşısına geçti, belinden tabancasını çıkardı nişan aldı. Nebahat Çehre korkusundan titredikçe bardak da Nebahat Çehre’nin başında sallanıyordu. Yılmaz Abi silahını ona doğrultmuş bir hâlde ‘oynama’ diye bağırıyordu. Abi, Nebahat Çehre korkusundan altına …” diyor.

Osman F. Seden ile

Ekim 1991, Merzifon

Yönetmen Osman F. Seden ile küçük bir taşra otelinin lobisinde, Türk sinemasını konuşuyoruz. Ben lafı dolaştırıp sonunda sinemadaki “star” sistemine getiriyorum. Çünkü Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Kemal Sunal ile sayısız filmi yaptı onları star seviyesine yükseltti. Seden bu soruya şöyle cevap veriyor: “Star sistemini Türkiye’de ben kurdum. Bugünkü aklım olsaydı tövbe haşa böyle şey yapmazdım. Bunun günahı a’sından z’sine kadar bana ait. O günah. Hakikaten günah. Pişmanım. Bakın şöyle bir örnek vereyim. Star üzüme benziyor. Sen ‘aa ne güzel üzüm’ diyorsun üzümden ses geliyor: ‘Ah canım ağabeyciğim gel beni ye’ diyor. Sonra ‘a canım ağabeyciğim, benim ne güzel şıram yapılır’ diyor, onu da yapıyorsunuz. Ondan sonra ‘sirkem de harika olur’ diyor ve siz onu da yapıyorsunuz. Tam içecekken ‘çek elini lan’ diyor. Ve sonra keskinleşiyor, keskinleşiyor kendi testisini kırıyor.”