Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rü’yet
Osmanlı’da 19. yüzyılın sonlarından itibaren çok sayıda batılı anlamda dünyevî ütopya metni yazılır. Bu metinlerin bir kısmı, aynı zamanda bilim kurgu özellikleri de taşır ve bugün de ilgiyle okunabilecek detaylar içerir.
“Ütopyanın düşlediklerinin çoğu gerçekleşmiştir, ama onun tasarladığından bütünüyle farklı bir anlayışta olmuştur bu; ütopya için mükemmeliyet olan şey bizim için kusurdur; onun kuruntuları bizim belalarımızdır. Lirik bir tonda hayallediği toplum tipi, kullanıcısı olan bizlere hoşgörülmez görünür.” (Cioran: Tarih ve Ütopya, 85)
“Ütopya” kelimesi her ne kadar “olmayan yer” anlamını içeriyorsa da, bu türe dâhil edilen metinlerde tasarlanan hayatlar sanıldığı kadar imkansız olmayabilir. Yazarının içinde yaşadığı toplumda gördüğü birtakım olumsuzluklara çözümler ürettiği bu metinler, kendi çağlarında okuyucularına gerçekleşmesi mümkün olmayan “ütopik” hayatlar sunmuş olmalı. Fakat, zaman içinde meydana gelen değişim ve gelişim sürecinde geçmişte imkansız görünen pek çok şey imkan dâhiline girip hatta sıradanlaştıkça, ütopyalarda anlatılanların, yaşasa yazarını da hayrete düşürecek şekilde, gerçekleşme ihtimali de ortaya çıkar. Dahası, bu ihtimal insanları mutlu etmek yerine endişelendirir. Özellikle 20. asırda sayıları artan “distopya”lar bu endişenin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Nicolas Berdiaeff’ın, Aldous Huxley’in bu türe örnek verilen eserinin başındaki yazısından yapacağım alıntı böyle bir endişenin açık ifadesidir:
Ütopyalar şimdi eskiden sanıldığından daha çok gerçekleşebilir görünüyor. Bizse bugün kişiyi bambaşka kaygılara düşüren bir sorun karşısında bulunuyoruz: Bu ütopyaların kesin olarak gerçekleşmesini nasıl önleyebiliriz? (Huxley, 5).
Tam da batıda distopyaların yaygınlaştığı dönemin eşiğindeyken, Osmanlı’da 19. yüzyılın sonlarından itibaren çok sayıda batılı anlamda dünyevî ütopya metni yazılır. Bu metinlerin bir kısmı, aynı zamanda bilim kurgu özellikleri de taşır ve bugün de ilgiyle okunabilecek detaylar içerir. Ancak, edebiyat tarihlerinde kendilerine yer bulamadıkları ve birçoğu Latin alfabesine aktarılmadığı için bilinir/görünür değillerdir1. Oysa, bu metinler hem yazıldıkları dönemin siyasî ve toplumsal dokusu için önemli kaynaklardır, hem de Osmanlı edebiyatında batılı anlamda ütopya örnekleri oldukları için dikkate değerdirler. Bu metinler, aynı zamanda birer rüyadır, metinde öne çıkan figürün rüyası şeklinde kurgulanmışlardır.
Bu tercih iki bakımdan önemlidir: Öncelikle, metinlerin çoğu yazıldıkları dönemdeki siyasete önemli eleştiriler getirdiği için, anlatılanların gerçekle bağları koparılmak istenmiştir. İkincisi, ütopyaların gerçekdışı bir dünya kurgulamasıyla ilişkilidir. Bu metinler, aynı zamanda hem siyasi hem de ekonomik anlamda çöküş sürecindeki Osmanlı Devleti’nin, eski güçlü günlerine nasıl dönebileceğine dair kurgulardır ve bu özellikleriyle aslında yalnız yazarlarının değil toplumun da “rüyası” olma özelliği gösterirler.
2012’de, şaşırtıcı biçimde, iki ayrı yayınevi tarafından neredeyse eşzamanlı olarak Latin harflerine aktartılmış olarak yayımlanan2 Ru’yâda Terakki ve Medeniyet-i İslâmiyeyi Rü’yet başlıklı eser de bu metinlerden biridir. Molla Dâvûd-zâde Mustafa Nâzım Erzurumî tarafından yazılmış, milâdî 1913’de Kader Matbaası tarafından basılmıştır. Yazı boyunca yapacağım alıntılar, eserin bu ilk baskısındandır.
Eser, yazarın 1913’de devam eden Balkan Harbi’nin Osmanlılar aleyhine seyretmesi üzerine duyduğu endişe ve ıstırap üzerine kaleme alınmıştır. Mustafa Nâzım,Erzurumlu köklü bir aileden gelmektedir. Bir gün, yine kederli bir ânında uykuya dalar ve bir rüya görmeye başlar. Eser bu rüyanın hikayesidir. Rüyasında kendisinden dört yüz yıl evvel yaşamış olan dedesi Molla Dâvûd ile karşılaşır ve dedesine devletin içinde bulunduğu olumsuz şartları anlatır. Nâzım’a göre bu durumun sebebi dedesinin döneminde yapılan hatalardır.
Bundan sonra aralarında başlayan sohbet esnasında dedesi Nâzım’a, Türklüğün ölmediğini, ancak sersemlediğini söyleyerek bu ahvalin geçici olduğuna, nihayet güçlü ve zeki bir rehberin önderliğinde Türklerin yine zafer elde ederek muvaffak olacağına dair samimî inancını dile getirir (14-15-16). Nâzım’a: “Nâzım, medeniyet-i İslâmiye’nin âlem-i terakkisini görmek ister misin?” (18) diye sorar. Hikâyenin geri kalanında ise Nâzım’ın dedesinin rehberliğinde kendi zamanlarından dört yüz yıl sonra gerçekleşmiş bir Türk-İslâm devletini gezmesi anlatılır.
Bu devlet, Nâzım’ın dedesi Molla Dâvûd’un dediği gibi, bahsi geçen sersemlik devresini müteakip Türklerin uyanışı neticesinde kurulmuştur ve temelinde “hürriyet, adâlet, müsâvât” (19) vardır. Burada yazarın metin boyunca İslam birliği idealini öne çıkarmasına rağmen Türk kimliğinden hiç vazgeçmemesi dikkat çekicidir. Yazarın bu yaklaşımı, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde, Cumhuriyet arefesinde dinî ve millî kimliklerin nasıl birbirine karıştığını gösterir ve/veya bu kimliklere yüklenen anlamlara dair fikir verir.
Ütopyaların birçoğu, Ru’yâda Terakki’de olduğu gibi içinden çıktıkları devletin zorlu zamanlarında, mevcut birtakım olumsuzlukların fikir adamlarını bir çözüm arayışına yöneltmesiyle ortaya çıkmıştır. Örneğin Platon’un Devlet’i, gerçekte Peloponez savaşları ile yönetim kavgaları arasında bir çözüm önerisidir. Thomas More da türe adını veren Ütopya adlı eserinde, benzer şekilde ülkesinde tarım alanlarının koyunculuk için kapatılmasının olumsuz sonuçları ile bilgin ve bilge kişilerin kralların hizmetine girmesindeki sakıncaları ele alır. Dolayısıyla ütopyaları ortaya çıktıkları dönemden ayrı düşünmek yanlıştır. Bunun yanı sıra, Mustafa Nâzım’ın metni orijinal olmakla birlikte tek başına değildir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, devleti içine düştüğü çıkmazdan kurtarmak adına pek çok fikir ileri sürülmüştür ve bu fikirlerden bazıları Mustafa Nâzım’ınkiyle benzerlik teşkil edecek biçimde ütopya sayılabilecek metinlerle dile getirilmiştir.
Mustafa Nâzım’ın metninde ilk etapta dikkati çeken, İslâmiyet’in metnin merkezine oturmuş olmasıdır. Kurulan düzenin her aşamasında İslâmî doktrinlerin tesirleri görülür. Dahası, Asya kavimlerinin bir araya gelerek Avrupa’yı geride bırakmalarında, kurulan Asya ve Afrika milletleri arasındaki ittifakın rolü büyüktür. Bu ittifak, İslâm birliği düşüncesini çağrıştırır, metinde çeşitli milletlerden ve dinlerden insanların ortak çıkarlar doğrultusunda bir çatı altında toplandığı vurgulanır. Düşman Avrupa’dır ve dört yüz yıl sonra Avrupa’nın bu ittifak karşısında düştüğü durum, Osmanlı’nın 19. asırda Avrupa karşısındaki durumunu hatırlatır.
Metin iki temel üzerine inşa edilmiştir: teknolojik gelişmişlik ve mükemmel işleyen düzen. Çoğu kere, kurgulanan düzenin mükemmel işleyişi teknolojiye bağlıdır: Demiryolu üzerinde giden tek kişilik arabalar, üç katlı, en üst katı yalnız insanlara mahsus Boğaz Köprüsü, parmakla basıldıkça istenilen hurûfâtı sıraya getiren bir çeşit daktilo, zemîni cam döşeli, duvarlarının içi su doldurulmuş oteller, uyku vakitlerini düzenleyen uyku makinesi, konuşan duvar yazıları-ilânlar, seyyar dükkânlar, binaları ara katlarından birbirine bağlayarak şehri de bir kaç katlı hale getiren yollar, akustiği fevkalâde gelişmiş geniş salonlar, zeminden 75 metre yükseklikte binalar, üzeri camlı bir maddeyle kaplanmış kaygan duvarlar, elbise gibi giyilebilen uçma makinaları, su ve havayla çalışabilen masrafsız motorlar, 50 bin kilometrelik mesafeleri gösterebilen görme aleti, bugünkü mikrofon veya hoparlör vazifesi görebilen muhbir makinesi, daha önceden kaydedilmiş videoları gösterebilen cep saati büyüklüğünde alet, kumaş numunelerine bakılarak sipariş edilen elbiseyi üç saat içinde teslim edebilen elbise mağazaları, üç boyutlu filmler, havaya yazılan renkli reklamlar, şehrin meydanlarını bütünüyle gösterebilen devr-i dâ’im istinsah aynaları, içeri girince kendiliğinden yanan lambalar, duvarları içinden kalorifer boruları geçirilmiş hamam.
Bütün bunlar eserde insanlığın hizmetine sunulmuş teknolojik imkanlardır ve hikaye boyunca çeşitli figürlerin ağzından övgüyle karşılanırlar. Kötüye kullanılmaları söz konusu edilmez. Aksine, bütün bu gelişmişlik, metinde ayrıntılarıyla sunulan toplumsal düzenin devamını sağlayan en önemli araçlardır. Oysa içlerinden özellikle bazıları kötü amaçlarla kullanılmaya çok elverişlidir. Meselâ, “devr-i dâ’im istinsah aynaları” şehrin açık meydanlarını “eczâlı kâğıtlar üzerine” resmeder ve her aynanın başında bu aynadan sorumlu bir görevli bulunur. Bu ayna “köprü üstünde her an vukû’ bulan envâ’i vukû’âtın en âdil şâhididir” (173). İnsanlar bu alet sayesinde şehirde aradıkları insanları kolayca bulabilir, suçlular kolayca yakalanabilir. Eserde, böylesine övülen bir makinanın gerçekte insanları hoşnut edip etmeyeceği ise bir soru işaretidir.
Nitekim, George Orwell’in 1984’ünde benzeri bir teknoloji, parti üyelerini her ân gözetlemek ve parti aleyhinde herhangi bir eylemde bulunup bulunmadıklarını takip edebilmek amacıyla kullanılır. Yazının başında ifade ettiğim düşünceleri destekler şekilde, burada geçmişin rüyası geleceğin kâbusuna dönüşmüştür. Ru’yâda Terakki ve çağdaşı diğer metinlerde teknolojiye yapılan bu vurgu, Osmanlı Devletinin, 20. yüzyılda batının teknik gelişmişliği karşısındaki geriliğinin bir yansıması olarak okunabilir. Ama bunun yanı sıra, yazarların hayalgüçlerinin sınırlarını göstermesi bakımından da hayli önemlidir. Yirminci asrın başında, yazarın bütün bunları kurgulayabilmiş olması çarpıcıdır.
Bu metinde tasvir edilen teknolojinin yirminci yüzyılda büyük ölçüde gerçekleştiğini biliyoruz. Örneğin, bugün bütün büyük caddelerde, plazalarda, işyerlerimizde, asansörlerde etrafımızı kuşatan kameralar, “devr-i daim istinsah aynaları”nın vazifesini görmüyor mu? Çoğu kere suçluları tespit etmek için bu kameralardan faydalanılmıyor mu? Bu kameralar sayesinde devlet otoritesini her an ensemizde hissetmiyor muyuz? Peki, bu teknolojinin bizi mutlu edip etmediğini sorguluyor muyuz? Suçlular bu kameralar sayesinde yakalandığında memnun oluyoruz, ama evimize gönderilen fotoğraflara iliştirilmiş trafik cezalarını gördüğümüzde de aynı memnuniyeti gösterebiliyor muyuz? Ya da yolda giderken, asansöre bindiğimizde, işyerimizde, lokantada, kısacası bütün kamusal alanlarda gözetleniyor olma ihtimalimiz bizi rahatsız etmiyor mu? Ru’yâda Terakki’de olduğu gibi, devletin idamesi için bunu bir gereklilik olarak mı görüyoruz, yoksa özel hayatımıza bir müdahale mi? Bu soruların cevapları, aynı zamanda bizim “mükemmel işleyen düzen”in neresinde durmayı tercih ettiğimizi de ele verecektir.
- 1 Bu metinlerden edebiyat çevrelerini ilk haberdar eden Türk Edebiyatında Siyasi Rûyâlar (1989) başlıklı çalışmasıyla Kayahan Özgül’dür. Uzun bir süre kimi değiniler dışında ayrıntılı olarak incelenmeyen bu metinlere yoğunlaşan bir başka metin, 2013 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanan, Seda Uyanık’ın Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat başlıklı çalışmadır.
- 2 Haz. Engin Kılıç. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul: 2012 ve Haz. Ömer Faruk Yekdeş. Kapı Yayınları, İstanbul: 2012.
- Kaynakça
- Cioran, E. M.. Tarih ve Ütopya. Çev: Haldun Bayrı. Metis Yayınları, İstanbul: 2013.
- Huxley, Aldous. Cesur Yeni Dünya. Çev. Ender Gürol. İstanbul: Güneş Yayınları, 1989.
- Molla-Dâvûdzâde Mustafa Nâzım Erzurumî. Ru’yâda Terakkî ve Medeniyet-i İslâmiyeyi Rü’yet. Dersaâdet Sultan Hamam: Kader Matbaası, 1329.
- Özgül, M. kayahan. Türk Edebiyatında Siyasî Rûyâlar. Ankara: Hece Yayınları, 2004.