O(sman Hamdi) Homem Duplicado
Ah, bu aile laneti. Razıydı Osman Hamdi Anadolu’nun bütün antikalarını, tarihî eserlerini vermeye. Çingenelerin Molası, Pusuda Zeybek ve Zeybeğin Ölümü kaybolup gitmişti işte. Yeter ki ölmesindi güzel evlatları. Nazlı nazlanmadı fazla, usulca ağladı tablonun önünde.
“…ferdin kendi içinde bölünmesi hiç de tabiî değildir.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
“Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil.” diye yazmıştı L. Wittgenstein. Dünya hiçbir şeyin toplamı falan değildi, hep bir şeylerin çıkarması veya bölmesiydi. Bazen çarpmalar da olmuyor değildi tabii. Fait.1 Nazlı’da Capgras Sendromu2 yoktu, ama neredeyse emindi babasının babası olmadığından. Başka bir şey, habis bir şey, melun bir şey onun yerine geçmişti kesinlikle, onun yerini almıştı. Babasının ceketini, gömleğini, pantolonunu ve pabuçlarını giyiyor, gözlüğünü takıyor, onun işlerini yapıyor, onun hayatını yaşıyordu. Babası olmayan babası sürekli kendini çiziyordu tablolarında.
Cami Kapısı Önünde Konuşan Hocalar’da üç Osman Hamdi vardı. I. Osman Hamdi “Ben ben değilim, ama sen de değilim.” diyordu diğerine. II. Osman Hamdi “Ben sen değilim, ama ben de değilim.” diyordu cevaben. III. Osman Hamdi “Ben siz değilim, sizden de değilim. Daima içimden üçe bölünmüş olarak yaşadım. Çünkü benim için bir başkası, başka türlüsü daima mevcuttu ve mevcuttur. Başka bir yerden geldim dünyaya. Çağırıldım belki de. Unuttuğum bir yerden. Eskihisar’dan veya lanet olası bir taş lahitten.” diye söyleniyordu. Hangi gereksiz tutarsız çaylak işi nekromansi getirmişti onu buraya.
Nazlı dinliyordu yalnızca. Osman Hamdi’ler hareketsizdi, eylemsizdi. Inertia.3 “Corpus omne perseverare in statu suo quiescendi vel movendi uniformiter in directum, nisi quatenus illud a viribus impressis cogitur statum suum mutare.” diye yazmıştı Newton Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica’da 1687 yılında. Nazlı bunu biliyordu veya bilmiyordu, fark etmez. Jean-Léon Gérôme’un oğlu Jean 1891 yılında ölmüştü, çünkü Gérôme dik kafalı, inatçı ve bencildi; bunu biliyordu işte Nazlı ve ölmek istemiyordu. Gerekirse tabloda yaşasındı babası (babaları). Hiç niyeti yoktu kaplumbağa terbiye etmeye veya silah tüccarlığı yapmaya.
Spéculation.4 Adı kendinde gizli bir Büyücü süzülmüştü atölye kapısından içeri. “Velázquez de kendini aynı böyle, aynı bu yüzden resmetmişti Las Meninas’ta,” dedi. Sen tut kendini Prenses Margaret Theresa’nın yanında, Kral IV. Philip’le Kraliçe Mariana’nın önünde resmet. Kafasını uçuracaklardı neredeyse bu terbiyesizliği yüzünden. Ama mecburdu buna ve makul bir sebebi vardı: küçük kızı Ignacia de Silva Velázquez y Pacheco gencecik yaşında göçüp gitmişti bu dünyadan. İkincisinin de ellerinin arasından kayıp gitmesine izin veremezdi. “Şimdi hâlâ Museo del Prado’da elinde paleti ve fırçasıyla dikilip müze ziyaretçilerini izliyor sabit gözlerle. Korkuyor, acıkıyor, bekliyor, ağlıyor ama hiçbir şey değişmiyor. Neden biliyor musun? Çünkü bazı şeyler yer kaplamaz uzayda, Hamdi. Bazı şeyler yalnızca bir yansımadır veya bir façade.5 Arkası boştur, aslı yoktur bazı şeylerin.”Âsâr-ı Atîka Nizamnamesi, 1884.
Ah, bu aile laneti. Razıydı Osman Hamdi Anadolu’nun bütün antikalarını, tarihî eserlerini vermeye. Çingenelerin Molası, Pusuda Zeybek ve Zeybeğin Ölümü kaybolup gitmişti işte. Yeter ki ölmesindi güzel evlatları. Nazlı nazlanmadı fazla, usulca ağladı tablonun önünde. Bölünen ba/ba/sı/nı top+la+ya+maz+dı artık hiçbir kuvvet. Ka∙fa∙sı∙nı du∙var∙la∙ra çarpa çarpa ağladı. Gözyaşları kehribar rengi. Gözyaşları inci nadirliği. Gözyaşları çalı sıklığı, gözyaşları ham incir. Paralel bir gelecekte Edhem Eldem hop oturdu hop kalktı odasında, Boğaz’a baktı içinden. Boğazı düğümlendi.
- KARDEŞİM, DUPLİCADO KISMINI ANLADIK DA, HATTA TRİPLİCADO OLSUN, AMA HOMEM NERDEN ÇIKTI ALLAH AŞKINA? İNSAN DEĞİLİZ Kİ BİZ! HAYVANIZ BİZ, HAYVAN! DÜPEDÜZ MAYMUNUZ! BİZE EVRİM GEREKLİ, DEVRİM DEĞİL!
Bebekler saklanırdı hep, gözden uzağa kaçırılırdı, zalimin zulmüne uğramasınlar diye. İncil’deki İsa, Hirodes’ten; Uyuyan Güzel’deki Prenses, çıkrık iğnelerinden. Ama nereye kaçıracaktı Osman Hamdi Bey Nazlı’yı elsiz kolsuz bir lanetten. Büyücü, ilk eli ve bütün elleri kazanacaktı bu oyunda. Lex.6 Sayda’nın laneti peşini bırakmayacaktı, biliyordu. Conclusion.7 ‘Birlik’te yokluk, ‘üçlük’te Tanrı vardı. Osman Hamdi; Baba, Baba ve Baba’ya bölünecekti, var olacaktı, tanrı olacaktı belki; ama bir baba bile etmeyecekti. O yüzden bir sahtesi, bir kopyası, “une substitution”u8 olmalıydı. Habis, melun ve kötü kalpli bir büyücü, kendisinden daha iyi babalık yapabilir miydi evlatlarına? Onları kandırabilir miydi babaları olduğuna? Aynı şefkatle, aynı samimiyetle, aynı taşkın sevgiyle sarılabilir miydi onlara?
Babasının hukuk okuması için gönderdiği Paris’te hukuk öğrenimini yarıda bırakıp sanat eğitimine başladığı zaman, babası nasıl da hayal kırıklığına uğramış, yurda döndüğünde nasıl oğlunu aynı şefkatle, aynı samimiyetle, aynı taşkın sevgiyle kucaklamamıştı? O zaman da babasının bir doublicadosu muydu acaba onu karşılayan? Yersiz yersiz espriler yapan, oğlunun artık bir baltaya sap olamayacağını düşünerek sık sık onu küçümseyen kendi öz babası mıydı yoksa anneannenin yerine geçen büyük kulaklı, büyük gözlü, büyük elli, büyük ağızlı hain kurt gibi onu bir kerede yutmak isteyen bir sahtekâr mıydı? Baba ancak yiyerek, oğul ise ancak yenerek tamamlanabilirdi. Çünkü babası hep kendinden vererek eksilmiş, oğul babasından alarak artmıştı. Skorları eşitlemenin vakti gelmiş, geçiyordu bile. Osman Hamdi başladı yazmaya; çünkü yazmak dünyayla ödeşmenin tek yoluydu.
- Kıymetli Pederim,
- Bu Bağdatlılar pek kaba saba insanlar. Elleri çalışmaktan nasır, parmak uçları ve bıyıkları ucuz tütünden sapsarı, yüzleri hayat gailesinden kırış kırış, gözleri okumamaktan fersiz ve ebleh, alınları bedbahtlıktan çizgi çizgi. Burada kurudum kaldım, kıymetli Pederim. Öldüm. Üzüntü, bıkkınlık, aldatılmış olma hissi, hayal kırıklığı, nefret ve kızgınlık beni eziyor. Artık dayanamıyorum. Bana kitap gönderin, sayfalarından gemiler yapıp size göndereyim. Bana tütün gönderin, içip küllerini ve dumanını size göndereyim. Küllerinde elinizi, dumanında yüzünüzü yıkayıp abdest alın. O semiz ve tütsülenmiş elinizi kesip bana gönderin aziz Pederim, öpüp alnıma koyayım, geri göndereyim. Yüzüğünüzü bana gönderin, onunla tanrıların elini sıkıp geri göndereyim. Belki ölümsüzlük bir illet gibi size de bulaşır. Evet, pederim, ölümsüzlük bir illettir. Ne tanrıların ne de insanların ölümsüzünden hayır vardır insana. Ölmek bir tevazudur, diğerlerine yer açmaktır. Kendini eserlerinde çoğaltarak ölümsüzleştirmeye çalışan sanatçı ise bir “sözde ölümsüz” olarak bütün canlıların en tehlikelisi, en sinsisi, en adisidir. Alınmayın, fakat bir baba da kendini çoğaltarak ölümsüzleştirmek ister. O da bir sanatçıdır aslında. Elinde fırça yerine öğüt ve ikazları, karşısında tuval yerine oğlu vardır. Geleceğe miras bırakacağı bir tablo değil, bir oğuldur. Kanlı canlı, yaşayan, konuşan, seven, nefret eden, yâd eden, anlatan bir evlattır. O yüzden her oğul -az ya da çok- babasının benzeridir. Şöyle de diyebiliriz, her oğul babasının iyi veya kötü yapılmış bir kopyasıdır. Ancak baba oğlunu yetiştirirken, yani dünyaya bir kopyasını armağan ederken, kendinden bir şeyler feda eder. Aksi hâlde çoğalmak mümkün değildir. Şimdi söyleyeceklerim için üzülmeyin ama pek kıymetli pederim, ben işte tam da bu yüzden hiçbir zaman evlat sahibi olacağımı zannetmiyorum. Çünkü benim verecek hiçbir şeyim yok, ama kaybedecek çok şeyim var. Bir küçük kıza veya oğlan çocuğuna bakıp aynaya bakıyormuş gibi kendimi görmek istemiyorum.
- Oğlunuz
- O. Hamdi
Tabloların içinden konuşuyordu Osman Hamdi. Tabloların içinden bakıyordu. Tabloların içinden yazıyordu artık. Dışarıda, tuvalin öbür tarafında ikinci bir Osman Hamdi dolanıyordu. Kızını alnından öpüyor, oğluna sarılıyor, Halil’le dertleşiyordu. Kendi mi gerçek o mu sahte bilmiyordu artık. Yavaş yavaş çiziyor ve boyuyordu dışarıdaki Osman Hamdi, içeridekini.
Kafası tamamlanınca düşünüyor, gözleri tamamlanınca görüyor, burnu tamamlanınca kokluyor, saçları tamamlanınca belli belirsiz dalgalanıyor, ağzı tamamlanınca konuşuyordu. Kendi kendine. Çünkü tuvaller sesgeçirmezdi. Ne kadar bağırıp çağırsa da kâr etmezdi. La Substitution devam ediyordu boyamaya. Göğsü tamamlanınca üşüyor, göbeği tamamlanınca acıkıyor, kasıkları tamamlanınca azgınlaşıyor, bacakları ve ayakları tamamlanınca yürüyüp gitmek, çerçeveden çıkmak istiyordu. Ama ellerini çizmiyordu dışarıdaki Osman Hamdi bile bile, çünkü çizse o ellerle boğacaktı, ya onu ya kendini. İkisi de aynı şey değil miydi zaten?
Kopya I: Osman Hamdi Bey 1842 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. İlkokul öğreniminin ardından, 1856 yılında Maarif-i Adliye okuluna başladı. Oğullarının yurt dışında öğrenim görmesini isteyen babası İbrahim Edhem Paşa onu birkaç yıl sonra hukuk öğrenimi için Paris’e gönderdi. Osman Hamdi Bey dokuz sene Paris’te kalarak Paris Üniversitesinde hukuk derslerine devam etti. Hukuk öğreniminin yanında Güzel Sanatlar Okulunda resim derslerine de devam etmeye başladı. Gérôme ve Boulanger gibi o devrin tanınmış ressamlarının atölyelerinde çalıştı.
1869’da, henüz yirmi yedi yaşında iken Türkiye’ye çağırılarak Bağdat vilayeti Umuru Ecnebiye Müdürlüğüne tayin edildi ve yeni vali Midhat Paşa’nın maiyetinde Bağdat’a gitti. Osman Hamdi Bey Vali Midhat Paşa ile tam bir uyum içinde çalıştı, onun serbest fikirlerini benimsedi ve aralarında uzun süre devam edecek dostluk bağları kuruldu. Osman Hamdi Bey Bağdat’ta boş zamanlarında düzenli olarak resim yaptı, sık sık babasına mektup yazarak notalarını istedi, Midhat Paşa ile satranç oynadı, Batı müziğine alışkın kulaklarını Şark musikisiyle doldurdu. Bunlar yetmediği vakit Midhat Paşa’yla insan avına çıkarak çöl bedevilerini ve İranlıları vurdu.
Osman Hamdi Bey Bağdat’ta geçirdiği bir yılın sonunda Şark musikisinden ve babasının ona notalarını göndermemesinden o kadar bıkmış ve sıkılmıştı ki ava çıktıkları bir gece Midhat Paşa’dan kendisini av kazası süsü vererek vurmasını rica etti. Midhat Paşa kabul etmeyince ayaklarına kapanıp yalvardı. İsteğinin kesin bir dille reddedilmesi üzerine silahı çenesine dayayarak ateşledi ve oracıkta can verdi. Naaşı İbrahim Edhem Paşa’nın uzun süren çabaları sonucunda Eskihisar’a getirildi ve orada defnedildi. Hiçbir zaman sevmediği Şehzade II. Abdülhamid’in emri üzerine cenaze merasiminde Frederic Chopin yerine Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi çalındı.
DIŞ – OSMAN VE HAMDİ’NİN ATÖLYESİNİN BULUNDUĞU BİNA – GECE
Sisli puslu bir gece. Büyük pencerelerinden içerideki titrek mum ışığının görüldüğü taş bir bina. Uzaktan gelen kurt sesleri.
İÇ – OSMAN VE HAMDİ’NİN ATÖLYESİ – GECE
BÜYÜCÜ hışımla atölye kapısından içeri girer. Henüz reşit bile olmayan genç ensest ikizler OSMAN ve HAMDİ üst üste, alt alta, yan yana, iç içedir. İkisi de çırılçıplaktır. Kapı açılırken çıkan gıcırtıyı duyar duymaz ayrılıp, günahkâr bedenlerini çarşafın içine sokar ve telaş içinde kapıya bakarlar. Büyücünün gözlerini kan bürümüştür. Gecenin karanlığından gelmektedir ve üstü başı toz toprak içindedir.
BÜYÜCÜ
Hanginiz Osman, hanginiz Hamdi? İki saniye içinde cevap vermezseniz sizi paşa babanıza şikâyet ederim.
HAMDİ
Osman benim.
OSMAN
Ben de Hamdi.
BÜYÜCÜ
Dedikleri kadar varmış cidden. Hık demiş birbirinizin burnundan düşmüşsünüz. O gâvur oğlu gâvur babanıza hiç çekmemişsiniz.
Büyücü üzerindeki pelerini yere atıp kendine günahkâr bir içki doldurur ve fondip yapar.
BÜYÜCÜ
Beni iyi dinleyin. Kimsenin bunu öğrenmesini istemiyorsanız tek bir seçeneğiniz var. Siz ikinizi tek bir bedene sıkıştırıp diğer bedeni ben alacağım. Zaten birleşmek gibi bir çabanız var, gördüğüm kadarıyla. İşte size bulunmaz fırsat. Bir bedende iki ruh olarak hep birlikte olacaksınız. Ayrılmanıza hiç gerek kalmayacak artık.
Osman ve Hamdi önce birbirlerine bakar, sonra Büyücü’nün teklifini çaresiz kabul ederler. Büyücü ayine başlar. Osman ve Hamdi’yi ayağa kaldırıp yan yana durmalarını ister. Çantasından çıkardığı koyun bağırsağıyla onları birbirine bağlar. Çünkü bilindiği gibi koyun bağırsağı ruh için en iletken malzemedir. Elli iki adet okunmuş kürdanı Osman sandığı Hamdi’nin vücudunun çeşitli yerlerine batırarak ruhunu rahatsız eder ve onu bedenden çıkmaya zorlar. Anlaşılmayan antik bir dilde dualar okur, bir parça ceylan derisine ikizlerin vücut sıvılarıyla ayetler yazar ve sonra ayı pençesi gibi eliyle Osman sandığı Hamdi’ye bir Osmanlı tokadı atar. Osman’a bir titreme gelir, koyun bağırsağından kurtulup yere düşer ve nöbet geçirir gibi debelenir. Titreme bitip ayağa kalktığında Osman, Osman+Hamdi’dir artık. Hamdi ise kürdanlar aracılığıyla ayakta duran ruhsuz bir beden veya kullanıma hazır boş bir ‘ruh kılıfı’dır. Büyücü, kürdanları tek tek söktükten sonra güzelce katladığı ruh kılıfını çantasına koyar.
İÇ/DIŞ – BİRÇOK YER – GECE/GÜNDÜZ
Büyücü, o gece edindiği körpecik ruh kılıfına hiç dokunmadan onu yıllarca çantasında taşır. Ancak içinde olduğu ruh kılıfı eskiyip dağılmaya yüz tutunca, artık Osman sandığı Hamdi’nin bedenine girmesi gerektiğine karar verir. Sorun şudur ki Osman+Hamdi, Osman Hamdi Bey adı altında bir yerlerde hâlâ yaşamaktadır. O artık “iki”den de fazladır. Mitoz bölünmeyle üç olmuş, adına “Bey” unvanını eklemiştir.
Kopya II: Osman Hamdi Bey 1842 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. İlkokul öğreniminin ardından, 1856 yılında Maarif-i Adliye okuluna başladı. Oğullarının yurt dışında öğrenim görmesini isteyen babası İbrahim Edhem Paşa onu birkaç yıl sonra hukuk öğrenimi için Paris’e gönderdi. Paris’te hukuk öğrenimini sürdürürken okçuluğa merak saldı. Dönemin en ünlü okçusu olan Horace A. Ford’dan ders almak için babasından habersiz olarak İngiltere’ye gitti. İngilizcesi zayıf olan Osman Hamdi Bey iki ay süreyle dil derslerine devam ettikten sonra hafifmeşrep bir hanım tarafından Horace A. Ford’la tanıştırıldı.
İlk başta Osman Hamdi Bey’e okçuluk dersleri vermeyi kesin bir dille reddeden Ford, o sırada İngiltere’de bulunan Şehzade II. Abdülhamid’in araya girmesiyle yumuşadı ve teklifi kabul etti. Ancak Ford’un tek bir şartı vardı: izleyicilerin önünde Osman Hamdi Bey’in başındaki bir kirazı tam çekirdeğinden vuracaktı. Osman Hamdi Bey bu şartı kabul etti. Bir Pazar günü saat 13.00 civarlarında yaklaşık üç bin seyircinin önünde Horace A. Ford yirmi beş metre mesafede duran Osman Hamdi Bey’in başındaki kiraza nişan aldı. Seyircilerin coşkulu tezahüratları eşliğinde Osman Hamdi Bey’i tam alnının ortasından vurdu. Naaşı Osmanlı Devletinin uzun süren çabaları sonucunda yurda getirildi ve Eskihisar’da defnedildi. Horace A. Ford çıkarıldığı mahkemede “toy ve saf bir Osmanlı delikanlısını kandırmak” iddiasından suçsuz bulundu ve serbest bırakıldı. Horace A. Ford, Osman Hamdi Bey’i kasten mi kazaen mi vurduğunu yaşamı boyunca hiç kimseye itiraf etmedi.
Resimdeki Osman Hamdi dördüncü türden bir imgeydi: gerçekliğin hiçbir çeşidiyle ilişkisi yoktu, yalnızca kendi kendinin saf bir taklidiydi. Kendini katlıyor, kendini aşıyor, kendinden uzaklaşıyor ama tam olarak kopmuyor, tekrar kendine yaklaşarak kendi üzerine kapanıyor, kendisiyle bir oluyordu. Ama birken bile hâlâ ikiydi, hâlâ üçtü, hâlâ dörttü. Karşı karşıya konulmuş iki ayna gibi sonsuza kadar uzayıp gidiyor ama yeni hiçbir şey göstermiyor, söylemiyordu. Osman Hamdi bir aynaya bakar gibi tuvalden dışarı baktı. Ne oğlunda ne kızında görebilmişti kendini, ama şimdi bir yabancıda görüyordu. Osman Hamdi’lerden hangisi gerçek, hangisi sahte, hangisi orijinal, hangisi kopya karışmıştı birbirine. Tuvallerin içinde, dışında ve arasında bölünmüştü. Hiçbiri gerçek değildi belki de. Hepsi ölmüş, yok olmuş bir Osman Hamdi’nin kopyalarıydı. Belki Osman Hamdi hiçbir zaman var olmamıştı. Bütün bu sahte Osman Hamdi’ler, hiç var olmamış gerçek bir Osman Hamdi’ye işaret ediyorlar ve böylece onu şimdi yoktan var ediyorlardı.
- Babacığım,
- Sık sık Midhat Paşa’yla satranç oynuyoruz. Ben ona şehirleri anlatıyorum: Konstantinopolis’i, İstanbul’u, Gebze’yi, Eskihisar’ı, Paris’i. Görünen kentler yıkılıyor, parçalanıyor, dağılıyor ve siliniyor yavaş yavaş. Ben anlattıkça yok oluyorlar, ama tamamen değil, çünkü yerlerine sahteleri yapılıyor. Biz hiçbir zaman bir şehrin kendisinde yürümüyoruz, her zaman onun hayalinde dolaşıyoruz. Burada, Bağdat’ta, İstanbul’dan çok uzakta, ben hakiki İstanbul’da gezebiliyor, onu en sahici hâliyle yaşayabiliyor, sokaklarını arşınlayabiliyorum. Çünkü benim aklımdakinden daha gerçek bir İstanbul yok. Oraya döndüğümde yine yalanlardan, sahteliklerden örülü bir şehirde dolanıp aklımın kalpazanlığına şahitlik edeceğim mecburen. Görünmeyen kentler ise görünmüyor zaten babacığım. Kılavuz da kâfi gelmiyor. Daha şehrin gelişimizden haberi olmadan biz çoktan kaybolmuş oluyoruz. Şehre varamadan mahvoluyoruz, bitiyoruz. Kent daha ufukta belirmeden kayboluyor, gözden yitip gidiyor. İşte o kenti bulmam lazım, babacığım. O kenti bulup oradan hiç ayrılmamam lazım, çünkü ayrılıp geri döndüğüm anda aklımdakiyle gözlerimin gördükleri bir daha asla birbirini tutmayacak. Ben köşede mis gibi kokular yayan o caféyi bulmayı umacağım, öbür köşede çiçek satan güzel çingene kızını görmeyi bekleyeceğim ama café kapanmış, kız gitmiş olacak. Belki de hiç var olmamış olacaklar zaten. O şehirden uzaktayken o şehrin kafamda yarattığım kopyasında yaşamaya devam edecekler belki, ama burnum o kokuyu, gözlerim o kızı ne kadar arasa da bulamayacak.
- Sahi, Viyana duruyor mu, babacığım? Yoksa şimdiki Viyana eskisinin bir silueti, bir hayaleti mi yalnızca?
- Midhat Paşa şehirleri dinledikçe kabarıyor, şişiyor, zalim ve açgözlü bir cihan hükümdarı pozlarına giriyor. Önünü alamıyorum. Bütün şehirler kendinin sanıyor, bütün insanları tebaası zannediyor. Piyon ilerliyor, at kişniyor, fil tepiniyor, kale kuşatılıyor, vezir intihar ediyor, kral kaçıyor. Şah, babacığım! Mat, babacığım! Yeniliyorum, yardım et.
- Oğlunuz
- O. Hamdi
“Osman Hamdi Bey ağlıyor.” – Yazar daha kalemi eline alır almaz kendine gelmişti Osman Hamdi. Düşünmesi bile yeterdi aslında yazarın. İyice ayılmak için gözlerini ovuşturdu. Yüzyıllık hareketsizlikle tutulup kalmıştı bütün uzuvları. Kurumuş boyaları çatır çatır çatlatarak vücudunu bir yılan gibi kımıldattı. – “Bir kızı varmış rüyasında. Sabaha varmadan ölmüş.” – Bir hüzün kapladı göğsünü. Bir düşman ordusu gibi işgal etti yeis zihnini. Oğlunun aksine kızını çoğaltmamıştı tablolarında. Keşke, dedi, onu da çizseydim de yanımda olsaydı şimdi. – “Nazlı kızı, yanından, gözünün önünden yitmiş, gitmiş bir karanlık resmin karanlık bir köşesine.” – Gözleri parladı, gönlü ferahladı, umut kıvılcımları saçtı yüreği.
Demek yanına geliyordu kızı en sonunda. Dışarıdaki zorba Büyücü ölmüş müydü? Ya da ölmüş gibi yapıp gitmiş miydi, rahat bırakmış mıydı ailesini en sonunda? O da raté9 biri miydi kendisi gibi? Büyücülüğü becerememiş miydi? Raté bir büyücü müydü? Kendine göre hayal kırıklıkları var mıydı onun da? Osman Hamdi bekledi, bekledi; karanlık köşelerine baktı içinde bulunduğu resmin. Bir köşeden sızarak, akarak çıkmasını bekledi Nazlı’nın. Yazar öyle yazmamış mıydı? Zaman mevhumu yoktu artık. Ne kadar beklediğini bilmeden bekledi. Gelen giden olmadı. Bir karaltı geldi sonra. Güneş tutuldu sanki. Giderek büyüdü gölge, sonra bir anda çekip gitti.
Yazar yalancıydı: o, Osman Hamdi gibi kendini değil, başkalarını çoğaltıyor, hatta kopyalarını kusuyordu; ama gerçekliği değiştiremiyordu. Yalnızlık ve tecrit, dev soğuk bir bronz külçe gibi karşısındaydı işte. Yazar yazıyordu, ama boşluğa düşüyordu kelimeler. Hiçbir anlamları yoktu. Onlar da… [FIN INATTENDUE]10
- Baba,
- Yeter! Notalarımı gönder artık. Burada Şark musikisi dinlemekten ya kendimi vuracağım ya da başkalarının canına kıyacağım. Bu son uyarım sana.
- Oğlun
- O. Hamdi
Osman Hamdi “o kadar yalnızdı ki kendini bir balonda gibi hissediyordu.” Rüyasında kendini gerçekten bir balonda buluverdi. Balon, iki yanında çeşitli binalar dizilmiş bir sokağın tam ortasında duruyordu. Balon her an havalanacakmış gibi oynuyor, kımıldıyor, zıplıyordu. Osman Hamdi binalara baktı. Biri müze, diğeri akademi, üçüncüsü kütüphane, dördüncüsü atölye, beşincisi postane, altıncısı kerhaneydi. Osman Hamdi balondan inip müzeye girip eski eserleri düzenlemek, akademiye girip öğrencilere ders vermek, kütüphaneye girip yeni edindiği kitapları yerleştirmek, atölyeye gidip bir türlü bitiremediği şu tabloyu bitirmek, postaneye gidip kendini geleceğe postalamak istedi. Kerhaneyi siz biliyorsunuz zaten. Hangisine gideceğine karar veremeden balonun ipi kendiliğinden çözülüverdi ve balon havalandı. Hızla davransa balon çok yükselmeden aşağıya atlayıp kurtulabilirdi, ama basireti bağlanmıştı bir anda.
O da bu Tour du monde’un11 keyfini çıkarmaya karar verdi. Yeterince yükselince biraz önce ortasında durduğu binaların yalnızca üç duvardan ibaret olduğunu gördü. Her bina, üç façadedan başka bir şey değildi. Çatıları yoktu, içleri boştu. Bir tiyatro dekoru gibi sahteydiler.
Rüyadan uyanır uyanmaz balon havalandığında gördüğü kuşbakışı şekli bir kâğıda çizdi. Osman Hamdi altı büyük seyrek dişin ortasında kalmış bir lekeydi. Yutulacak bir lokmaydı. Lokma bile değil, yalnızca bir kırıntıydı. Yıllarca bu rüyasına başka bir anlam veremedi. Kendini bertaraf edilmek istenen değerli bir şahsiyet olarak gördüğü için hep kendisine acıdı. Ancak yaşı ilerleyince çözebildi rüyanın sırrını. Kendisi de o binalar gibi içi boş ve üç yüzeyden ibaretti: arkeolog, ressam, müzeci. Bir dekordu Osman Hamdi. Herkeste olduğu gibi onun da içinde bir boşluk vardı. Dış cephelerle kapatılan, ama doldurulamayan bir boşluk. Cami Kapısı Önünde Konuşan Hocalar adlı tablosunda bunu resmetti. Tabloda bir boşluğun etrafında toplanmış üç Osman Hamdi’nin arkasında, bir kanadı kapalı diğeri açık bir kapı vardı. Zamanı geldiğinde üç Osman Hamdi de o kapıdan girecek ve tekrar “bir” olacaklardı. O yarı açık yarı kapalı kapının adı Ölüm’dü ve üzerinde ışıklı harflerle şu kelimeler yazılıydı:
DEUS EX MACHINA12
OSMAN HAMDİ EX SIMULACRO13
o yazının altında bir kapı yoktu. hangi kapı? bir kere içinden geçtikten sonra sonsuza kadar kapanan kapı. o kapı bazılarına daha onlar içinden geçmeden kapandı. ya da hiç açılmadı. o kapı her zaman herkese açıktı. geçmesini bilen herkese. ben kiminle konuşuyorum? benimle konuşuyorsun. sen kimsin? benim. ben misin? [DİYALOG BİTER. MONOLOG BAŞLAR.] evet, senim. ben diye bir şey yok ki. [MONOLOG BİTER. SESSİZLİK BAŞLAR.]
Kopya III:Osman Hamdi Bey 1842 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. İlkokul öğreniminin ardından, 1856 yılında Maarif-i Adliye okuluna başladı. 1858 yılında çocuk felcine yakalandı. Oğlunun yurt dışında tedavi görmesini isteyen babası İbrahim Edhem Paşa onu Paris’e göndermek istedi, ancak Osman Hamdi BeyParis’e varamadan Zagreb yakınlarında yolda vefat etti.
Yazar diyor ki; “Başlangıçta ben vardım. Ben ben’imle birlikteydi ve Ben ben’dim. Neden sonra kendi kopyalarımı yarattım: ilk başta benimle bire bir aynı olan, benden ayırt edilemeyen kopyalarımı. O kadar farkları yoktu ki benden, bendiler âdeta. Önce o kopyalarım oldum. Kendimi bırakıp sahte bir Ben’e taşınmak rahatlatıcı geldi, ferahlık verdi. Gerçek Ben’i bir kıyafet gibi çıkarıp kenara asmıştım. Sonra benimle aynı olmayan, benden mini minnacık farkları olan kopyalarımı yaptım. Bir oyundu bu benim için. İnsanların bu farkları görüp görmeyeceklerini merak ettim. Ama görmediler. İnsanlar neyi görüyorlardı ki. Onlar kendilerine topal, başkalarına körlerdi. Bu oyun hoşuma gitmişti. Çeşit çeşit farklarla bir sürü kopyamı ürettim. Kendimi bırakıp onlar oldum; ben oldum aslında. Ben dediğin nedir ki! Hep kendimizden veya olmak istediğimizden biraz farklı değil miyiz zaten? Yavaş yavaş ilerlettim el becerimi. Huyumu suyumu, yaradılışımı, fıtratımı eğdim büktüm. İlk baştaki benden giderek daha çok farklılaşan benler çıkardım kendimden ve onlar oldum. Her seferinde biraz daha zorlaşıyordu tekrar ben olmak. Nihayet yolu kaybettim. Ben’i bulamaz oldum. Kendimin korkunç derecede farklı kopyalarına kaldım. En sonunda unuttum: ben kimdim, ne yerdim, ne içerdim, ne giyerdim, nasıl gülerdim, nasıl ağlardım, nasıl severdim, nasıl sevişirdim, kimi över, kime küfrederdim, neye kızar, neye sevinirdim. Ben olmak nasıl bir duyguydu unuttum. Şimdi bir sürü kopyam var, ama bir tane bile aslım yok. Sen var, o var, biz var, siz var, onlar var; ama bir ben yok kopyalarımdan başka.”
Kopya IV:1840 yılında geçirdiği at kazası sebebiyle İbrahim Edhem Paşa’nın hiç çocuğu olmadı.
Osman Hamdi Bey’in cenazesinin kaldırıldığı gün Çinili Köşk’ün merdivenlerine çıkan Maliye Nazırı Cavit Bey şu konuşmayı yaptı: “Bu tabutun içinde yatan Osman Hamdi Bey, tek ve biricik olduğu kadar çok ve sonsuzdur. O şimdi buradadır, ama aynı zamanda resimlerinde ve eserlerindedir. Biz bugün cismani Osman Hamdi Bey’i ebediyete uğurluyoruz, doğrudur; ancak ruhani Osman Hamdi Bey’ler -ki birden çokturlar- tablolardan bize bakıp gülüyorlar. Şunu açık yürekle söylemek gerekir: Osman Hamdi Bey gerçek bir büyücüdür. Elinin değdiği her şeyi değiştirmiş, dönüştürmüş, hatta bazı şeyleri yoktan var etmiştir: Türk resmini, müzeciliğini, arkeolojisini, sanat eğitimini ve tarihî eserlerin korunmasını. Bu büyücü kendini çoğaltmış, her yere kendi tohumlarını ekmiştir. Şimdi bu tohumların büyümesini sağlamak bizim en mühim vazifemizdir.” Konuşmayı dinleyen bir sofu, Cavit Bey’in sözlerini yanlış anlayarak “Büyücüyse yakalım gitsin,” diye bağırdı. Galeyana gelen topluluk tabutu ateşe verdi.
Hiçbir şey bir diğerinden ayrı düşünülemez. Dünyayı parçalayan, sınıflandıran, indirgeyen, düzenleyen, dizgeleyen; parçalanmış zihnimizdir. Kendisi parçalandığı için dünyayı da kendisi gibi zanneder, öyle görür ve öyle kavrar ancak onu. Hâlbuki bu dünyada her şey iç içe geçmiştir. Kaotiktir, dağınıktır, rastlantısaldır ama asla kopuk değildir. İşte bu yüzden düşlerin fiziği vardır, fiziğin de düşleri. “Dünya hayallerin toplamıdır, olguların değil,” diye yazdı Osman Hamdi, ama tuvalde hiçbir değişiklik olmadı; çünkü hayaller uzayda da tuvalde de hiç yer kaplamıyordu.
Anahtar Kelimeler: Osman Hamdi, Jean Baudrillard, İlhan Durusel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ludwig Wittgenstein, inertia, façade, substitution, duplicado, raté, deus ex machina, simulacrum.
Özet: Türkçeyle değil felsefe, edebiyat bile yapılamıyor. Bize Fransızca ve Latince gerekli, Öz Türkçe değil.
- * O Homem Duplicado, José Saramago’nun Türkçeye Kopyalanmış Adam olarak çevrilen romanının özgün adıdır.
- 1 (Fr.) Gerçek, olgu.
- 2 Sanrısal bir bozukluk. Yakınlarının ya da nesnelerin ikizleriyle değiştirildikleri biçiminde sanrılarla karakterizedir.
- 3 (Lat.) Eylemsizlik. – Cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimleridir. Newton tarafından Birinci Hareket Yasası olarak ifade edilmiştir.
- 4 (Fr.) Spekülasyon, kurgu.
- 5 (Fr.) Binanın yüzü, cephe; dış görünüş.
- 6 (Lat.) Yasa, emir, kanun, kural.
- 7 (Fr.) Sonuç.
- 8 (Fr.) İkame.
- 9 (Fr.) Başarısız. – Osman Hamdi Bey yakın dostlarıyla sohbet ettiği zamanlar bazen kendisinin “raté” bir insan olduğunu söylerdi (Ord. Prof. Arif Müfid Tansel).
- 10 (Fr.) Beklenmedik son.
- 11 (Fr.) Dünya turu.
- 12 (Lat.) Makineden Tanrı. – Antik Yunan tiyatrosunda bir tanrıyı canlandıran oyuncunun bir düzenek yardımıyla yukarıdan indirilmesi anlamında kullanılmaktaydı.
- 13 (Lat.) Resimden Osman Hamdi.
- Bu müthiş öykünün yazarının bir de kitabı var sevgili okur. O da tam olarak şöyle bir şey: Dekadans ve Ölüm (AE)