Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil
Haldun Taner, yazdığı hikayelerle hayli geniş bir okur kitlesine ulaşır. Okur tarafından bu kadar kolay benimsenmesi, kendi döneminde sanatsız ve külfetsiz hikayeler yazmasıyla açıklanır. Oysa Taner, hayatının sonuna kadar yazdıklarında kendi kurduğu hikaye dilinden hiç vazgeçmemiştir.
“Evet belki önce yemek, içmek, uyumak için yaşar. Ama bunlar bitince başka özlemlere uzanır insan. Ölümsüzleşmek için yaşar. Ölüme kafa tutabilmek için de, zavallının iki imkanı vardır. Ya, çoluk sahibi olup, adını, soyunu idame ettirmek; ya da Şeyh Galip gibi ölmez mısralar söylemek veya yeryüzüne herhangi bir şekilde imzasını atmak. Bu da nasıl olur? Yüzyıllar berisinden yüzyıllar ötesine seslenen bir şaheserle olur”
“Sonsuza Kalmak”, Yalıda Sabah 73
Haldun Taner’i nasıl bilirsin, ey okur! Onu oyunlarıyla mı, düzyazılarıyla mı, yoksa hikayeleriyle mi tanırsın?
Ben Haldun Taner’i, hikayeleriyle tanıdım ve çok sevdim. Onun, hikayelerinde anlattığı insanları, yerelliğini, ironisini, samimiyetini, hikaye dilini, hatta kitaplarının kapaklarındaki Ara Güler imzalı gülümseyen portresini, kısacası bütün bunlara yansıttığı hayatı algılayış biçimini sevdim. Olaylara onun penceresinden bakıp, gözlemlerimi onun kaleminden dile dökmek istedim. Bunu ne ölçüde başardığım ya da başarabilme ihtimalimin olup olmadığı sorusunun cevabını zamana bırakıyorum. Bu yazıda Haldun Taner’in hikayeciliğini genel hatlarıyla değerlendirmeyi deneyeceğim.
Haldun Taner’in hikayeleri, öncelikle samimi üslûbuyla çeker okuru. Hikayelerdeki anlatıcı çoğunlukla okuruyla sohbet eder. Bazen anlattığı kişi ve olaylarla ilgili fikirlerini paylaşır, bazen de tartışır okuruyla. Mesela “Yalıda Sabah” öyküsünün anlatıcısı, kuşların hareketlerini yorumlarken “bilemem, kuş olmadım ki bileyim” (11) der. Ya da hikayenin sonunda okura “Sırasız konuştuğuma, bir yazdan bir kıştan dem vurduğuma, oradan oraya atladığıma bakmayın. Her sabah kırk elli dakikalık krallığımda zamanı altüst etmek, mevsimleri umursamamak, sap derken saman demek özgürlüğümü hoşgörün. Görmeseniz de zaten ben bildiğimi okurum” (14) derken okur karşısındaki özgürlüğünü ilan eder. “Karşılıklı” hikayesinin sonunda “Bilmem anlatabildim mi? Anlatamadımsa da boş verin” (Yalıda Sabah 58) derken ise okuru özgür bırakır. Anlatıcının, okurla bu kertede samimi bir ilişki kurması, hikayeleri hem sürükleyici hem de cazip kılar.
Öte yandan hikayelerde işlenen temalar da, Haldun Taner’in zamanında ve halen beğenilerek okunmasının başka bir sebebi olsa gerek. Handan İnci, onun hikayelerinin genel olarak doğallığa, içtenliğe ve sadeliğe övgü ile yapay, taklit, sığ olandan nefret temaları etrafında toplanabileceğini söyleyerek şunları kaydeder:
“Kültürün insanı kısıtlayan, yapaylaştıran etkisinden, içgüdülerin saflığından söz ettiği hikayeleri de, sık sık konu edindiği kadın erkek ilişkileri de, zaman ve uygarlık karşısında kendisini kıstırılmış hisseden bireyin çaresizliği de bu eksen tema etrafında, yani doğal ile yapay arasındaki çarpışma üzerine konumlanır” (22).
Taner, doğal-yapay çatışmasını, kurguladığı figürler üzerinden çok vurucu bir şekilde yansıtır hikayelerinde. “Yaprak Ne Canlı Yeşil” hikayesi, bu çatışmanın en belirgin şekilde irdelendiği hikayelerindendir. Bu hikayede Zuhal figürünün şu sözleri anlatıcı figür üzerinde çok derin etki bırakır: “Ben istersem bu takma takıları bir anda soyunur atarım. İş ki karşımdaki buna değer olsun. Yoksa oyuna devam [etmek] zorundasın. Capito? Ama siz gözlüklüler soyunamazsınız kolay kolay. Kitap laflarını, kültür mavallarını, o Kafka mı nedir, bir de popo adına benzeyen adamın vecizelerini tekrarlamazsanız söyleyecek lafınız kalmaz belki. Ben soyununca ben çıkarım altından. Siz soyununca belki bir iskelet çıkar, siz yoksanız altında” (Yalıda Sabah 92).
Kendisinden sonraki nesilden hikaye yazarlarının kendi içlerine düşüşleri, batı edebiyatlarından devşirme yapay melankolileri, evrensellik adına batılı yazarları acemice taklitleri, kendi deyişiyle “authentique” olana, yerelliğe burun büküşleri, onu çok rahatsız etmiş olmalı. “Salt İnsana Yöneliş” ve “Ayışığında Çalışkur” adlı öyküleri bu rahatsızlığın açık ifadeleridir. Mesela, “Salt İnsana Yöneliş”teki Reis için kullandığı şu ifadeler bize ipucu verebilir:
“Olağandan, bilinen, alışılandan aykırısını yapmak ve yaptırmak, sanat anlayışının da değişmez ilkesiydi. Onca bir cümlenin başı ile sonu, bir paragrafın ilk ve son cümleleri, bir yaprağın çeşitli paragrafları ve bir romanın ayrı bölümleri arasında birbiri ile ilişkisi yok görünen yenilikler, beklenmedikler bulunması şarttı” (Kızıl Saçlı Amazon 197).
Altmetinde Taner’in bu figüre eleştirel yaklaşımı, kendi sanat anlayışının bunun tersi olduğunu düşündürür. O, burada yerdiği Reis’in aksine, öykülerinde bu çeşit yapaylıklara hiç tevessül etmez. Onun amacı, okuru beklenmedik sürprizlerle şaşırtmak ya da anlaşılmaz olmak değil, olabildiğince sade yollardan meramını anlatmaktır. Bu, yapay gösterişlere müracaat etmekten çok daha zordur aslında. Çünki, zor meseleleri basitçe ortaya dökmek, açıkça ifade edebilmek, aynı zamanda bu meselelerin, öncelikle yazarın kafasında bir çözüme ulaşmış olmasını gerektirir.
Öykülerinde, özellikle devrinin aydınları arasında çokça rastlanan Kafka hayranlığına birkaç defa atıfta bulunması da Taner’in, yazar-çizer takımının körü körüne bir batıcılıkla tam olarak kavrayamadığı kafkaeski taklit ederek kendisine yapay dramlar icat etmesi ve anlaşılmazlığı bir sanat emaresi olarak yansıtması karşısındaki duruşunu ele verir. Handan İnci, onun bu tavrını “halkçılık” ile açıklar: “[…] Haldun Taner de yüzü halka dönük bir edebiyat yapmanın peşindedir. Bu nedenle çeşitli yazılarında ve söyleşilerinde ‘iyi hikaye nedir?’ sorusuna verdiği cevapların gelip dayandığı nokta, hemen daima ‘halka yarayan’ bir edebiyat olacaktır” (20).
Haldun Taner, yazdığı hikayelerle hayli geniş bir okur kitlesine ulaşır. Okur tarafından bu kadar kolay benimsenmesi, kendi döneminde sanatsız ve külfetsiz hikayeler yazmasıyla açıklanır. Oysa Taner, hayatının sonuna kadar yazdıklarında kendi kurduğu hikaye dilinden hiç vazgeçmemiştir. O, hikayesini olabildiğince dolambaçsız yollardan anlatır. Ama bu dolaysızlık, yukarıda da ifade ettiğim gibi aleladelik ve/veya basitlik şeklinde değerlendirilemez. İronisi, kaba güldürü seviyesine düşmez. Hiçbir zaman okuruna malûmatfüruşluk taslamaz. Fakat hikayelerinde daima “Yalıda Sabah”ta karşımıza çıkan ve: “Bilmez miyim, bilirim. Çünkü üçüncü kattan bakıyorum. Yaş yaşadım, tepeden görüyorum.” (15) diyen, gözlemlerini bu kuşbakışı konumunun verdiği rahatlıkla aktaran o anlatıcıyı konuşturur gibidir. O, okuruyla sohbet eden bir İstanbul beyefendisidir.
Zaman zaman öykülerinde anlattıklarının yaşanmış olduğunu vurgulama ihtiyacı hisseder. Mesela, “Karşılıklı”da hikayeye şu şekilde girilir: “Bu girizgahtan sonra şimdi size bir olay anlatacağım. Bu olay aynen olmuştur. Yıllarca önce, bizzat anlatacağım şekilde geçmiştir” (Yalıda Sabah 46). Ancak, öyle postmodern bir züppelik değildir onun bu açıklamaları. Aksine, muhatabınız, size kurguladığı hikayeyi kağıda döken, okuruna mesafeli bir yazar değil de dostlarına hikayeler anlatarak onları eğlendirmek isteyen biridir sanki. Haldun Taner, bu etkiyi bilerek yaratır. Bu tavır, bir tarafıyla onun sözlü kültürden, yerel olandan beslenen yanını, bir tarafıyla da modern hikayeciliğini ifşa eder. Zira hiçbir öyküsünde otantik unsurlar gözünüze çarpmaz, iğreti durmaz; aksine modern bir hikaye okuduğunuzu daima aklınızda tutarsınız.
Yazarın bu açıklamaları samimi üslûbuyla birleşince, çoğu zaman kurguladığı yapay bir hikayeyi değil de kendi başından geçenleri anlatıyor hissi uyandırır okurda. Anlatıcı, Haldun Taner’e dönüşür böyle zamanlarda. Hikayelerin pek çoğunun yazarın biyografisiyle örtüşmesi de bu hissi pekiştirir. Mesela “Atatürk Galatasaray’da” hikayesinde anlatılanların dipnotlarla desteklenmesi, yazarın aynı yıllarda Galatasaray’da öğrenci olması gibi detaylar bu hikayenin, kurgudan çok anı olduğunu düşündürür (Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, 64-72).
Öte yandan bazen hiç ummadığımız bir anda gerçek kişilerle karşılaşıveririz. Mesela, yine “Yaprak Ne Canlı Yeşil” hikayesinde anlatıcının çok sevdiği bir sokağı, dostu Tanpınar’ın da kısa bir süre önce keşfettiğini öğreniriz birden (Yalıda Sabah 88). “Ablam”, “Fraulein Haubold’un Kedisi” gibi Almanya’da geçen hikayeler de Haldun Taner’in eğitim için gittiği Heidelberg’de geçirdiği yıllardan izler taşır.
Haldun Taner’in hikayelerinde zorlama yapay ifadelere yer yoktur. Aksine dili, alabildiğine doğal ve akıcıdır. Kendi zamanının moda öz Türkçe kelimelerine çok fazla itibar etmese de büyük oranda Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden arınmış bir dili tercih eder. “Salt İnsana Yöneliş”te “Dil Kurumu’nun gözüne girmek için hep arık tilciklerle konuşan, Rumelili olduğu için de devrik tümceyi içlerinde en rahat kullanan Yaltırım” (Kızıl Saçlı Amazon 200) adlı figür ile “Ayışığında Çalışkur” hikayesine verilen tepkiler arasında yer alan “Kuşağı, çevresi, kültür durumu ne olursa olsun, bütün kişilerini öz Türkçe konuştursa ne eksilir yazısında; ayrıca devrik tümceden de faydalanmıyor yeteri kadar…” (149) şeklindeki ifadeler yazarın dil konusundaki düşünceleri hakkında da fikir verir.
Haldun Taner’in hikayelerini bu kadar keyifli kılan en önemli unsurlardan biri de ironidir kuşkusuz. Her türlü yapaylığın karşısında doğallığı savunurken, özellikle ikiyüzlülük, malumatfüruşluk, kibir gibi insani zaafları öne çıkararak kurguladığı figürleri vasıtasıyla bütün bu zaaflarla inceden alay eder. Taner, hikayelerindeki ironiyi şu şekilde tanımlar:
“Önemli sayılan çok şeyin önemsizliğini, ağırlık sayılan çok şeyin hafifliğini, zorbalığın, fanatizmin, megalomaninin, bilgiçliğin budalalığını, ikiyüzlülüğün, kendini aldatışın, dalkavukluğun, batıl koşullanmaların ipliğini pazara çıkarıcı, ama bunu bağırganlıkla değil, usul usul yapan ince bir alay” (Aktaran Handan İnci, 18).
Haldun Taner’in hikaye kişileri ne salt iyidir, ne de salt kötü. Yazarın, hikaye kişileri karşısındaki konumu da çoğunlukla tarafsız görünür ilk bakışta. Çünkü, yukarıdaki alıntıda kendisinin de ifade ettiği gibi, hikayelerinde okuruna mesajlarını bağıra çağıra değil sessizce verir. Öte yandan onun hikayeleri basit sloganlarla ifade edilebilecek mesajlara indirgenemeyecek kadar da derinliklidir. Kurguladığı figürler, gerçekçi ve çok boyutludur.
Bu yıl Haldun Taner’in 100. doğum yılı. “İnsan ne için yaşar?” sorusunu, “Evet belki önce yemek, içmek, uyumak için yaşar. Ama bunlar bitince başka özlemlere uzanır insan. Ölümsüzleşmek için yaşar. Ölüme kafa tutabilmek için de, zavallının iki imkanı vardır. Ya, çoluk sahibi olup, adını, soyunu idame ettirmek; ya da Şeyh Galip gibi ölmez mısralar söylemek veya yeryüzüne herhangi bir şekilde imzasını atmak. Bu da nasıl olur? Yüzyıllar berisinden yüzyıllar ötesine seslenen bir şaheserle olur” (Yalıda Sabah, 73) şeklinde cevaplayan yazar, geride ölmez mısralar değilse de asırlarca yaşayacak şaheserler bırakarak yeryüzüne imzasını atmıştır. Onun öyküleri, denemeleri ve elbette oyunları yayımlandıkları dönemde olduğu gibi bugün de beğenilerek okunuyor. Muhtemeldir ki asırlar boyu okunmaya devam edecektir. Yunus Emre’nin söylediği, Haldun Taner’in de ikrar ettiği gibi;
Ten fanidir, can ölmez, gidenler gine gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil
- Kaynakça
- Taner, Haldun. Yalıda Sabah. YKY, İstanbul: 2015.
- _________ . Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu / Ayışığında “Çalışkur”. Bilgi Yayınevi, Ankara: 2005.
- _________ . Kızıl Saçlı Amazon. Bilgi Yayınevi, Ankara: 2006.
- İnci, Handan. “Haldun Taner 100 Yaşında”. Bir Güçlü Yazar, Bir Güzel İnsan: Haldun Taner 100 Yaşında. Ed. Murat Yalçın. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul: 2015.