Sevilla’dan Granada’ya
Her an beni gözetliyor, zaaflarımı kontrol ediyor olabilir. Geçen hafta sonu eve dönerken sokağın köşesinde Mithat’ı gördüm mesela. Bahçenin çitlerinin önünde durmuş bizim evi gözetliyordu. Nermin o sırada balkonda ya da pencerede olmalıydı. Seni aşağılık herif, ne cüretle karımı izlersin!
Sevilla’dan Granada’ya, sessiz alacakaranlığında gecelerin İşitilir serenatlar, işitilir şakırtısı kılıçların Çok kan dökülür, çok şarkılar söylenir güzeller uğruna Ben de kan dökecek, şarkı söyleyeceğim en güzel olana
Çaykovski
On yıl önce çocukluk arkadaşım Talat başından vurularak öldürüldü. Olayın görgü tanığı yoktu ama herkes onu Mithat’ın öldürdüğünü biliyordu.
*
Günlerdir uyuyamıyorum. Gecenin geç saatlerinde, Nermin uyuduktan sonra, evimizin karşısındaki müstakil eve bakıyorum. Işıklar sönük ama Mithat uyanık. O da uyuyamıyor. Buraya niçin geldiğini ikimiz de biliyoruz. Nermin huzursuzluğumun farkında. Neler olduğunu soruyor, cevap veremiyorum. Bazen pencere kenarında yakalıyor beni. Korkacak bir şey yok, dalgınım sadece diyorum, inanmıyor. Geçen gece yemek masasının karşısındaki deri koltukta uyuyakalmışım. İnsan uykuya ne zaman dalar bilinmez. Uyandığımda kendimi çok kötü hissediyordum. Zamansız uyanmış olmanın verdiği bir esriklik ile doğrulup komodindeki lambayı yakmaya çalıştım. Galiba başardım da. Çünkü yemek masası ve yanındaki kitaplık bir anda aydınlandı. Saat sabahın dördüydü. Pencerenin yanına vardım ve karşı eve baktım. Perdenin ardından Mithat’ın evin içinde yürüdüğünü gördüm.
Bir anlığına da olsa benden haberi varmış gibi geldi. Mithat arkadaşım değildi, onu sevmezdim. Ama bir katil de değildi. Onu son gördüğümde polis aracına tıkıp götürüyorlardı. Bir insanın suçlu olup olmadığını gözlerinden anlayabileceğimizi söyleyen o aşağılık polisiye romanlardaki gibi masum bir bakış görmüştüm Mithat’ın bakışlarında. Talat’ı hangi canice istekle öldürmüş olabileceğini kestirmek güçtü. Bir şey dışında. O da Talat gibi aynı kızı seviyordu, Nermin’i. O gece, Nermin bir rüya gördüğünü söylemişti:
“Rüyamda büyük bir ormanın içindeyim. Talat’la birlikte yürüyoruz. Bir şeyler anlatıyor bana. Ne olduğunu hatırlamıyorum. Bir nehrin kenarından geçiyoruz. Çalıların ardından dolaşıp ormana yöneliyoruz. Sonra gökyüzü kararıyor. Simsiyah bulutlar sarıyor etrafı. Göz gözü görmüyor. O karanlıkta Talat’ı kaybediyorum. Bir çığlık duyuyorum. Talat! diye sesleniyorum. Cevap vermiyor. Koşuyorum, koşuyorum, nefesim kesiliyor. Sonra ilerde bir karaltı görüyorum. Vardığımda Talat’ı yerde buluyorum. Arkamdan bir ses geliyor. Dönüyorum, bir de ne göreyim! Bir kurt... Kara, kapkara dişlerini geçirmek için bana atılmayı bekleyen bir kurt. Çok tanıdık gelen bir çift gözbebeği vardı kurdun. Hayriye Hanım’ın köpeğininki gibi. Tam üzerime atılacaktı ki uyanmışım.”
Hayriye Hanım yan komşumuz. Elli yaşlarında bir dul. Bir kızı vardı, öldü. Kızının ölümünden kısa süre sonra kaniş cinsi bir köpeği evlat edindi. Onun için işler hiç de yolunda gitmiyordu. Günün birinde kızının ruhunun köpeğine geçtiğini söylemeye başlamıştı. Kızının işlediği günahlar yüzünden öldüğünü, zavallı kadının durumuna çok üzülen Tanrı’nın da kızını köpek olarak ona yolladığını söylemişti market dönüşü bir karşılaşmamızda.
Günden güne daha çok bağlanmıştı köpeğine. Arada sırada, yürüyüşe çıktığım pazar öğleden sonraları örneğin, onu kızıyla birlikte parka giderken görüyordum. İlerleyen yaşına rağmen üşenmeden kaydıraktan kayıyor, salıncağa biniyor, koşup oynayan çocuklarla eğleniyordu. Başka bir şey gördün mü, dedim elimde tuttuğum fincanı koymak için bir yer ararken. Özel bir şeyler beklediğimden değil. Talat’ı severdim. O da Nermin’i severdi ya, o başka. Onu özel kılan şeyin ne olduğunu merak ediyordum. İçimi kemiren o dayanılmaz kıskançlığı yeniden hissettim. Başka bir şey gördün mü rüyanda, beni gördün mü mesela? Seni görmedim ama Talat’ı gördüm, dedi. Dalgın bakışlarını gözlerimden kaçırdı. Ne tuhaf değil mi? Seninle o zamanlar tanışmıyorduk bile. Gözlerini gözlerime mıhladı. Bir cevap bekliyordu. Ne diyebilirdim ki. O zamanlar beni fark edemeyecek kadar uçarıydın. Seni elde etmek için nelerden vazgeçtim diyemezdim ya.
Dışarıda çıt yok, rüzgâr bile esmiyor. Deri koltuktayım yine. Elimde yarısı içilmiş bir kahve fincanı. Dizimin hareketlerini takip ediyorum. Sol omzumdaki ağrı şiddetleniyor, çok oturmaktan tutulmuş olmalı. Arada bir sokaktan geçen arabaların sarı neon ışıkları odayı aydınlatıyor. Bacak bacak üstüne atıyorum, elimi bacaklarıma koyup titremeye başlıyorum sonra. Keşke namuslu insanlar gibi olabilseydim. Keşke başımı yastığa koyduğumda uyuyabilseydim. Bütün bunların yaşanmaması için neler vermezdim. Aklımı meşgul eden düşünceleri bir kenara bırakamıyorum. Mithat’ın ne yapacağını kestirmek güç. Bakarsınız beni öldürür. Talat’ın kaderini bana biçer. Bunun için uyanık olmak zorundayım. Her an beni gözetliyor, zaaflarımı kontrol ediyor olabilir. Geçen hafta sonu eve dönerken sokağın köşesinde Mithat’ı gördüm mesela. Bahçenin çitlerinin önünde durmuş bizim evi gözetliyordu. Nermin o sırada balkonda ya da pencerede olmalıydı.
Seni aşağılık herif, ne cüretle karımı izlersin! Dalga dalga büyüyen, büyüdükçe durdurulamaz, önlenemez bir hale gelen öfkemi dizginlemek zorundaydım. Beni fark ederse her şey daha da zor bir hale gelebilirdi. Hiçbir şeyden kuşkulanmayan bir adam edasıyla kapıya vardım. Anahtarı cebimden çıkarmak için elimi cebime attım. Her zaman olduğu gibi, o lanet olası anahtar en lazım olduğu yerinde yoktu. Ceplerimi kurcalayıp anahtarı en nihayetinde buldum. Elim titreye titreye kapıyı açtım ve içeri girdim. Nermin mutfaktaydı. Daha önce görmediğim bir tabakta bir dilim pastayı iştahla yiyordu. Hayırdır, dedim yüzümdeki gergin ve dikkatli ifadeyi dağıtmak için gülümseyerek. Bugün özel bir gün mü?
Karşı komşumuz, dedi ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra. Şu yeni taşınan adam. Bugün bize geldi. “Niye gelmiş?” “Seni sordu. Evde yok dedim. Müsaade istedi, tanışmak istiyormuş. Ben de buyur ettim.” “Tanımadığımız bir adamı ben yokken eve mi aldın?” Pastadan başını kaldırmasını bekledim. “Adamı öylece kapı dışarı mı etseydim yani?” “Hırlı mı hırsız mı bilmiyoruz. Ya kötü niyetli biri olsaydı?” “Tatlım abartma lütfen. Kötü bir niyeti olsa tanışmaya gelir miydi hiç?” Tanıştığımız herkes iyi niyetli olacak değil ya. Sözünü ettiği o adam benim çocukluk arkadaşımı öldürmekten suçlandı. Seneler sonra beni bulmasını, evimin karşısına yerleşmesini izah edecek tek bir gerekçe var. Bunu ikimiz de biliyoruz. Mithat o bilindik serserilerdendi. Arkadaşı Cemal ile birlikte eski mahallemizde, berber Reşit’in dükkânının önünde pineklerdi. Talat ile arada bir berberin önünden geçerken bakışırdık. Talat bu çocuktan hazzetmezdi. Nermin’i tavlamak için aralarında yarışırlardı. Yakışıklı çocuktu Talat.
Kötü işlere bulaşmamış olsaydı belki her şey daha farklı olacaktı. Belki Nermin’le evlenirdi, belki ben kahrımdan ölürdüm. Öldürülmeden kısa bir süre önce Nermin’i sevdiğini söylemişti bana. Nermin bizim mahallede oturmuyordu o sıralar. Arada sırada arkadaşını görmek için gelirdi mahalleye. Güzel kızdı Nermin. Mithat’ın onu sevdiğini de bilmeyen yoktu. Mahalledeki çakallar yan gözle bakmasın diye racon keser, adam döverdi. Tabii bunlardan Nermin’in haberi olmadı. Nermin biraz uçarıydı. Bizim ulaşamayacağımız, uzaktan bakıp keşke diyeceğimiz tipte biri. Onunla konuşma cesareti gösteremezdik. Talat başka. Mahalleye her geldiğinde önünü keser iltifatlar ederdi. Eh, marifet iltifata tabidir derler. Nermin’in de hoşuna gidiyordu bu durum. Yanından her geçişimizde göz ucuyla bizi süzerdi. Mithat da bunu kendine yediremiyordu işte. Günün birinde sıkı bir kapışma olacağını biliyorduk.
Mahallede ne kadar it puşt varsa bu günü bekliyordu. Esaslı bir kavga görmeyeli uzun zaman olmuştu çünkü. Talat’ın öldürüleceği ise kimsenin aklına gelmemişti. Olaydan sonra Mithat tutuklandı. Sonra delil yetersizliğinden salındı tabii, o ayrı. Birazdan gün doğacak, insanlar işe gitmek için uyanacaklar. Yukarı çıkıp yatağa girmem lazım. Keşke Nermin’e her şeyi anlatabilsem. Ona üzgün olduğumu, bütün bunların yaşanmamış olmasını dilediğimi söyleyebilsem. Mithat beni öldürmek için geldi, seni benden almak için her şeyi yapabilir diyebilsem. Bana şaşırmış gözlerle bakıp, Sen ne dediğinin farkında mısın Enver, o adamı tanıyor musun, deyip benden bütün hikâyeyi dinlemek istediğinde ona ne diyeceğim? Keşke sana masum olduğumu söyleyebilsem. İçimi kemiren bu habis duygudan, bu illetten bir an olsun kurtulmak, vahşice düşünceleri durdurabilmek için neler vermezdim.
Dışarısı aydınlanmaya başladı. Daha fazla bekleyemeyeceğimi biliyorum. Vakit kaybedemem. Birazdan Nermin’in alarmı çalacak. Beni yanında göremezse merak edecek kuşkusuz. Her ne yapmam gerekiyorsa onu bir an önce yapmak zorundayım. Kolumun uyuştuğunu hissediyorum, dışarıdan kuş cıvıltıları geliyor. Dışarı çıkıyorum. Garaja gidip, takım çantasını açıyorum. Aradığımı buluyorum. Alt çekmecede mermileri koyduğum torbayı da. Yedi altmış beşlik Beretta’mı inceliyorum. Harika görünüyor. Elime almayalı uzun zaman olmuştu. Hava, yapmam gereken için fazlasıyla aydınlandı. Bahçeye çıkıp etrafa göz atıyorum. Her şey derin bir sessizlik içinde. Bahçe çitini aşıp karşı eve yöneliyorum. Üzerinde Talat’ın kanı olan o silahla Mithat’ı öldürmeye gidiyorum.
- İnsan gerçekten hayret ediyor, yazabileceklerinin sınırı yok, belli bir kalem terbiyesi edinmişsen ortalamanın üzerinde bir metin çıkarmak için yapman gereken sadece hayal etmek. Düşünsene, düşün yahu düşün. Karakterin herkes olabilir, mekan her yer olabilir, her şey ama her şey sırf sen o an hayal ettin diye yazılabilir. Yapman gereken sadece hayal etmek. Ama sen kalabalıklar arasında yalnız adamı, hikaye yazmaya çalışan yazarı, Sartre okuyup bunalmış enteli, kasaba dedikodularını ya da daha kötüsü kendi zavallı hikayeni yazıyorsun. Tüh sana! (Sana derken kendime de diyorum elbette.) Halbuki sen ejderhaları, melekleri, perileri, ne bileyim bir gece yürüyüşü sırasında tökezleyip o sırada yerde açılan çatlaktan Deli Dumrul’un yanına düşen bir askeri (attım) yazsan bile yazdığın eninde sonunda kendin olacak. Kendinden başkasını zaten yazamayacaksın. Öyleyse neden kendini yazmaya çalışıyorsun? Anlamıyorum. (AE)