Sanat/ Edebiyat Bizi Hakikate Götürebilir mi?

SELMAN BAYER
Abone Ol

Hakikat sessizliktir, sükunettir. Bu kadar gürültünün, bu kadar lafın içerisinden Hakikate giden yol bulunabilir mi? Bu sorunun hemen akabinden bakıldığında Lacan “Dil, yalan söylemek için vardır,” derken haklı gibidir! Ama insanın, içerisinde yalanı, büyüyü de barındırsa, dile ihtiyacı vardır!

Bugün böyle bir soruyu soruyor olabilmek beraberinde bir huzursuzluğun da var olduğunu kabul etmek demektir. Huzursuzluğun olduğu yerde ise sanatın, edebiyatın sağaltıcı bir misyon üstlendiğini reddetmek pek makul görünmemektedir. Bu yüzden de sanat ya da edebiyatın bize hakikate giden yolda rehberlik etmesini beklemekteyizdir. Peki, hakikat nedir, bizim bu huzursuzluğumuzun ilacı olabilecek, yaralarımıza merhem olabilecek midir?

Hakikat başka bir şeye ihtiyaç duymadan var olabilen tek gerçek varlıktır. Tüm eksiklikler ve kusurlardan münezzeh olan Hak’tır, Bedi’dir, Basıt’tır. Peki, biz kimiz? Biz hakikatin kendisini bihakkın izhar ettiği gelenekle olan rabıtası zedelenmiş, dünyanın hay huyu ve büyüsüne kendini kaptırmış, kendisini ancak hayal meyal hatırlayabilen ve anlayabilen, fazlasıyla sakat bırakılmış akıl sahipleriyiz. Peki, bu halimizle kendisine üfürülen yalanlara fazlasıyla aldanmış kusurlu insanlar olarak icra ettiğimiz kötürüm bir sanat ve edebiyat rehberliğinde Hakikate doğru yola çıkmaya gücümüz, nefesimiz yeter mi?

Dostlarından biri Hallac-ı Mansur’a “Sen mucizeler gösterebilirsin, bana Cennet’ten bir elma getirebilir misin?” diye sorar. O büyük sufi elini kaldırır ve elmayı tutup arkadaşına uzatır. Arkadaşı elmayı ısırdığında içinde bir kurt olduğunu fark eder. Hallac-ı Mansur bu şaşkınlığa gülerek “Sonsuzluk ikliminden dünyaya geçerken, dünyanın bozulabilirliğinden nasibini aldı,” der. Hakikatin bu dünyadaki her tezahüründe bu durum verilidir. Dünya düzleminde değerlendirilecek her şey de bir eksiklik, kusur mevcuttur. O kusur bir hikmete binaen oradadır. O kusuru hoş görerek, ondaki hikmeti idrak ederek ancak bir tekamül mümkün olabilir. Bu sebeple bütün bu oluş bozuluş aleminde ister istemez eksikliğimiz ve faniliğimizle birlikte var olmaya tenezzül eden bir hakikatten söz etmeliyiz.

Bu bizi aslında o hakikati idrake mutabık bir hale gelebilmek için üzerimizdeki ağırlıklardan sıyrılmaya sevk edecektir. Sessizliğe doğru ilerleyen müzik, devinimsizliğe doğru yol alan dansın hikâyesi ya da “Ben size en sade olanı getirmedim mi?” diyen Peygamberin tavsiyesi bize hep Çinli ve Yunan ressamların yarışmasının hikayesini hatırlatıyor. Bu hikayede dikkat çeken birçok husus var elbette. Yarışma, resim, maharet gibi unsurların hepsi bir yana en temel vurgunun duvarın temizlenip cilalanması yani arınma hususiyetine yapıldığı anlaşılabilir. Daha sonra diğer süreçler devreye girmiştir. Aslında bizim bütün sanat geleneğimiz bu basit hakikate yaklaşıp uzaklaştığı kadarıyla yükselmiş ve alçalmıştır.

O halde sanatın hakikate açılabilmesi için üç temel süreç vardır denilebilir. Temizlenme/ arınma, yansıma ve hakikatin kendini ifşası anlamında ifşa. Elbette bu sürecin bir ayağıdır. Diğer ayağında ise istidat, istikamet ve gayret vardır. Bütün bu süreçler art arda değil eş zamanlı olarak gelişir, duraklar, inkıtaa uğrar. Sanat da bu süreçlerin işleyişindeki sıhhat oranında yükselir ya da alçalır.

Arınmak ile başlayalım: Sanat bizi hakikate götürecekse sonrasında mutlak varlığın gizlendiği ve Mevlana Hazretlerinin “A köstebek o yokluklardan ne ziyan gördün de varlığa yapışıp kaldın,” derken kastettiği o büyülü yokluğa götürecek demektir. O halde böylesi bir hakikat yolculuğuna bir partiye, düğüne gider gibi süslene püslene gidilmez. Çünkü bu yatay değil, dikey bir yolculuktur. Her dikey yolculuk da üzerinizdeki fazlalıkları, ağırlıkları atabileceğiniz ölçüde mümkündür. Yani ki, yüklenme, süslenme ve biriktirme yoluyla değil, sadelik, ağırlıklarından kurtulmak ve azaltma yoluyla mümkündür. Bagajınız yoksa kolay uçarsınız. “Sözü azaltınız,” diyen bir Peygamberin ümmetinin bu hadis-i şerifin birçok manası yanında edebiyata dair derinlikli hususlar içerip içermediğini sorgulamak durumundadır.

Oysa bugün sanat, edebiyat bir gürültü, kakafoni, bir nebze de olsa güzel ama fazlasıyla müddei bir seda olarak arzı endam etmektedir. Hakikat sessizliktir, sükunettir. Bu kadar gürültünün, bu kadar lafın içerisinden Hakikate giden yol bulunabilir mi? Bu sorunun hemen akabinden bakıldığında Lacan “Dil, yalan söylemek için vardır,” derken haklı gibidir! Ama insanın, içerisinde yalanı, büyüyü de barındırsa, dile ihtiyacı vardır!

  • Mevlana Hazretlerinin dediği gibi: “Dilsiz Dimne, Kelile’ye nasıl söz anlatır? Kelile, onun meramını nasıl anlar? Tutalım, bunlar birbirine meramlarını anlatıyorlar fakat bu hayvanların ne demek istediklerini insan nasıl anlayabilir? Bu Dimne ve Kelile hikayesinin hepsi yalan. Yoksa karga leylekle nasıl savaşır? Deme! Kardeş! Kıssa bir ölçeğe benzer, ma’nâ ise içindeki tanelere. Akıllı kişi taneleri alır, ölçek varmış yokmuş, ona bakmaz bile.”

O halde dildeki bu kusurları görerek, bu kusurların ardındaki hikmeti idrak ederek yazmak söylemek lazımdır. Söze değil, manaya itibar ederek sanat icra etmek elzemdir! Arınmanın neticesinde yansımanın söz konusu olacağı aşikârdır. 18. Yüzyıl şair anlamında yoğunluğun en fazla olduğu yüzyıldır. Dönemin en büyük şairi olan Galip Dede dönemin şairlerine saldırırken sözünü esirgemez. Onların “kulampara”, “bürokrat”, “seccade-nişin-i kahvehane” olduklarını iddia eder. Bu son terkip çok manidardır. Mealen dönemin şairlerini, kahvelerde oturup ahkam keser, bir anlamı olmayan söz oyunlarının peşinden giderler diye eleştirir. Emily Dickinson, “Tüm gerçeği söyle,” diyor “fakat belli bir görüşün lehinde olacak şekilde söyle.” Bu aslında yalnızca bugünkü sanatın ve sanatçının değil her devirde sanatın barındırdığı tuzakları göstermek açısından önemlidir. Galip Dede yaslandığı o görkemli geleneğin verdiği eminlikte bu tuzaklara karşı dikkatlidir. Biz ise her gün ve her an bu tuzaklara düşmekteyiz.

Peki, Galip Dede bu sahte şairlerin karşısına kimi koymaktadır? Hüsn-ü Aşk’taki ara sözünde bu cevabı bulabiliriz: “Salikin sır kâtibi olarak arz-ı endam şair vardır. Bu şair farzları yerine getirmekte ihmalkârlık göstermez, bunun yanında nafilelere de devam eder ve kalbini temizleyerek ‘gönül vahyi’ni bekler.” Bu aslında Galip Dede’nin kendisini teslim ettiği geleneğin ve hakikatin onun dilinden bir kere daha kendisini izhar etmesinden başka bir şey değildir. “Güzel sözler O’na yükselir. Onu da salih amel yükseltir.” (Fatır, 10) Mezkûr ayette her şey açıkça ifade edilmiştir aslında. Bu hususiyetlere riayet eden şairin işi bitmez. Ancak gayreti ve istidadı ölçüsünde gönlüne indirileni bir sanat eserine dönüştürebilecektir.

Galib Dede, çalışmayı çok vurgular. Çünkü “İnsan için çalışmasından başkası yoktur.” (Necm, 39) O halde sanat edebiyat bize hakikati ancak hakikate tam anlamıyla teslim olduğumuzda açabilecek bir anahtar mesabesinde olabilir. Bizi hakikate götürmez zaten hakikatten başka bir şey olmadığını ve bizim üzerimizdeki gaflet perdesini kaldırıp bakışlarımızdaki körlüğü ya da şaşılığı düzelterek gösterir. Böylelikle son aşamaya gelinmiş olunur. Artık hakikat kendisini izhar edebilecektir.

Allah mutlaktır ve mükemmeldir. Var olmak için başkasına ihtiyacı yoktur. Eğer kuluyla konuşmak istiyorsa bunu kendi biricik diliyle de yapabilirdi. Lakin o dünyaya gönderilmiş kulun eksikliğine ve acziyetine uygun ve mutabık bir dil yaratıp kuluna onun üzerinden konuşmaktadır. Onun bu tenezzülüyle bile hakikat hiçbir yerinden sızdırmayan bir varoluşla tezahür etmiş olur. Fakat insan kendisindeki bir takım eksiklikler nedeniyle durmadan kusurlar arar. Gai Eaton’un da dediği gibi “Yeteneklerimize dayandıkları ve bizsiz var olamayacakları için hayaller her zaman anlaşılabilir; fakat hakikatin bize ihtiyacı yoktur ve yeteneklerimizden ve kavramsallaştırma gücümüzden bağımsızdır.” O halde, bizim yeteneklerimizle sınırlı olan sanatın da böylesi ölümlü, sınırlı mukayyet bir mefhum olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Sanat, gerçekten de bizi hakikate götürebilir demek, hakikatin kendisini sanatta açabilme ihtimalinden söz etmek demektir, yoksa sanata bir kudret atfetmek demek değildir. Sanat üzerine düşünmek başlı başına insanı tereddüde düşüren bir süreçtir. Gustave Thibon “Geçmişte insanlar beşeri ve kozmik kilidin şeklini bilmiyorlardı fakat anahtarı onlardaydı,” diyordu. “Bugünse düşünce, bu anahtarın mahiyeti veya mevcudiyeti ile meşgul olmuyor. Kapalı bir kapının önünde yapılan tek şey, onu açmak değil, en ince ayrıntısına kadar incelemek,” diye ekliyordu. Sanat üzerine düşünmek tam da buna benzer bir süreci, belki de, mecburen yaşamaktır.

Ayrıca sanatın bizi hakikate götüreceği iddiasını dillendirebilen insanın temelde sanatla mı yoksa hakikatle mi daha ilgili olduğunu da düşünmemiz gerekir. Bugün bütün meşguliyeti sanat olduğu düşünülenlerin hakikatle olan ilişkilerindeki ciddiyetsizlik durumun fazlasıyla vahim olduğunu göstermektedir. Maalesef bugün sanatın hakikate götüreceği iddiasını dillendirenler aslında kendi mefluç varlıklarına bir alan açma derdinde görünmektedirler. Hakikati de sanata meşruiyet ve görece derinlik kazandıracak bir zenginlik, bir kültür olarak telakki etmektedirler. Bu telakki içerisinde gizli bir paganizm barındırmaktadır. Bu gizli paganizm etkisiyle başvurulan kutsama ise en başta kutsal fikrini zedelemektedir. Bunun sonucunda Baudrillard’ın yıllar önce hayatın yerini almakla itham ettiği sanat artık yetinmemekte, beraberinde kutsalın ya da hakikatin yerine de göz koymaktadır.

Bugün sanat bize kendi gerçeğimizi gösterememiş, kendi yanlışlığımızı yüzümüze vuramamışken ondan hakikat yolculuğunda bize rehberlik etmesini nasıl bekleyebiliriz. Hasbelkader sözle uğraşanlar, ancak ceffelkalem bir şeyler çiziktirebilirler. Oysa gayret, vakar, sabır, istiğna ve teenni gerektir. Aslolan geçen sayıda Şule Gürbüz’ün çok güzel ifade ettiği gibi “Hayat bizi neyi görüp anlayacak yere dikti ise orada olmayı kabul etmek ve neyin sözünü dillendirme kudreti verdi ise o sözün üstünde sabitkadem olmak” gerekliliğidir. Yoksa sanat ne bizim hayat damarlarımızdan biridir, ne de yazmazsak varlığımıza bir halel gelir. Bunlar pagan adetleridir. Sanatın ve edebiyatın içerisinde gizleneni görebilmek sanatın ve Edebiyatın biraz uzağında durabilmekle mümkündür. Zamanın ve mekanın boyunduruğu altında yazmadan duramayan yazarların bunu anlayabilmesi mümkün değildir.

Hakikat, bugün yer altında kaza kaza gitmeye çalıştığımız bir yolun hiçbir aşamasında karşımıza çıkmayacaktır. Olmadan önce ölmemiz gerektir. Ölmemiz için bir yalanı yaşadığımızın farkında olmamız ve bize bir yalanı salık verip duran ölü toprağını üzerimizden atmamız gerekmektedir. Bunun için yeri paralel değil, dikey olarak delmeliyiz. Bugün fazlasıyla süslü ve sürekli estetize edilegelen bir karanlıkta aydınlığı konuşmaktayız. Aydınlık karanlığa göre tarif edilen bir şey değildir. Hakikatte yalnızca aydınlık vardır ve karanlık onun varlığını gizlediği yerde mümkündür.

Diğer yandan hemen bütün sanat kuramcılarına göre İslam sanatının en temel unsuru, değeri tevhiddir! Oysa bugünün Müslüman sanatçılarına bakıldığında sadece kendi içlerinde bile büyük bir parçalanma görülmektedir. Bunun sebebi açıktır. Modern sanat kutsalın kavranılamaz bütünlüğüne yaslanan geleneğe, sekülerin ve profanın lehine takındığı tavırla biçimlenen, dışlayıcı, bölüp parçalara ayırıcı soğukkanlı tutumuyla galebe çalmıştır. Bugün de sanat bu yönde bir tavrın hakimiyetindedir. O halde Müslüman da olsa modern biri sanat yaptığı andan itibaren aslında yalnızca bir Müslüman olarak modern sanata dahil olmaktadır. Tevhidin asıl değer ve temel unsur kabul edildiği bir sanat anlayışına ait sayılamaz.

Böylesine köksüz bir zeminde sanatını icra eden birinin de, sanatın Hakikate götüreceği iddiası anlamsızdır. O halde Müslümanca bir hassasiyetle meseleye yaklaşanlarca yapılacak en mühim itiraz sanatın kendisine değil modernliğin dayattığı zeitgeista olması gerekir. Yani yeniden kutsala dönmek gerekir. Bir anlamda nedamet getirmek, tevbe etmek ve meydandan uzaklaşmak, kenara çekilmek gerekmektedir. Burada da yeniden salih amel ve nafileler söz konusu olur. Oysa her ay bir şiir yazmaya, her sene bir kitap çıkarmaya iman etmiş bir topluluğun mezkûr ve meşum zeitgeistı sorgulaması mümkün görünmemektedir. Bunu akıl edemeyenlerin tamamıyla batıl sayılabilecek eserlerinin başına takke geçirerek İslami sanat ve edebiyat yaptığını zannetmesi de ayrıca trajikomiktir.

Hülasa edersek, nasıl ki Heidegger’in söylediği gibi düşünmek ancak bugün hakim olan aklı reddetmekle mümkünse sanatın rehberlik ettiği hakikate gidecek bir yolculuk da bugün hakim olan sanatı reddetmekle mümkündür. Çünkü bizi hakikatle karşılaştıracak her şeyin üstünü örtüp her şeye rağmen açıkta kalanları birer müze eserine çevirerek nesneleştiren bir çağda o çağın mekanik ruhunu üfleyerek var kıldığı bir sanatın da aynı küfre sahip olduğu aşikardır. O halde böylesi bir sanatın bizi hakikate götüreceğine inanmak batıldır. Zaten bizi hakikate götürebilecek bir sanat yoktur, lütfedip bize sanat üzerinden açılan bir hakikat vardır. Bu lütfun da yazının geri kalanında ifade edilmeye çalışılan bir takım kesin şartları olduğu aşikardır.