Sanat Lâdinî Bir Din mi?
Modern-öncesi çağda sanat yarattıkları üzerinden Tanrı’yı, dolayısıyla Mutlak Güzelliği aramanın bir yolu olarak görülürdü. Güzellik İyilik’le buluşurdu bu arayışta, öylesine ki bu ikilinin arka planında ilah inayet yatardı. Sanatçı arayışı esnasında bulduğunu kayda geçiren ve ağyara gösteren kişiydi tam olarak. Bu da denebilirse ilahi inayete mazhar olma ölçüsünceydi.
Sanat beşeri bir faaliyettir, giderek de beşere mahsustur. Beşere mahsus dedik, dolayısıyla sanatın insanın bir imtiyazı olduğunu ima etmiş olduk. Tanrı’nın sanatından bahsedilebilir, hatta edilmelidir de, yine de sanat deyince akla öncelikle beşeri bir faaliyet gelmelidir. Tanrı’nın sanatı –beşeri sanatın hilafına– içinde arayış gibi, atılım gibi, deneme gibi öğeleri barındırmaz zira. Bu sanat Tanrı’nın hikmeti icabıdır, yerli yerincedir, olması gerektiği gibidir; O’nun ilmi dâhilinde ve ilminin sonucudur. Beşeri sanatsa, temelde heyecanlardan, duygulardan ve güdülerden beslendiğinden, bilmeyi (cognition) en azından öncelikli bir şart olarak gerektirmez.
Tanrı’nın sanatlı işleri, içerisinde sorular ve cevaplar barındıran mektuplar gibidir. Bu mektuplar zarfı açıp mazrufu görebilecek, görüp okuyabilecek kabiliyette var edilmiş olan insana yollanmış olup bir ilim üzere ve mükemmelen kaleme alınmıştır. Sadece hayran olunup temaşa edilmeyi (güzellik) değil, aynı zamanda çözülüp-anlaşılmayı (bilgi) beklemektedirler. Beşeri sanatsa bilgi vermeyi amaçlamaz evvelemirde, ama güzelliği arar, oluşturur ve aksettirir.
Söz konusu mektuplar aynı zamanda bilimin konusudurlar. Sanat gibi bilim de beşeri karakterdedir ve sanattan farklı olarak varsayım ile akıl yürütmeye yaslanır. Gerek bilim gerekse sanat, kâinata nakşedilmiş oluş muammasını okuma, anlama ve anlamlandırma çabasının ürünüdür. Bilim bilme’nin, sanatsa yapma’nın özel bir türüdür. Bununla birlikte, sanatın bilimle, biliminse sanatla arası pek hoş değildir; her biri kendi varoluşunu ortaya koyarken diğerini kaale almaz. Burada sözünü ettiğimiz şey her biri ayrı bir yöne çeken modern sanat ve bilim için geçerlidir bilhassa. Modernlikle birlikte temel insan faaliyetlerinin dolayısıyla varlık bölgelerinin arası neredeyse kopukluk derecesine varacak şekilde ayrılmıştır. Bu ayrılmadan/kopukluktan din ve sanat da nasibini almış ve her biri bir yana kaymıştır.
Oysa modernliği önceleyen dönemde sanatla din arasında ayniyete varacak derecede bir birliktelik, bir beraberlik, bir iç içelik söz konusuydu. Sanat din için icra edilirdi ancak ve bu icrada ulûhiyetin sanatsal tezahürleri bilhassa gözetilirdi. Sanatçı dini bir faaliyet icra eder gibi kendini sofuca sanatına verirdi ve belki yaptığı işe müstakil bir faaliyet anlamında sanat da demezdi. Güzellik tasavvuru kâinata yayılmış ilahi güzellik anlayışıyla birebir ve derinden irtibatlıydı. Sanatçı gözüyle kâinata bakıldığında orada başka şey değil ilahi inayetin yansımaları görülürdü. Abraham Lincoln (ö. 1865) modern-öncesi paradigma içerisinde kalarak değerlendirir kendi payına sanatı ve sanatçıyı: “En soylu sanat daima en dindar olandır; keza en büyük sanatçı da daima sofu bir kimse olarak kalır.”
Bu paradigma uyarınca insan “Tanrı’nın imgesinde” yaratılmıştı; dolayısıyla sanatkârın eseri Tanrı’nın Yaratıcı isminin bir tecellisi olarak vuku buluyordu. Bununla birlikte, modern-öncesi bu anlayışta sanatçı kendini ortaya çıkardığı eserin bir auteur’ü, bir yaratıcısı olarak görmez, daha ziyade onun ortaya çıkmasına bir vesile, bir vasıta sayardı. Dolayısıyla sanatçı kendini geri çekerdi mütemadiyen ve bu surette sanatını öne sürerdi. Bu yüzden bireyselliğin vurgulanması demek olan imza yer almazdı ya da önemsizdi bu çağın sanat eserlerinde. İmzanın ortaya çıkması ve önem kazanması için bireyselliğin öne çıktığı, sanatın modern bir kipe büründüğü ve bir kurum haline geldiği 19. asrı beklemek gerekecektir.
Modern-öncesi çağda sanat yarattıkları üzerinden Tanrı’yı, dolayısıyla Mutlak Güzelliği aramanın bir yolu olarak görülürdü. Güzellik İyilik’le buluşurdu bu arayışta, öylesine ki bu ikilinin arka planında ilah inayet yatardı. Sanatçı arayışı esnasında bulduğunu kayda geçiren ve ağyara gösteren kişiydi tam olarak. Bu da denebilirse ilahi inayete mazhar olma ölçüsünceydi. Ez-cümle, sanat dini saikler ile ve dini amaçlara yönelik olarak yapıldığından son tahlilde dini bir faaliyetti; genel insan varoluşuna karışmış haldeydi; dolayısıyla ayrı, müstakil, çerçevelenmiş bir varlığa sahip değildi.
Bugün sanatı dinle iç içe ya da eşgüdüm halinde tasavvur edemiyoruz. Sanat bugün daha ziyade dine rakip hatta hasım olarak konumlanıyor ve lâdinî (profan) bir varoluşun tezahürü olarak ortaya çıkıyor. Bireysel bir yaratım olarak anlaşılan bu sanat ontik-o-kozmik bağlamdan kendini yalıtarak var oluyor. “Tanrı’nın imgesinde” ifadesi burada hayli farklı bir anlam kazanıyor ve sanatçı auteur/kaynak/yaratıcı olarak öne çıkıyor. Sanat böylece müstakil bir kurum olarak kendini gösteriyor ve özerkleşerek bilim ile ahlaktan ayrılıyor.
Çağımızda sanat dinin ya da tinselliğin yerini alma, giderek de lâdinî bir din ya da tinsellik teşkil etme eğilimindedir. Bugünün sanatçısı sanatı yoluyla yaratıcılığını sergilerken adeta yeni, bireysel bir dinin ibda ve neşr edicisi gibi davranıyor.