Postmodernizm frekanslarda kaybolmak
Postmodernizm, kısmen piyasayı aşırı doyurduğu için değerini yitirdi. Postmodernizmin değişebilirliğinin ve etkisinin sona ermesiyle, gerçek dünyadaki problemlerle ciddiyetle ilgilenen bir literatür kurmamız daha iyi olacaktır.
1980’lerin sonlarından itibaren, romancılar, sanatçılar, eleştirmenler ve sanat tarihçileri postmodernizmin ölümünü öngörmüştür. Postmodernizm Politikası’nın (The Politics of Postmodernism) ikinci baskısında (2002) Linda Hutcheon: “Bitti, kayboldu.” demiştir. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla başlayan ve 1990’lı ve sonraki yıllarda ivme kazandıran çağdaş dönemin, genellikle belirgin bir yoğunluğa sahip olduğu söylenir ve bu nedenle, Ben Lern’in 10.04 romanının anlatımında “kendini yeniden düzenleyen dünya”yı bulduk.
Postmodernizm çeşitli görüşleri içine aldı, onu ilk başta neyin oluşturduğu konusunda kesin bir fikir birliği yoktu. Fredric Jameson bunu Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı” (Postmodernism, or, “The Cultural Logic of Late Capitalism (1991)) olarak tarihselliğin kaybı, derinlik ve anlamlılık eksikliği ve duygusal etkinin azalması olarak nitelendirdi. Postmodernist Kurgu (Postmodernist Fiction (1987))’da Brian McHale, postmodernizmin ontolojik hayranlık ile tanımlandığını savundu. Birlikte ele alındığında postmodernizmin, esasen hem gerçek dünya hem de kurgunun temsili etkinliği açısından aslına uygun olarak bir gerçek sorgusu içerdiği görülmektedir.
Bununla birlikte, bir zamanlar postmodernizmi sürükleyen güçler, şimdi tükenmiş görünüyor. Postmodernizm, din, ilerleme kavramı ve tarihin kendisi de dahil olmak üzere büyük anlatıları reddetti. Angela Carter’ın kurgusu (Özellikle Kanlı Oda’sı (The Bloddy Chamber (1979)), tipik postmodernist dürtünün açık bir örneğini sunar: geleneksel masalları yeniden yazarken cinsiyet, cinsellik ve kadın öznelliğinin büyük anlatılarını altüst eder. Buna karşın, günümüz kültürel ikliminde, tarihle yenilenen bir ilişki ve üst-postmodernistlerin nefret edeceği efsanevi anlamların yeniden canlanması gibi görünüyor. Örneğin, Ruth Ozeki’nin Zamanın Hikayesi (A Tale for the Time Being (2013)) birbiriyle bağlantılı tarihlerle ilgilidir. Bunlar arasında, İkinci Dünya Savaşı’ndaki bir Japon kamikaze pilotunun ve Japonya’daki 2011 Tōhoku depreminin ve tsunami’nin hikayesini hem tarihi hem de Zen Budizmi’nin ilkeleri bağlamında anlatıyor.
Postmodernizm, gerçeği sonsuz dil oyunlarına dönüştürdü, Paul Auster gibi yazarların romanlarının kurgusal evrenlerinde göründüğü gibi ilk bakışta, günümüzün yazarları, David Shields’in Reality Hunger (2010) adlı kitabında savunduğu gibi, kurgu ve gerçeklik arasındaki çizgileri bulanıklaştırmak için benzer bir dürtü göstermektedir. Yine de yazarlar veya diğer gerçek öğeler kurgu olarak ortaya çıktığında -Ben Lerner’in 10:04’te yaptığı gibi- onların varlığı, metnin kurgusunu öncelemekten ziyade gerçekçiliği işaret etmeye yöneliktir. Duygular, her ne kadar yazarlar küreselleşen dünyada insanlar olarak birbirimizle ve kendimizi temsil eden kurgusal karakterlerle olan ilişkimizde ısrar etse de, edebiyat kurgusunda merkezi bir rol oynamaktadır.
Öyle görünüyor ki, yeni bir baskın kültürel mantık ortaya çıkıyor; dünya -ya da edebi kozmos- kendini yeniden düzenliyor. Durumu anlamak için birkaç soru sormalıyız. Bunlardan ilki ve en çarpıcı olanı “Postmodernizm öldü mü?”; ardından “Eğer öyleyse ne zaman öldü?” Eleştirmenler -Christian Moraru, Josh Toth, Neil Brooks, Robin van den Akker ve Timotheus Vermeulen gibi- art arda 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, yeni binyıl, 9/11 saldırıları, “Savaş Terör” ve Orta Doğu’daki savaşlar, finansal kriz ve bunun sonucunda ortaya çıkan küresel devrimler. Birlikte ele alındığında, bu olaylar küresel kapitalizmin bir işletme olarak başarısızlığını ve düzensizliğini gösterir, neo-liberal post-modernliğin ve aşırı sol ve aşırı sağın son dönemdeki politik parçalanmasına yol açan hayal kırıklığını da beraberinde getiriyor. Bu olayların kümülatif etkisi -ve yirmi dört saatlik bir haberin yol açtığı aşırı kaygı- batı dünyasını, güvenliğimiz ya da geleceğimiz hakkında artık görmezden gelemeyeceğimiz daha istikrarsız bir hale büründürdü.
Oxford Sözlüğü, “doğruluk ötesi”ni (post-truth) 2016 yılı kelimesi olarak seçti. Sözcük- özellikle şu anki siyasi iklimle (Trump, Brexit, genel olarak kişilik politikası) -hakikat kavramına yönelik çağdaş tutumların simgesidir. Sürmekte olan radikal kültürel değişimler hakkında düşünmemize yardımcı olabilir. Modernizm nihayetinde, belirli evrensel gerçekleri destekleyen bir ütopyacılığa dayanırken, postmodernizm, hakikat fikrini tamamen reddetti ve yapılandırdı. “Post-” öneki paradoksal olarak reddetmek istediği kavramı daha yakından odaklanmaya son verir. Bu nedenle kelimenin iki unsuru mevcut duruş için bir tür metonim oluşturur; “Post” kalıcı bir postmodernist güvensizliği yansıtırken, “doğruluk(truth)” önemli bir mihenk taşı olmaya devam ediyor.
- Bu yeni destekleyici kültürel mantığın, iktidar inanç sistemindeki bu kayma için pek çok terim var. Bir kaçı; admodernizm, kozmodernizm, digimodernizm ve metamodernizim. Bu kavramsallaştırmalar arasında yakınsamalar ve farklılıklar var; rekabet ettikleri kadar birbirlerini tamamlıyorlar. Buna rağmen, bu oluşumlar arasında tutarlılık, modernist ve postmodernist stilist uygulamanın bir mirası ve rehabilite edilmiş bir etik bilinçtir
10.04, postmodernin ötesindeki bir duyguyu ifade eden çağdaş kurgu örneğidir. Otobiyografiyi kurguya entegre eden ve anı patlaması olarak adlandırılan bir tür olan otomatik kurgu olarak sınıflandırılabilir. Tür, ilk bakışta, konunun parçalanması ve olgusal kurgu ontolojik sınırlarının bulanıklaşması ile ilgili olduğu gibi, postmodern olarak görünebilir. Oysa günümüzün kurguları özü bir oyun olarak değil, bir metnin gerçekçiliğini arttırmak ve kişisel yaşamın sosyolojik ve fenomenolojik boyutlarını ele almak için anlatır. Édouard Louis’in Eddy’in Sonu (2017), kurgusal bir eser içerisinde yazarın Kuzey Fransa’daki küçük bir işçi sınıfı köyünde kadınsı bir genç olarak kendi deneyimlerini anlattığı bir durumdur.
Tarihsel kurgunun popülaritesi, gerçekçiliğin canlanması ve kurgunun görsel ve dijital kültüre olan bağlılığının artması gibi yakın zamanda ortaya çıkan diğer edebi eğilimler de bu değişimin simgesidir. David Foster Wallace sık sık ironik postmodern pop kültürüne karşı silahlanmaya çağrı yapan edebi bir şahsiyet olarak adlandırılırken, birçok çağdaş yazar da bu çağrıyı yapmaya devam ediyor: Ben Lerner, Jennifer Egan, Dave Eggers, Joshua Ferris, Jonathan Franzen, Sheila Heti, Kazuo Ishiguro, Ruth Ozeki, Zadie Smith ve Adam Thirlwell. Thirlwell’in Kapow’u (2012) örneğin, Arap Baharı’nı, Fransız Devrimi ile karşılaştırarak tarihselliğini ve önemini sorgulamıştır. Bu süreçte, öz-bilinçli anlatıcı, yüksek ve düşük kültürel referansları birleştirir, önemli ropörtajlarla bağlantı kurar ve kendi Arapça romanını yazmanın uygunluğunu düşünür.
Aynı zamanda, kültürümüz önceki nesillerin yazarlarını kullanan pek çok temayı ve kaygıyı koruyor; eskiyi süpürmek ve yeniyi şekillendirmek için radikal bir edebi avangarddan küçük işaretler görüyoruz. Postmodernizm, bazı eleştirmenlerin iddia ettiği kadar vahşice bitmemiş olabilir, ama geri çekiliyor gibi görünüyor. Cihazları o kadar yaygın hale geldi ki ana akım, ticari ve popüler kültüre absorbe edildi. Postmodernizm, kısmen piyasayı aşırı doyurduğu için değerini yitirdi. Postmodernizmin değişebilirliğinin ve etkisinin sona ermesiyle, gerçek dünyadaki problemlerle ciddiyetle ilgilenen bir literatür kurmamız daha iyi olacaktır.
Jean Baudrillard ve Jean-François Lyotard’ın başını çektiği belirsiz sınırlı postmodern felsefe ve kurgu, özellikle öykü, roman ve biyografi üzerinden izlenebilecek bir etki bıraktı. Şiiri bunun dışında bırakıyorum, çünkü şiirin kurgusu daha ziyade şairine bağlı kalırken; öykü, roman ve diğer anlatılarda değişim küresel olarak takip edilebilir durumda. Postmodernizm geriye çekilirken, onun yerini alacak (veya bıraktığı alanları dolduracak) kavramlar bütünü, 1900’lerin başına dönülerek analitik felsefede aranmalıdır. Öznenin okuyucudan çok anlatıcıya döndüğü günümüz edebiyat dünyasında, postmodernizmin geriye çekildiği alanlar, Wittgenstein’in bıraktığı yerden (Dünyamın sınırları, dilimin sınırlarıdır), okuyucunun lehine işlemelidir.