Santiago Nasar
Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi1♣ adlı romanını ilk okuyuşumda Santiago Nasar’ı zenginliğinden ötürü şımarık, çapkın ve romanın sonunda onu bıçaklayan ikiz Vicario kardeşleri de davalarında sonuna kadar haklı bulmuştum. Ben de olayı bir namus cinayeti olarak değerlendirmiş, “başkasının derinlikleri ile oynayanların hali tekin değildir” düşüncesine sonuna kadar inanmıştım. Romanın sonlarına doğru o felakete yaklaşırken anlatıcının romanın içinde bir karakter olan Luisa Santiaga’dan aktardığı gibi “her zaman ölüden yana olmak gerek”tiği (s.27) izlenimiyle Santiago Nasar’a acımış, bağırsakları boşalınca da çok üzülmüştüm. Ama ikinci okuyuşumda metin kendini iyiden iyiye açtı. Francesco Rosi’nin 1988 yapımı, başrollerini Ornella Muti’nin ve Rupert Everett’in oynadıkları Kırmızı Pazartesi uyarlamasını da metne derinlikli dalmamda faydalı olacağı kanaatiyle dikkatle izledim.
Yönetmen Francesco Rosi’nin bir roman karakteri olarak Santiago Nasar’a nasıl baktığı ve onu nasıl yorumladığı da benim için önemliydi. Romanda da, filmde de açılış bir rüyayla gerçekleşiyordu. Romanda “(Santiago Nasar) rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş; ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı” (s.11) şeklinde görülen rüya, Rosi filminde ağır çekimde beyaz elbiseleri ile ormanda koşan Santiago Nasar şekliyle verilmiş; kuşlar bir korku durumu içinde panik halde göğe doğru kanat çırpmış ve Nasar’ın üstüne üstüne gelen kuş pislikleri sekansları ile rüya sona ermişti. Rüyasında Santiago Nasar’ın bembeyaz elbisesi dikkat çekiyordu. Sadece bu rüya bile, daha metnin başlangıcında Nasar’ı bembeyaz, masum bir elbiseyle gösteriyor, aynı zamanda bu beyaz elbisenin kefen çağrışımı/imgesi de okura/izleyiciye sunuluyordu.
Bir gün önce gerçekleşen düğünden dolayı, biraz da yorgun olduğundan üstündeki elbiseleri ile yatmış, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için de kısa bir uykudan sonra aynı tip elbiseleri giymiştir Nasar. Beyaz elbisesinin bir karşılama elbisesi olduğu bilgisi de verilmiş olur böylelikle okura. Rüyada panik haldeki kuşlar, işlenecek cinayeti bilip de bu haberi Santiago Nasar’a bir türlü yetiştiremeyen toplumu, topluluğu; kuş pislikleriyse onun beyaz gömleğini (masumiyetini) lekeyen bir çamur atma, bir bok atma olarak uğradığı iftirayı, saygınlığının leke aldığını imliyordu. Metnin ve filmin sonunda kanla lekelenmiş gömleğin durumu, o korkunç cinayet bizlere daha metnin ve filmin başında rüyayla sunuluyordu. Romanın Gıl Vicente’den giriş alıntısı “Aşk avına çıkmak, şahinle avlanmak gibidir”de, aşk avına çıkanın erkek olacağı inancına kapılmıştık. Hep Santiago Nasar’ı “avlanan” olarak zihnimizde canlandırıyorduk. Santiago Nasar’ın zengin olduğu ve haftalık hobi yelpazesinde şahiniyle birlikte keklik avladığı da metinden biliniyordu.
“Keklik mevsiminde eğitilmiş şahinleriyle birlikte öteki gereçlerini de birlikte götürürdü”(s.12) Düz bir felsefe kotarıldığında metinden Nasar’ın Don Carlos gibi, Casanowa gibi yakışıklılığından, kendinden genç ve toy kızlara baktığı, onları avladığı sonucu çıkarılıyordu. Bunu film ve kitabın başlangıcında kendi evinin hizmetçiliğini yapan Divina Flora’ya karşı tutumundan da görebiliyorduk. Divina’nın yine aynı evde yıllarca hizmet veren annesi, Victoria Guzman, kızına sarkan Santiago Nasar’a “Ben hayatta olduğum sürece o pınardan içemezsin” (s.16) diyerek Santiago Nasar’ın çapkın tavırlarına karşı koymuştu. Bu çapkınlık elbette bizlere açık olarak verilmekteydi. Babası İbrahim Nasar’ın hal ve hareketleri, huyları ve karakteri oğlunda bir nevi devam ediyordu. Fakat bir de işin başka bir yönü vardı. Duruma eril perspektiften baktığımızdan, hep avlayanın erkek olduğunu düşünmekle hata mı yaptık düşüncesine de kapılmıyor değildik.
Bir erkek aşk avına çıkar. Mutat olan da budur. Bir kadının aşk avına çıkışını, Columbia ya da Latin Amerika ülkelerinde kadınların da avcı olabileceklerini acaba hiç göz önüne almış mıydık? Bunu da metin ikinci kez okunduğunda Gabriel Garcia Marquez’in bizi düşüreceği tuzağa ancak dikkatli okumalarla varılabileceği şüphesiyle ulaştık. Santiago Nasar çevrede tüm kızların aşık olduğu “güzeli” temsil ediyordu. Kızlar, Nasar’ın bakışlarında mutluluk buluyorlardı. Belli Angela da ona aşıktı. Angela’nın Santiago Nasar’a aşık olduğunu şöyle çıkarsayabiliriz. İlerde evleneceği adam Bayardo San Roman ona hangi evin bu yörelerin en güzel evi olduğu sorusunu sorduğunda Angela’dan “Dul Xius’un evi” yanıtını alınca çok yüklü bir meblağ karşılığında aslında evini satmak istemeyen, evinin her tarafında ölmüş eşinin anıları olan adamın gururunu rencide ederek parasıyla –adeta onu aşağılayarak- onun evini satın alır.
Angela’nın bu olayda sorulan soruya “en güzel” yaftasını yapıştırması, gerdek gecesi bakire olmadığı için evine geri getirilen Angela’nın anne ve ikiz kardeş baskısıyla kendisine tecavüz edenin kim olduğu sorusuna da “en güzel” bir erkek ismi verdiği düz mantığını getirir akla. Evin güzelliği nasıl doğrudan Dul Xiu adını zihninin karanlığından çıkarmışsa, yine kendisine yapılan baskılarla sorulan sorulara güzelliğinden Santiago Nasar ismini zihninin karanlıklarından çıkarıverdi denilebilir. Dolaysıyla yörenin kızlarıyla Angela arasında elbette bizim tahmin edebileceğimiz bir yarış da vardır. Angela’nın diğer kızlardan biraz daha yaşlı olduğu düşünülecek olursa, Santiago Nasar’ı elde etme yarışında diğer güzel kızlara nazaran biraz da dezavantajlı olduğu düşünülebilir. Santiago Nasar’ın bir yakını olan anlatıcımıza Angela için “Şu senin salak kuzenin artık kız kurusu oldu çıktı” (s.35) sözü de Nasar’ın Angela’ya olumsuz bakışını ortaya koymaktadır.
Angela ansızın uzak diyarlardan evlenmek için çıkıp gelen zengin Bayardo San Roman’ın kendine âşık olduğunu ve kendisiyle evlenmek istediğini görünce onu sevmediği ve onunla evlenmemek için annesine, arkadaşlarına durumu anlatır ama onlar toplumsal baskıya boyun da eğdiklerinden “aşkın da öğrenilir bir şey” (s.37) olduğunu, emek istediğini peşinen kabul etmişlerdir. Santiago Nasar yarışında dışarda kalan Angela Vicario kiminle sevişmiş ve bekâretini kaybetmişse, bekâreti de olmadığı için evlenmeyi, gerdek gecesine girmeyi kesinlikle istememektedir. Bunu okur olarak bizden saklar. Hatta arkadaşları, durumu bildiklerinden kendisine gerdek gecesi güveyi aldatma, kandırma yolları önerirler. Bu işin hileleri vardır ve umudu artık o hilelere kalmıştır.
Onu sarhoş yapmak, aklının başında olmamasını sağlamak, kimyevi maddelerle hala bakire olduğu yolunda oyunlarla kocasını kandırmak gibi. Kiminle yatmışsa onun öldürüleceği felaketini de böylelikle saklamış olacaktır bir nebze Angela. Ama Bayardo San Roman kandırılacak biri değildir. Gerdek gecesinde de onca içeceklerden bir türlü sarhoş olmamıştır, aklı başındadır. Bu tuzağa düşmez. Angela’nın bakire olmaması nedeniyle onu evine geri getirir. Felaket de işte bu anda başlar. Anne ve ikiz kardeşler onu sıkıştırarak bunu ona kimin yaptığına dair isim isterler ondan, ismi söylememek için direnir Angela ama sonra Santiago Nasar’ın adını verir: bunu nasıl yaptığını roman bizlere şöyle anlatır:
“Kız, onun adını ancak söyleyebilecek kadar bir süre duraksamıştı. Karanlıkların içinde aramıştı o adı, bu dünyada ve öteki dünyada birbirine karışmış onca ad arasından ilk bakışta bulup çıkarmıştı onu; tıpkı ölüm fermanı ezelden beri yazılı olan iradesiz bir kelebekmiş gibi, isabetli bir atışla onu duvara mıhlayıvermiş. “Santiago Nasar”, demişti.(s.47)
Aşkın bir avlanma olduğunu, onda avcının ve avın bulunduğunu dillendirmiştik. Ters bir perspektifle erkeğin değil de bu topraklarda kadınların da avcı olabileceği tezine dikkatlice eğilmekte fayda vardır. Santiago Nasar’ın romanda Angela ile ilişkisi üzerine hiç durulmazken, okura bu hususta küçücük bir ipucu bile verilmezken yine Nasar’ın önceki yıllara ait çapkınlıkları üzerine uzun uzun durulur. Daha gençlik dönemlerinde, 15 yaşlarındayken Nasar’ın Maria Alejandrina Cervantes’e aşkı anlatılır. Maria bir hayat kadınıdır. Santiago ona ilk görüşte aşık olur. Anlatıcı olan arkadaşı onu uyarır ve ona şunu söyler: “Savaşçı balıkçılla düşüp kalkmaya cesaret eden şahini tehlike bekler” (s.61).
İlginç olan erkek avcı imajından kadın avcı imajına burada yeniden bir gönderme vardır. Anlatıcı bu aşkı okura sunarken Maria’yı “sirenlere” benzetir. Siren’ler, Yunan mitolojisinde büyüleyici şarkılarıyla denizcileri tehlikeye düşüren yarı kuş, yarı kadın yaratıklardır. Avcı olan burada da kadındır, av olan erkektir, Santiago Nasar’dır. Bu hayat kadının kucağından babası İbrahim Nasar onu “kayışla döve döve” (s.62) çekip alır. Kırmızı Pazartesi romanında Angela’nın hırsı, kini, nefreti, kıskançlığı, aşkının gözünün körlüğü onu avcı konuma getirmiş Santiago Nasar’ı ise bir av konumuna indirgemiştir. Alıntıda “iradesiz bir kelebek” olan yani “zayıf olan” yine Santiago Nasar’dır.
Peki, metin bize bir belirsizlikle kendini açmıyor ve bize bilgi sunmuyorsa Angela’nın “Santiago Nasar” ismini neden verdiğini nasıl ortaya çıkaracağız? Bu bilgi romandan da filmden de doğrudan elde edilir bilgi değil. Ancak sıkı okumalarla, yazarın anlatıdaki tuzaklarını aşarak, anlatıcının kullandığı dilin taraflı olup olmadığından, okurun üstünde bulunan yazar ve anlatıcının sızdıracağı bilgilerden bunu çıkarabiliriz. Bu da bir şekilde alımlama estetiğinde kendi tezimiz olarak, okur görüşü olarak kalakalır. Biz okurlardan saklanan bilginin şu olduğunu düşünüyorum: Angela, Santiago Nasar ismini verir, çünkü ona aşıktır.
Sevmediği birinin kendine talip olmasıyla onu sevme, ona aşık olma, onun bakışlarından nasiplenme yarışından uzak kalmış bir kızın kaynağı kurutma girişimi olarak değerlendiriyoruz onun adını verişini. Santiago Nasar adını kardeşlerine o yüzden verir. “Benim olmayacaksa, kimsenin olmasın” duygusudur bu. Franceso Feri’nin Kırmızı Pazartesi filminde Nasar’ın arkadaşı yıllar sonra memleketine geri döner ve Angela’yı hala orada yaşıyor ama yaşlanmış bulur. Angela’ya “Kimi korumak için Santiago’yu kurban ettin” diye bir soru sorar. İzleyici bu sahneden bir cevap alamaz. Angela her kimi koruduysa korumuştur. Kimi koruduğu ne roman okurları ne de film izleyicilerinin asla bilemeyecekleri bir soru olarak akıllarda kalacaktır.
Santiago Nasar’a yazarın daha doğrusu metin içine yazarın yardımıyla sarkan anlatıcının perspektifi hep olumludur. Onu beyazlar içinde gömlekle, onu yukarıdaki alıntıdan da görebildiğimiz gibi iradesiz bir kelebek olarak değerlendirir. Kefeni ile bembeyaz, duruluğu ve masumiyeti ile bembeyaz libaslarla gezen Nasar’dır. Kıskaçlığın karanlığıyla ona ulaşamayınca, umudu artık yitince, Santiago Nasar’ı elde etme yarışından kopunca onun ölüm fermanını imzalayan, “isabetli bir atışla onu duvara mıhlayıveren” (s.47) Angela’dır.
Bir iftiranın edebi eserde böylesine etkili görüldüğü başka bir eser de Franz Kafka’nın “Dava” adlı kitabıdır. Bu romanda da romanın kahramanı Joseph K. kendi yatak odasında, en mahrem alanında bir mahkeme heyetini karşısında bulur. Anlatıcı, Joseph K’ya birilerinin iftira atmış olabileceği hususuna okurun dikkatini çeker. Santiago Nasar’ın olduğu gibi Joseph K.’nın da romanda başına gelmedik kalmaz. Dava’nın prolog ve açılış cümlesini buraya almakta fayda görüyorum:
“Birileri Joseph K’ya iftira atmış olmalıydı çünkü bir sabah kötü bir şey yapmamış olmasına rağmen tutuklandı.”
Joseph K. romanda kendine iftira atanı bulamaz. Roman boyunca kendini yargılayacak, alnına sürülen kara lekeden onu kurtaracak bir merci arayıp durur ve bulamadan da aynen Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”nde olduğu gibi iki iri kıyım adam tarafından yine aynen bıçakla boğazlanır. Her iki metinde de bir cinayetin arka planı toplumsal ilişkilerle, toplumsal yozlaşmalarla inceden inceye eleştirilir. Suçu gerçekleştiren kişileri sadece izlemekle kalan bir kitlenin de nerdeyse katil olduğu tezi çok önemlidir her iki metinde de.
Franz Kafka’nın “Dava”sıyla Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” arasında benzerlikler gözden kaçmaz. İki metin de yatak odasında, yatakta açılışı gerçekleştirir. İki metinde de iftira laytmotiftir. Joseph K. kendine atılan iftira ile huzursuz olur. Masum olduğunu, bilmediği arayıp bulmak istediği bir mercie kanıtlamaya çalışır ve bunu bir türlü kendi çabasıyla, içerden, kendi mücadelesiyle de başaramazken; Santiago Nasar’ın uğradığı iftira kendi dışında tüm topluluğun çabasıyla göz önüne serilir. Joseph K. iftiranın varoluşundaki lekesini metin boyunca temizlemeye sonsuz ve sınırsız gayret gösterirken, Santiago Nasar uğradığı iftiradan bile haberi yoktur, karnı deşilmeden biraz önce sadece kaçmaya vakit bulduğunda iftiraya uğradığını öğrenir. İki karakter de çapkındır. Joseph K. Bayan Bürstner’i görünce ona şehvet duyar. Metinde bu şehvet şöyle geçer: “Onu yakalayıp ağzından öptü, sonra da zorlukla keşfettiği kaynağa atılan susamış bir hayvan gibi, yüzünün her yerini öptü.”
Buradaki “kaynak” sözcüğü çok önemlidir. Santiago Nasar aynen Kafka’da olduğu gibi hizmetçiliğini yapan Flora adlı genç kıza ergenliğe girdiğinden dolayı da sarktığından Flora’nın annesi ona “sakin ol beyaz adam, ben hayatta oldukça sen o pınardan içemezsin” der. Daha garibi ise Joseph K. bütün mücadelesi ile varlığını yıpratırcasına kendi masumiyetini göstermeye çalışırken bir şekilde suçlu bulunup romanın sonunda iki iri kıyım siyah giyimli yasayı temsil eden adamla aynen Nasar’ın da öldürüleceği bir bıçakla hayatına son verilirken, Marquez de Kafka gibi namus cinayetini işletecek kişiyi tek bir karakter seçmez, iki kişi yani “ikiz” seçer. İkiz ellerinde domuzların bile bağırsaklarını deşebilecek keskin bileyilenmiş bıçaklarla Nasar’ı öldürürler.
İki romanda da ölüm öncesi etraftakiler sessiz kalır. Joseph K.’nın boğazlanışında uzaklarda silüet şekilde görülen, yardım etmek isteyip istemediği belli olmayan birinin bir yardımı ulaşmaz kendine. Marquez zaten toplumsal çürümeyi romanın alt başlığında “İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü” diye verir. İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayet neden önlenemez? Bu kişisel bir suç mu, toplumsal suç mudur? Göksel bir oyun ve ceza mı vardır işin içinde? Kötü talihi ve kaderi burada nereye eklemlemelidir? Marquez’in bir Kafkasever olduğu kesinlikle söylenebilir.
Kırmızı Pazartesi’ne yeniden dönecek olursak metnin çoğul okumalara açık bir metin olduğu gerçektir. Teolojik bir okuma ile bu romana bakıldığında Santiago Nasar’ın isim ve soy isminin boşuna seçilmediği, bunların bir göndergesi olduğu gerçeği ortaya çıkar. Santiago içinde “Saint”i, Nasar da Nasrani anlamında Hz. İsa’nın kavmini imler. Zaten Nasar sülalesinin Arap olmaları bu fikri doğrular. “Aziz Nasıralı” anlamına da böylelikle erişilmiş olunur. Tanrı peygamberleri nasıl seçerse, roman yazarı Marquez de anlatıcı yardımıyla protagonisti, esas oğlanı böylesi teolojik göndergesi olan bir isimle donatır. Metinde o yüzden beyazlar içindedir.
Çilesine (Passion) doğru evrilirken aynen Hz. İsa’ya nasıl döneminde insanlar acımamış, ölümüne şahit olmuş ve izlemekten daha fazlasını da yapmamışlarsa, İsa’nın çektiği çilelere sessiz kalışla bir anlamda suçlu da olmuşlarsa bu romanda da Santiago Nasar’ın çilesine doğru evirilen süreçte o kasabada yaşayanlar, o kitle mahza suçludur. Görevlerini iyi yapmayan albaydan, akrabalara, arkadaşlara, tanıklara, dükkân işletenlere -sütçü hariç- herkes talihin de garip oyunlarıyla, sanki kader de, yazgının da yardımıyla bir toplu çaresizlik durumuna itilir. Herkesin bildiği bilgi bir türlü talihin de oyunlarıyla Nasar’ın kulağına erişemez.
Bu teolojik okuma elbette sadece Santiago Nasar’ın isminin “Aziz Nasıralı” bilgisi üzerine bina edilemez. “Teninin narinliğinden; Vicario kardeşlerin Nasar’ı öldüreceği kişilerin Havari sayısı gibi 12 rakamı ile okura sunulmasından; öldükten sonra halkın onu bir aziz edasıyla görmek için çabalarından; rapora ölümü ve yaraları üzerine yazılan: “çarmıha gerili İsa’nın yara izini andırıyordu” (s.69-70) tespitlerinden; öldürülürken Vicario kardeşlerin karnına defalarca sapladıkları bıçağın kansız tertemiz çıkmasından (“İşin tuhafı, bıçak her defasında tertemiz çıkıyordu”, “Ona en az üç kez vurdum, tek bir damla kan bile akmadı”(s.104) yazarın Santiago Nasar’a bir suçsuzluk, bir masumiyet rolü biçtiğini, onun bir aziz olduğu bilgisini de alt metin olarak bizlere sunduğunu gösterir.
Angela’nın Santiago ile romanda hiçbir bağının olmadığı ve okura böylesi bir bilgi de verilmediği düşünülecek ama isminin “melek” olduğu, bunun da kutsalla bir bağı olduğu, Hz. İsa’nın annesi Meryem’in de bekâretinin peygamberler tarihinde ona çok büyük zulümler çektirdiği düşünülecek olursa, sanki Angela’ya da bir azizelik durumu atfedildiği de görülür. Hz. Meryem’in bekâreti Hz. İsa’yı doğurma sürecinde toplumsal bakımdan nasıl sorun olmuşsa, Angela’nın bekâreti de bilmediğimiz yitirilişinden, çektiği acılarla, sıkıntılarla, toplumsal baskılarla, bir nedim tövbeye yatan birinin duasının kabulü gibi yeniden bakire olmaya, sanki yeniden bekâretini kazanmışlığa doğru evrilir. Onca yıl ısrarla tövbe edip, çektiği çileden dolayı o kadar yıl arınır ki tek başına cezalandırıldığı evinde kendinden uzaklarda sevgilisine, kendini bırakıp giden eşine iki bin mektup yazarak, bir dua haliyle bu süre içinde “yalnızca o adam için bakire” (s.85) olur artık.
Namusun aşka, aşkın namusa döndüğü ve Marquez metinlerinden de bildiğimiz üzere çok uzun süre bekleyişin insanın kalbini arındırdığı ve bunun bir dua haliyle yeniden sevgilileri buluşturduğu bilinir. “Kolera Günlerinde Aşk”ta sevdiği kadının bir başkasıyla evlenmesi üzerine çok uzun süre bekleyen bir kahramanın ömrünün sonunda yine bekleyişinin, sabrının meyvelerini toplaması gibi. Gençlik haliyle Angela bekâretini kaybetmiş olabilir, toplumun bu hususta yaptırımları vardır. Bu hususta her yerde töreler, normlar, gelenekler, görenekler çıkmıştır. Hepsi de hemen hemen aynı katılığı gösterir. Ama bekâret yitirilmiş olsa dahi, toplum indinde çok uzun süre çekilen çilelerden sonra, bir meczup haliyle artık yaşam insanın bütün yaralarını sardığında bir yeniden dirilme anı beliriverir. Arzu ne kadar süreğense, ısrar ne kadar devam eder ve daimi olursa af da o kadar hızlı gelir. Eninde sonunda gelir. Bayardo San Roman’ın Angela’nın yanına hiç açmadığı, okumadığı ama istif ettiği, düzenlediği iki bin mektupla Angela’nın yanına gelişi ve onu affedişi, ona bekâretinin yeniden teslim edildiği anlamını taşır.
Gabriel Garcia Marquez’in Santiago Nasar’ı öldürecek olan şahısları iki kişi yani ikiz seçmesi de gariptir. Vicario Kardeşler aslında çok iyi insanlar olarak bilinirler. 24 yaşlarında Pablo’nun Pedro’dan altı dakika daha önce dünyaya geldiği ikizlerdir bunlar. Pedro’nun idrar yollarındaki hastalığı ona acı çektirir. Santiago Nasar’ı öldürme kararı bir namus meselesi olduğu için dönüşümlü olarak her ikisi tarafından da katli talep edilir ve uygulamaya sokulur. Pedro adeta cam kırıkları işediği için kardeşine bu öldürme işini yıkmaya çalışsa da Pablo Vicario bu işi birlikte yapmaları gerektiğini kendisine aşılar.
Kasaplık işiyle uğraşan; merhametli olduklarından kestikleri hayvanın gözlerinin içine bakamadıklarından; bildikleri, tanıdıkları, sütlerini içtikleri bir ineği kesemediklerinden; kestikleri domuzlara da insan adları değil çiçek adları verdiklerinden (s.50) iyi insan oldukları resmi çizilir bizlere bu ikizlerin. Aslında Santiago Nasar’ı tanıdıklarından, Nasar’la birlikte büyüdüklerinden, onun dostu da olduklarından Nasar’ı öldüreceklerini yirmiden fazla kişiye dillendirirler. Bir anlamda öldürmek istemezler Nasar’ı, öldüreceklerini duyurarak onun kaçmasını, kendilerine gözükmemesini, uzaklara gitmesini de sağlamış olurlar. Ama kaderin garip cilvesi ve talihin oyunlarıyla herkesin bildiği şeyi Nasar bilemeyecek ve Vicario kardeşlerin bulunduğu yere bir şaşkın iklimde gidecektir. Romanda Santiago Nasar’a kaçma fırsatı verdikleri bölüm şöyle anlatılır:
“Yine de işin aslına bakılırsa, Vicario kardeşler Santiago Nasar’ı hiç kimsenin haberi olmadan, hemen öldürmek için gerekli hiçbir şeyi yapmamışlardı, tam tersine biri çıkıp da onu öldürmelerini engellesin diye akla gelebilecek her çareye başvurmuşlar ama bunu sağlamayı başaramamışlardı” (s.49)
Santiago Nasar’ın bir türlü kulağına gelmeyen öldürüleceği bilgisi, bir türlü yerine ulaşmayan bir mesaj olan Vicario kardeşlerin onu öldürecekleri bilgisi ile aynı kaderi paylaşır. Kardeşler Nasar kaçsın, bulundukları ortama gelmesin diye herkese, her yere mesaj bırakırken, Nasar garip bir şekilde bire karşı iki kişi ve silahsız haliyle meydanda bu ikizin ağına takılır. İkizler daha sonra Nasar’ı öldürüp Arapların hışmından kaçtıkları kiliseye sığınırken tanrı katında da, toplum katında da masum olduklarını, bir namus cinayeti gerçekleştirdiklerini dillendirerek kendilerini haklı bulurlar ve tutuklandıklarında sorguya çekildiklerinde de yüzlerce defa olsa yine aynı şeyi yapacaklarını söylerler.
Romanın bir rüyayla açıldığını yazının başında dillendirmiştik. İster incir ağacı, isterse badem ağaçları olmak üzere ağaçlı rüyalar gören, kuşların kendi üzerine dışkıladıklarının da uğursuzluk belirtisi olduğu düşünülecek olursa, kuş dışkısının romanın sonunda deşilen bağırsaklarla örtüştüğü de gözden kaçmaz. Kehanet rüyayla gerçekleşmiş, rüya aslında bize olacak olanı daha ilk sayfasından bildirmiştir.
Metinde böylesi öngörüler çoktur yine Santiago Nasar evinde Victoria Guzman’la otururken, Guzman tavşanların bağırsaklarını kökünden söküp işkembeyle birlikte köpeklerin önüne atınca Nasar dehşete düşer. Ona “Bu kadar acımasız olma, onu bir insan olarak düşünsene” (s.16-17) der. Savunmasız hayvanları öldüren Nasar’ın bu şekilde çıkışı romanın sonunda kendi bağırsaklarının deşilmesini ve çöpe atılışının içine doğduğunu da bizlere gösterir. Köpekler bağırsak yemeye öylesine alıştırılmışlar ki Nasar’ın bağırsakları bıçaklanma sonucunda döküldüğünde köpekler onları yemek için etrafını sararlar. Ancak köpekler öldürülerek onun bağırsakları kurtarılır. Otopsi yapıldıktan, cesedin içi iyice boşaltıldıktan sonra da bir şekilde bağırsaklar çöpe atılırlar.
Teolojik yoruma küçük bir eklemeyle yazıya bir son verelim. Kasabada herkes piskoposun gelmesini bekler. Ona kurbanlar, horozlar, hediyeler sunulacaktır. Nasar da oradadır. Piskoposun gemisi ne yazık ki bu limanda durmaz. Sadece selam vererek, onları uzaktan vaftiz ederek oradan uzaklaşıp gider. Piskoposun makamının en azından bu metruk kasaba için manevi iklimde “bütün güçlerin gücü” yani Hristiyanlık inancında tanrısal yüceliğe sahip olduğu düşünülecek olursa, Hz. İsa göndergesine sahip Santiago Nasar yani “Aziz Nasıralı”ya yardım etmemesiyle, gemisiyle o limanda kalmaması ve oradan ivedi çekip gitmesiyle piskoposun (tanrının) onu orada ölüme terk ettiğini yine İncil ve Hristiyanlık söylemindeki Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği zaman söylediği “Eli, lema şevaktani?” söylemine, “Tanrım, beni neden terk ettin?” sözüne de uyduğunu görürüz. Piskopos çünkü oranın yerlilerini ve de Santiago Nasar’ı orada kendi başlarına bırakmış, uzaktan takdisle şatafatlı gemisiyle uzaklara açılmıştır.
- ♣ Metinde faydalanılan alıntılar şu kitaptan alınmıştır: Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi, Can Yayınları, İstanbul 2017, 107 s.