Onur Selamet ile söyleşi
Özel olarak imgeler üzerine pek düşünmüyorum. Onlar öyküye dâhil olmak istiyorlarsa oluyorlar, bunu da durduracak değilim. Yazdıklarımın esiri sayılmam ama şimdiye kadar bana anlattırdıklarından hiç pişman olmadım. Aklımın bir kenarında dönüp duran dünyaya güveniyorum. Bazen sadece ona güveniyorum.
Onur merhaba. Âdettendir, öncelikle ilk kitabın Ölü Dalgıcın Sonbaharı hayırlı olsun. Kitaplı bir öykücü olmak nasıl bir his? Şaka şaka, böyle hafif sorularla gelmeyeceğim sana. İlk sorum şu: Gerçek nedir? Haydi bakalım.
Merhaba Arda, teşekkür ediyorum. Gerçek, sokak lambasının sadece sokak lambası olmasıdır. Bu beni üzer. Sıkıcıdır çünkü. Yanında yöresinde, mecazında cümbüşlü bir sokak yoksa, baktığımda sadece lambanın kendisini görüyorsam gerçektir benim için.
İlginç bir benzetme oldu. Çünkü cümbüşlü sokağı görmek için sokak lambasının maddesel anlamda ışığına ihtiyaç duyarız. Ya da bu cümbüşü sadece gözüyle görebilenler için geçerli belki de.
Anladığım kadarıyla imgesel bir derinlik yakalama gayesinde de değilsin. Yoksa öyle misin? Öyle isen söyle lütfen. Değilsen nedir öykülerindeki gerçeklik kırılmasının sebebi? Veya Onur Selamet gerçekliğine biz okuru niçin çekiyorsun? Yanlış anlama, en azından ben bu çekilişten rahatsız değilim.
Özel olarak imgeler üzerine pek düşünmüyorum. Onlar öyküye dâhil olmak istiyorlarsa oluyorlar, bunu da durduracak değilim. Yazdıklarımın esiri sayılmam ama şimdiye kadar bana anlattırdıklarından hiç pişman olmadım. Aklımın bir kenarında dönüp duran dünyaya güveniyorum. Bazen sadece ona güveniyorum.
Öykülerimde gerçeklik kırılıyor. Doğru. Çünkü sizi kendi bahçeme, evime davet ediyorum. Her evin kendi içinde diğerlerinden farklı gerçeklikleri vardır. Bazen de geçerli olan tek kural hiçbir kuralın olmamasıdır. Eğer okur isteyerek ya da kazayla benim bahçeme girmişse ona ateş etmem.
Orada yabancıları severim. Durup beni dinlemesini ve raydan çıkan trenlerin gidebileceği alternatif gezegenlere inanmasını beklerim. Belki dışarıda biraz canı sıkılmıştır. Belki benim bahçemde oynayınca sıkıntısı bir anlığına hafifleyecektir. Ya da belki her şey daha kötüye gider. Bunun garantisini kimse veremez.
Tekrar dönmek üzere gerçeklik bahsine biraz ara vermek ve öykülerinin başına iliştirdiğin epigrafları konuşmak istiyorum. Genelde epigraf kullanımı risklidir, yazara çok manalı gelen ve bazen bir kıvılcım niteliğindeki bu alıntılar okur için anlamsız olabilir, hatta zaman zaman yazarı klişeye de düşürebilir. Ama senin kullandığın epigraflar hem oldukça etkileyiciydi hem de çoğu zaman öykünü bütünüyle kucaklıyordu. Bir kitabı okurken, mesela Ferit Edgü’den, epigrafa alacağın cümleyi yakaladın; “Evet bu cümle bana çevirmenlikle ilgili harika bir öykü yazdırabilir,” mi diyorsun? Ve evet, Gökyüzüne Nalları Dikmek kesinlikle favori öykülerimden oldu.
Epigrafların uygun bulunmasına sevindim. Aslında dosyamın ilk halinde bu kadar çok değillerdi. Belki 4-5 öyküde. Ancak editörüm Baran Güzel bütün öykülerin başına birer epigraf eklemeyi teklif edince denemek istedim. Sonuçtan memnun kalınca da böyle devam ettik. Öyküleri bütünüyle kapsar gözükmeleri sonradan eklenmeleriyle ilgili olabilir. Yine de seçtiğim alıntılar, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı derinden etkileyen, okuma zevkimi biçimlendiren ve bir şekilde bana yol gösteren isimlere ait. İlk kitabımda onları anmak benim için bir tür saygı duruşuydu.
Çoğunu sonradan eklediğimi söyleyerek sorunun diğer yarısını boşa düşürmek istemem. Çünkü evet, bazen ben de her yazar gibi okuduğum/duyduğum bir sözden yola çıkarak koca bir öykü anlatabiliyorum. Gökyüzüne Dalları Dikmek böyle bir metindi. Şimdi bakınca eskiden bu duruma yönelimimin daha fazla olduğunu görüyorum. Son yıllarda ciddi oranda azalttığımı söyleyebilirim. Bazen çıkış noktam bir epigraf olsa da öyküyü bitirdiğimde hikâyeye hizmet etmediğini düşünüyorsam kendisini çıkartmakta hiç tereddüt etmiyorum. Tehlikenin farkındayım.
Okudun mu veya okuduysan ne kadar etkilendin bilmiyorum, Karin Tidbeck’in Zeplin kitabını okuduğumda tedirginliğe düşmüştüm. Ne fantastik ne büyülü gerçekçilik ama aynı zamanda iki tür arasında salınan öyküler olarak yorumlamıştım Tidbeck’in öykülerini. Uzun zaman sonra senin öykülerini okuduğumda da benzer bir tedirginlik hissettim ve yine kendimce öyle yorumladım. Sen öykülerini bu manada nerede görüyorsun?
Karin Tidbeck benim en sevdiğim yabancı yazarlardan biri. Tidbeck’in kurduğu atmosfere hayranlık duymamak elde değil. “Bir şeyler olacak,” hissi... Bahsettiğin tedirginlik durumunu çok iyi anladım. Etkilenmiş olmam olağan. Yine de Tidbeck’in beslendiği kaynaklar (İskandinav efsaneleri) ve büyüdüğü ortam (Kayıp Rıhtım’da kendisiyle yaptığımız söyleşide yaşadığı şehri kalabalık bulduğunu söylüyordu, şehrin nüfusu 300,000. Bense İstanbul’da doğup büyüdüm.) benimkinden çok farklı. Onun kurgusunu harladığı kaynaklarla benimkiler arasında kilometreler var. Tidbeck’i tedirgin eden şeyle benim huzurumu kaçıran canavarlar ancak çok uzaktan kuzen olabilirler.
Düşünebildiğimiz ve hatta henüz düşünmemişken rüyasını görebildiğimiz her şey bana gerçek geliyor.
Canavarlar, dedin. Kafamın İçindeki Sülükler öyküne gelmek istiyorum. Esasen bu öykünün -fantastik ögeler dışında- klasik bir anlatı olduğunu söyleyebilir miyiz? Benim için de okuması oldukça da keyifli bir öyküydü. “Fantastik ögeler dışında” kısmına özellikle odaklanmak istedim. Çünkü her ne kadar asıl karakterin zombi dostuyla bir hikâyesi anlatılsa da öykünün temelde dayandığı ya da dayanmak zorunda olduğu yer orası değil. En azından bana öyle geldi. Bu bağlamda fantastik ayrıntıların öykünde bir araç hatta yer yer makyaj olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kafamın İçindeki Sülükler klasik bir iskelet üzerine kurulu. Doğru. Ama üzerindeki katmanlara baktığımızda göze çarpan gerçeküstü ayrıntıları ben bir araç ya da makyaj malzemesi olarak düşünemiyorum. Çünkü gerçeküstü diyebileceğimiz detaylar da benim dünyamda karakterin nefes alması kadar olağan şeyler. Bir kere anlatmaya başlayınca her şeyin mümkün olduğunu hissediyorum. Aklımda bu tip sınır çizgileri yok. Diğer bir deyişle, dışarıdan bakan gözün gerçeküstü kabul ettiği bir olayla gerçek kabul ettiği başka bir olay benim alet çantamda aynı gözde duruyor diyebilirim.
Eyvallah, düşünebildiğimiz şey bizim kendi gerçekliğimizdir diyebilir miyiz o halde?
Düşünebildiğimiz ve hatta henüz düşünmemişken rüyasını görebildiğimiz her şey bana gerçek geliyor.
Atlas, Çanak Anten Nedir Bilmiyordu öykün, çocukluğunu 90ların sonunda ve 2000lerin başında yaşamış bir yazarın öyküsü. Hem sokak hem TV iç içe. Aslında sadece mevzu bahis öykü özelinde sormuyorum; genel olarak sence öykülerinde bu geçiş dönemi çocukluğunun sahici bir etkisi söz konusu mu? Öyle ise ne denli?
90’lar nostaljisine kapılmayı pek sevmiyorum, ama şanslı bir çocukluk geçirdiğimizin de farkındayım. Genç yazarların beslenebileceği en zengin kaynaklardan birisi de çocukluk dönemleri. Sihirli bir yanı var. Yine de bu iş yavaş yavaş klişeye doğru varmaya başladı. Dengesini iyi tutturmak gerekiyor.
Ben kendimi sürekli bir “geçiş dönemi”ndeymiş gibi hissediyorum. 90’lardan milenyuma, dünden bugüne hep bir Araf’ın ortasındayım. Bu yüzden sorunun cevabını sadece “geçiş dönemi çocukluğu”yla sınırlamak istemiyorum. Geçiş meselesi hayatımın tümüne yayılmış durumda. Öykülerimde de hatırı sayılır miktarda hissedilmesini normal karşılıyorum.
5-6 senedir dergilerde yazıyorsun diye biliyorum. Belki daha fazladır. Bağışla. İlk yazmaya başladığın zamanlardan bugüne öykünde neler değişti?
İlk defa bir öykümün yayımlanması Nisan 2012’yi buluyor. O zamandan şimdiye neredeyse tüm öykü anlayışım değişti. Artık daha az sivri dilliyim, daha az kelime kullanmaya gayret ediyorum, jeneriklik cümlelerden kaçınıyorum. Gereksiz göndermeler kulağımı tırmalıyor ve daha az neşeliyim.
Daha az kelime kullanma bahsini biraz açabilir misin? Oldukça ilginç geldi.
Eskiden anlatmaya doyamazdım. Hem hikâyenin içinde daha fazla zaman geçirmek için hem de aklımdan geçenleri karşı tarafa iyice belletmek için. Tekrara düşe düşe olayın altını üstüne getirirdim. Şimdi elimde makas kulağa fazla gelen eklerin bile peşine düştüğüm oluyor.
Öyküde neşeden şikâyet edeni de çok görmedim. Modern buhranlara dalıp giden suni karakterler de oluşturmuyorsun. Peki nedir seni daha az neşeli yapan? Neden artık daha az neşelisin?
Eskiden daha kişisel hikâyeler anlatıyordum. 2009’da yazdığım bir öykü var. Uykusuzluk Kulesi. O sıralar içinde olduğum bir derdi öyküleştirmiş, “düşmanlarımdan” epey fantastik bir intikam almıştım. Bir çeşit iç hesaplaşmaydı ve bitirince rahatlamıştım. Böylesi benim için daha eğlenceliydi. Bunu saklamayacağım. Yazdıklarımda bana ait izlerin üstünü örtmeye başladığımda öykülerimdeki neşe de azaldı. Ama bence bunda sorun yok. Doğru olan buymuş gibi geliyor.
Peki bundan sonrası için bir planın var mı? Şöyle öyküler yazmak istiyorum, gibi gibi.
Okumaktan keyif alacağım türde metinler yazmak istiyorum. Daha uzun soluklu şeyler gelebilir. Aklımda birkaç proje var, konuşmak için çok erken.
Peki, roman? Şundan soruyorum, öncelikle fantazya tutkunu biliyorum; fantazya seven ve eli kalem tutan her yiğidin yüreğinde bir diyar fantazyası yatmaz mı?
Diyar fantazyasıyla çok genç yaşta tanıştım. Ortaokul ve lise çağlarımda neredeyse her türlüsünü okumuşumdur: Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar, Yüzüklerin Efendisi, Gediksavaşları, Yerdeniz, Ravenloft... Ama benim gönlümde şehir fantazyasının yeri ayrı. Bizim dünyamızda, hemen şu kapıdan çıktıktan sonra karışabileceğim gerçeküstü bir dünya daha çok ilgimi çekiyor. Önceki soruda işaret ettiğim “uzun soluklu şey” de biraz öyle bir metin.
Abi eyvallah, umarım istediğini gerçekleştirirsin ve biz de okuruz. Söyleşi için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim, çok keyifliydi.