Necip Tosun ile söyleşi
Düşünsel kimliğimi Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu besledi; biçimsel yaklaşımlarımı ise Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar gibi yazarlar.
Cemal Şakar: Bir edebiyatçı olarak kimliğinizi inşa etme sürecini anlatırken gözleyerek ve sıkı okumalar ile birikim sağladığınızı söylüyorsunuz. Edebiyatçı kimliğinizi inşa ederken size yol gösteren yazarlar, kişiler kimlerdir?
Necip Tosun: Bir yazar nasıl yazar, neler yazar bunlara çok kafa yordum, neler yapabilir diye. Ben insanı yazmaya iten temel nedenlerden birinin sadece hayat olmadığını, kitaplar olduğunu düşünüyorum. Beni yazarlığa götüren en temel nedenlerden biri okuma serüvenim oldu. Bir insanın hayatının aslında bir kitaplık oluşturma serüveni olduğunu düşünüyorum. Yani insan hayatı boyunca kitap okur bu kitaplardan bir kütüphane oluşturur. Bu kütüphane kendi beğendiği, kendi sevdiği, kendi duygularını yansıtan kitaplardan oluşur daha sonra oraya bakar, ‘bir raf da ben ekleyeyim’ der ve kendi yazdığı kitaplarla o rafı oraya ekler diye düşünüyorum. Benim bütün hayatımda, yazma serüvenimde çıkış noktam büyük çoğunlukla kitaplar oldu, okumalarım oldu. Ve bu okumaların insanları yazmaya götürdüğünü düşünüyorum. Beni de öyle götürdü çünkü. Tabi orada bu öykülerimi neler besledi diye bakarsak elbette okuduklarım benim kimliğimi belirledi. Düşünsel kimliğimi Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu besledi; biçimsel yaklaşımlarımı ise Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar gibi yazarlar.
Cemal Şakar: Yabancı yazarlar da var mı?
Necip Tosun: Ben 18, 20’li yaşlarımda bir gün Virginia Woolf’un Dalgalar’ını okumuştum. Öylesine çapılmıştım ki o kitaba. İki gün içinde baştan sona okudum. Hiçbir şey anlamadım romandan. Ama o kadar güzel bir anlatım vardı ki. Bir daha okudum, ne olduğunu da bilmiyordum, daha sonra bu kitabın “bilinç akışı” tekniği ile yazılmış bir roman olduğunu öğrendim. Virginia Woolf’un bu teknikle yazdığını öğrendim, daha sonra bu bilinç akışı tekniğini araştırmaya başladım. Virginia Woolf’un tüm kitaplarını; Deniz Feneri, Mrs Dalloway bunların hepsini okudum. Arkasından bilinç akışı tekniği ile yazan diğer romancıları okudum. Ben Batılı yazarlardan daha çok anlatım tekniği öğrendim, yani nasıl anlatılır; yerli yazarlardan da bir düşünce, ruh, fikir öğrendim ve benim yazdıklarım bunların karması. Bu anlamda benim yazarlık serüvenim hayattan çok kitaplardan beslenen bir serüven oldu. Cahit Zarifoğlu abimizdi. Onun yanına gidiyorduk. Rasim Bey’in yanına gidiyorduk. Sezai Abi’nin yanına gidiyorduk. Bunlardan edindiğimiz bir düşüncel iklim de ister istemez yazdıklarımıza yansıyordu. Benim düşünsel ve biçimsel anlamda yazarlık kimliğimi bu yazarlar belirledi.
Cemal Şakar: Öykü hangi yönleri ile bu çağın diline temas ediyor?
Necip Tosun: Sen sormasan yine söyleyecektim Cemal. Şöyle diyelim; bir metro yolculuğumuz var. Yarım saatlik bir yolculuk. Biz orada bir öyküyü bitirebiliriz. Öykünün bir uçak, bir otobüs yolculuğunda bitirebildiğimiz bütünlüklü bir hâli var. Mesela roman okuduğumuzda, Güray’ın romanını okuduğumuzda diyelim, sürekli okuma hâlimiz parçalanmak zorunda. 20 sayfa daha, 30 sayfa daha okumamız lazım. Ama öykünün bir oturuşta okunabilecek bir yapıda olmasıyla modern insanı yakalayabileceğini iddia ediyorum. Bir gün Abdullah Harmancı bana bir soru sordu, dedi ki “Siz hep böyle diyorsunuz öykünün modern insanın ritmini yakalayacak bir tür olduğunu söylüyorsun ama hâlâ roman okunuyor, roman çok satıyor. Sizin tezinize göre öykünün çok okunması lazım. Niye roman çok okunuyor?” Ben orada romana şöyle bir kapı aralamıştım. Şimdi roman yapısı itibari ile daha gevşek bir tür… İnsanlar romanı rahatlıkla okuyabiliyor. Roman okuru sıkmadan akabiliyor. Öykü çok sıkı bir tür, ritmik bir tür, şiirsel bir tür. Dolayısıyla romanın gevşek yapısı modern hayattaki insanları cezbediyor. Öykü formatında diyelim, o sıkı örgüsüyle, şiirselliğiyle, dil dokusuyla bir roman yazsanız okunmaz mesela. Diyelim bir Virginia Woolf şu dönemde okunmaz. Modern hayata çok zor gelir. Zaten Joyce de okunmadı biliyorsun. Modern hayatın ritmine sanatsal anlamda öykü daha uygun, ama gevşek hâline de roman uygun.
Ben Batılı yazarlardan daha çok anlatım tekniği öğrendim, yani nasıl anlatılır; yerli yazarlardan da bir düşünce, ruh, fikir öğrendim ve benim yazdıklarım bunların karması.
Cemal Şakar: Tam yeri geldi hadi, klasik soruyu sorayım. Hikâye-öykü ayrımı hakkında neler düşünüyorsun?
Necip Tosun: Aslında şöyle bir şey bu hikâye ve öykü. Eğer kastedilen yazınsal bir türse farkı yok bence. Ama kastettiğimiz şey diyelim 1900’lerden daha sonra sadece tahkiyeye dayalı bir şeyse, yazınsal tür kastedilmiyorsa, buna hikâye diyoruz. Ben hikayeye daha çok ana olay, konu denmesini daha doğru buluyorum. Mesela bir trafik kazası oldu, biz onu şöyle hikâye ederiz değil mi? İki araba geldi, çarpıştı, iki kişi yaralandı, öldü, hastaneye kaldırıldı; bence bu hikâye. Ama biz oradan bir tane insanı seçip onun ruhsal durumunu, trafik kazasındaki ruhsal konumunu eğer bir disiplin içerisinde yazarsak bunun öykü olacağını düşünüyorum. Ve bu anlamda buna öykü denmesi daha doğru.
Cemal Şakar: Biraz da ilk dönem okumalarından, yol arayışından söz edebilir misin?
Necip Tosun: Biz öyküye başladığımız dönemde bir boşluk içindeydik, ne okuyacağımızı bilmiyoruz, kimi okuyacağımızı bilmiyoruz. Biz beş on yıl, boşa kürek çektik değil mi Cemal? Yani hiç okunmaması gereken yazarları da okuduk. Onlarla çok zaman kaybettik. Ben de şöyle düşündüm. Biz çok zaman kaybettik bu yazarlara ulaşmak için. Türkiye’de maalesef yaşadığımız ideolojik bir şey de var. İdeolojik angajmanlar bazı yazarları bize göstermiyor. Bazı yazarları bilerek küçük gösteriyor. Ben bu kitapların hiçbirini; Modern Öykü Kuramı’nı, Öyküyü Sanat Yapanlar’ı, bunların hiçbirini yazmak istemezdim. Sadece öykü yazmak isterdim ama bunun büyük bir eksiklik olduğunu gördüm. Biz çektik bizden sonrakiler çekmesin. Dolayısıyla ben kuram kitaplarını yazmaya başladım. Ama buradan baktığımda kuram yazıları yazarken, insan bu yazıları, eleştiri yazılarını düşünceyle yazıyor. Ama öykülerimizi biz nasıl yazıyoruz daha çok duygularla yazıyoruz. Ben bu geçişlerde o kadar çok sıkıntı yaşıyordum ki. Bir kuram yazıyorsam, Modern Öykü Kuramı’nı yazdığımda uzun süre öykü yazamadım çünkü zihnim hep kuramlarla haşır neşirdi. Ve duygu dünyasını kaybetmiştim. Çok korkmuştum. Bir de benim kuram kitaplarımda, Doğunun Hikâye Kuramı, Modern Öykü Kuramı, Öykümüzün Kırk Kapısı bu kitapların altında benim çok fazla öyküm kaldı. Eğer bu kitapları yazmamış olsaydım o öykü kitaplarını yazacaktım. Ama inceleme, kuram kitapları yazmamı bir görev olarak da nitelendirebiliriz. Bunları yazmak zorundaydım. Maalesef Türkçede bu kitaplar yoktu. Bunu biraz işin içinde olanlar aşağı yukarı bilirler. Öykü üzerine kuramsal bir kitap yoktu Türkçede. Akıl alır gibi değil. Mustafa Kutlu üzerine ilk kitabı ben yazdım. Rasim Özdenören üzerine de.
Cemal Şakar: Dağcılıkta rota açan dağcılar olurmuş. Onların oluşturduğu rota, daha sonrakiler tarafından onların adıyla anılırmış. Bu yaptığın çalışmalarla aslında Türk öykücülüğünde bir rota oluşturduğunu, bir şeyi işaretlediğini de söyleyebiliriz çok rahatlıkla. Yani bir Necip Tosun rotasından da bahsedebilir miyiz?
Necip Tosun: Bu kadar iddialı mıyım bilmiyorum ama şunu biliyorum. Mesela Güray Süngü ile Aykut Ertuğrul’un çok iyi öykücü olacağını ben daha ilk öykülerinde bilmiştim. Bununla tarihe geçmek isterim. Tabi bu öykünün yapısı üzerine düşünmemin faydalarıydı. Bir öyküyü okuduğumda, diyelim Betül Nurata’nın, Handan Acar Yıldız’ın ilk öykülerinde görünce bunlardan öykücü olacak diyordum. Bu öngörülerimin çok şükür hepsinin doğru çıktığını gördüm. Ve bunu kuramsal kitap çalışmalarıma bağlıyorum. Dili nasıl kullanıyor, kurgu hatası yapıyor mu? Örnek vermem gerekirse bu kuram kitaplarının bana kattığı en önemli şey Aykut Ertuğrul, Güray Süngü gibi yazarları ilk keşfedenlerden olmamdı.
Cemal Şakar: Az önce de dedin dergilerdeki genç isimleri mutlaka takip ederim, notlar alırım vs. Günümüz öykü ortamı ve genel anlamda edebiyat kamusunun bir değerlendirmesini yapmanı istesem?
Necip Tosun: Edebiyat dergilerinin tamamını okurum, incelerim. Temel problemlerden biri şu. Türkiye’de ideolojik angajman var. Edebiyat bölünmüş durumda. Belli bir kesim bir başkasını görmüyor. Gezi’den sonra bu olay iyice derinleşti. 15 Temmuz’dan sonra farklı bir aşamaya geçti. Ben “hadi hep beraber birlikte olalım” demiyorum ama Türkçe üretilmiş bir edebiyat eserinin asgari hakkının teslim edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani diyelim bir Sezai Karakoç şiirinin Türkçede hâlâ hakkının teslim edilmemesi ve Enis Batur’un deyişiyle sadece Cemal Süreya’nın arkadaşı olmasından dolayı sol tarafından biliniyor olması akıl alır gibi değil. Mesela kendi kitaplarımda, diyelim Öykümüzün Sınır Taşları’nda bu ideolojik angajmana hiç bakmadan Türkçe eser üretmiş herkesi, sağ sol ayrımı yapmadan değerlendirdim. Bunun her tarafa yayılmasını istiyorum. Solun da böyle yapması lazım, muhafazakârların da, diğer kesimlerin de. Bir edebiyatçının bunu aşması gerektiğini düşünüyorum. Onun dünya görüşü ile meselen ayrı bir şey, onun edebî metni ayrı bir şey. Dostoyevski’nin İncil teklifine, kilise teklifine böyle bakmıyoruz. Dostoyevski’yi Dostoyevski olduğu için okuyoruz. Hele bu topraklarda üretilen eserlerin bu kadar yabancılaştırılmasını ben doğrusu anlayamıyorum. Bunun edebiyatımızdaki en büyük problem olduğunu düşünüyorum. Bu, edebiyatımızı büyütmüyor, küçültüyor. Beni Rasim Özdenören’le Mustafa Kutlu kitabı yazmaya bu ideolojik bakış götürmüştü. Bunların daha öykücü kabul edilmediği bir edebiyat ortamında yaşıyoruz. Sezai Karakoç şu anda Ortadoğu’da olup bitenleri yirmi sene önce yazmıştı. Alınyazısı şiirlerinde. Irak, Bağdat, Şam bunların hepsini. Türkiye’de hangi ideolojiden olursanız olun Sezai Karakoç okumadan Ortadoğu’da olup bitenleri anlamanız imkânsız. Biz kör bakışla, Sezai Karakoç’un da teklifini anlamadık. Dolayısıyla edebiyatımızın en büyük sorununun ben bu ideolojik körlük olduğunu düşünüyorum. Öykü ortamına gelince… Öyküyü Sanat Yapanlar’ı yazarken dünya öykücülüğünü önemli bir şekilde okudum, Türkiye’de öykü sanatının çok önde olduğunu düşünüyorum. Avrupa ve Amerika’dan daha önde olduğunu düşünüyorum.
Cemal Şakar: Bu ideolojik körlükle ilgili bir şey sorayım son soruya geçmeden. Senin zaten ortaya koyduğun kitaplardan da belli iyi öykü ortak paydasında birçok kitabı rahatlıkla yan yana alabiliyorsun. Yıllar önce Eşik Cini’nde de böyle şeyler yapıyordun ve orada bir eleştiri almıştın. Bu ideolojik körlük o kadar büyük bir körlüğe dönüşmüştü ki. Ya Necip Tosun böyle şeyler yapıyor ama çaktırmadan aslında bir öykü tarihi yazıyor. Buna itiraz etmeliyiz diye bir eleştiri de almıştın değil mi?
Sezai Karakoç şu anda Ortadoğu’da olup bitenleri yirmi sene önce yazmıştı. Alınyazısı şiirlerinde. Irak, Bağdat, Şam bunların hepsini. Türkiye’de hangi ideolojiden olursanız olun Sezai Karakoç okumadan Ortadoğu’da olup bitenleri anlamanız imkânsız.
Necip Tosun: Tabi ideolojik kimliğime ilişkin duruşum bellidir. Ben o dergide yllarca yazdım, daha sonra o dergide benim aleyhimde bir yazı yayımlandı. Orada benim bu yaptığım şeylerin çok bilinçli, ince hesaplarla yapıldığı, niyetimin kötü olduğu gibi bir şey çıkartıldı. Türkiye’de bu işlerin ne kadar körlükle yapıldığına bir örnek. Benim aslında Eşik Cini’nde, kendi dünya görüşlerine uymayan o kimse, o insanları tanıtmaya çalıştığımı; Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç’u o dergiye taşımak gibi gizli bir niyetim olduğu yazıldı o dergide. Halbuki benim niyetim gizli değildi ki. Çok açık bir niyetti. Ben bu yazarların okunması gerektiğine -sol sağ fark etmez- bu insanların Türkiye’nin ürettiği bir değer olduğuna inanıyordum.
Cemal Şakar: Peki bu son soru olsun. Bu yazı atölyeleri, yaratıcı yazarlık atölyeleri oldukça yaygınlaştı, hatta birkaç tanesine sen de katıldın herhalde. Bunların böyle yazar yetiştirmeye, edebiyata bir katkısı var mı yok mu? Nasıl değerlendiriyorsun bu yazı atölyelerini?
Necip Tosun: Şöyle bakıyorum ben bu olaya. Türkiye’de yazar olmak isteyen bir insanın gideceği hiçbir kapı yok. Edebiyat fakülteleri ne yazık ki yazar yetiştirmiyor. Zaten edebiyat fakültelerinden de yazar çıkmıyor. Bunun iki yönü var. Edebiyat fakültelerine giden öğrencilerin talebi bu değil, daha çok öğretmen olmak, bir meslek sahibi olmak için buralara gidiliyor. Diğer taraftan zaten hocaları da o bilinçte değil. Çok bilinçli hocalar da karşısında öyle bir öğrenci gördüğü zaman şevki kırılıyor ve ne yazık ki edebiyat fakültelerinden edebiyatçı çıkmıyor. Yazar olmak isteyen insanlara dergiler yardımcı olabilir. Ama dergilere de binlerce öykü, şiir geliyor. Oradan da bir çıkış yok yazar adayı için. Usta çırak ilişkisi neredeyse hiç yok bizde. Oradan da bir çıkış yok. Yazar okulları, belki buradan bir çıkış yaratabilir. Çünkü insanlar sadece yazar olmak için geliyor oraya. Karşısında da profesyonel bir yazar var. Onun tecrübesi karşı tarafa aktarılabilir. O anlamda yazarlık atölyelerinin işe yarayacağını düşünüyorum ama hiçbir zaman bu atölyelerde bir “yaratıcı yazar” yetiştiremeyiz. Ama şu olabilir. Onların kitaba ulaşmasını kolaylaştırabiliriz, var olanı açığa çıkarabiliriz. Eğer ciddi bir okuma yapmak istiyorsa okuma listesi yapabiliriz. Okuduğumuz kitabı nasıl anlayabileceğimizi, nasıl metne dönüştürebileceğimizi, yol yöntem gösterebiliriz. Onun dışında ben çıkışın kitaplar olduğunu düşünüyorum. Hatta ancak kitaplarla insanlar yazar olabilir, okuduğumuz kitaplar bizi yazarlığa götürebilir ısrarlı olursak diye düşünüyorum.
Aykut Ertuğrul: Benim de bir sorum olacak: Tahkiye anlamında hikâyenin gittikçe güçlendiğini, yükseldiğini görüyoruz ve galiba bu yükselmeden dolayı yazılan öyküler hacim olarak da artıyor, öykü uzuyor. Kendi çevremizde kesin olarak böyle. Akif Hasan Kaya’nın öyküsü gittikçe uzuyor. Anlatmayı gittikçe daha çok sevmeye başladı. Benim öyle. Arda’nın öyle. Ama tabi başka yazılmış iyi kısa örnekler de var. Ama bir yönelim olarak böyle bir şey tespit ettiniz mi, ettiyseniz neden olduğunu düşünüyorsunuz?
Necip Tosun: Evet Aykut, bunu ben de tespit ettim. Bir adım daha, novellalar çoğaldı. Çok ilginç bir şekilde öykü de değil roman da değil bir ara tür doğdu. Bu Türkçede doğdu. Uzun hikâye diyoruz. Ben bu kadar uzun hikâyenin çoğaldığı bir dönem hatırlamıyorum. Tahkiyenin, anlatmanın, öykünün uzadığını ben de görüyorum. Büyük yazarlar da, diyelim Mustafa Kutlu, hep novella türü şeyler yazıyor. Bu çoğaldı. Anlatma dediğimiz şey böyle bir şey. Tahkiye ağırlık kazandığı zaman metin uzuyor. Ama bunun neye denk düştüğünü kestirmek şimdiden kolay değil. Bir bakalım nereye doğru gidecek? Ama öykünün özelliği, en iyi tanımı, kısaltma sanatıdır. Ne kadar uzun olursa o kadar iyi diye bir şey yok. Tam tersine artık atılamayacak şey kalıncaya kadar atmamız gerekiyor, öykü böyle bir şey. Bunun serüveni nereye gider bilmiyorum.
Öykü, kısaltma sanatıdır. Ne kadar uzun olursa o kadar iyi diye bir şey yok. Tam tersine artık atılamayacak şey kalıncaya kadar atmamız gerekiyor, öykü böyle bir şey.
Aykut Ertuğrul: Abi belki çok zorlama bir bağlantı olacak ama, facebook instagram twitterin hikaye özelliklerini de aklımda tutarak gittikçe bu hikaye anlatma iştahının da arttığını söyleyebiliriz. Tam da birebir bu yüzden diyemeyiz ama bu da etkili gibi geliyor bana.
Necip Tosun: Benim 1980’lerde yazdığım günlükler vardı. Aslında tam facebook ve twitter’lık onlar. Günlüklerde diyordum ki bugün Cemal’le oturduk. Ardından Alaeddin Özdenören’i ziyaret ettik. Alaeddin Abi bize şunları anlattı. Fotoğraf çekiniyorduk. Ben geliyor akşam onu yazıyordum. Şimdi facebook bir hikâye anlatma, hem görüntüsü var hem altında yazısı var. İşte insanlar kendi hikâyelerini buralarda anlatıyorlar. Aslında onların hepsi bana göre günlük. Anlatıyorlar, işte şunu yaptım şuradaydım, şu tanıklığım var diyorlar. Bu insanların kendi duygularını ve düşüncelerini orada sergilemeleri, sosyal medya denen bu mecraların hikâye sanatını çok geliştireceğini düşünüyorum çünkü aslında insanlar son tahlilde hikâye anlatıyor.
Hale Sert: Ben Abdullah Harmancı’nın size yönelttiği soruda takılı kaldım biraz. Ona katılıyor gibiyim. Yanılıyorsam düzeltin öykü biraz elitist bir tür, öykü okuru da seçkin bir okur. O yüzden roman okuru ile öykü okuru arasındaki farkın pek kapanmayacağını, bunun hızdan biraz bağımsız bir şey olduğunu düşünüyorum. Hatta belki gittikçe bu ara açılacak. Öykü okuru çok da artmayacak. Çünkü istisnalar dışında günümüz romanı gerçekten çok gevşek dokulu ve günümüzün tüketim kalıplarına daha uygun. Dört yüz sayfalık hacimli bir romanı sıradana yakın bir okur tükettiğinde, kendi kendine “bak hacimli bir şey, ben de tükettim” deyip, bu durumdan haz alacak. Burada takıldım ben.
Cemal Şakar: Öyküyü şiirin akıbeti bekliyor diyorsun, okuyucusu üç yüze beş yüze düşecek.
Hale Sert: Öykü şiirin yerine geçti gibi. Bilmiyorum, çok rijit bir şey olabilir bu söylediğim.
Necip Tosun: Anlaşılan benim biraz romanın aleyhinde konuşmam gerekiyor. Onu da konuşurum. Tolstoy bir sabah şöyle uyanıyor. At yarışı, at yarışı diyor. Tolstoy çok zengin biri tabi. Hizmetçi geliyor buyurun efendim diyor. At yarışı sokacağım diyor romana. O da diyor ki efendim o roman yayımlandı. Yani bir yerde roman dediğimiz şeye ne atarsak gider. Modern insanın gevşek yapısıyla bir karşılık buluyor. Ama öykü dediğimiz daha has, rafine bir tür. Biçim sıklığı, örgüsü, şiirsellik vs. biraz edebiyatı temsil edecek bir tür. Bu modern insanı ötelemeyecek bir şey olursa, sıkmayacak bir şey olursa onu bir oturuşta bitirebilme şansını kendinde bulacak. Şiirden daha şanslı. Şiir kadar kapalı değil. İmgelerle yüklü değil. Roman gibi uzun da değil. Dolayısıyla insanda bitirme duygusu oluşturacağı için yine ben öykünün şanslı olacağını düşünüyorum modern hayatta.
Gülhan Tuba Çelik: Necip bey dediniz ki bir insanın hayatı bir kütüphane oluşturma sürecidir. Yazma sürecinde her zaman çıkış noktam okumalarımdı, Batıdan özellikle biçim, Doğu’dan da fikir ve ruh aldım dediniz. Ben öykü kitaplarınızı okudum biliyorsunuz, çoğu kitabınızı da yazdım. Öykü anlayışınızda sokağın yerini soracağım, hayatı. Öykü kitaplarınızda genelde durağan bir yapı var, onu doldurabiliyor musunuz? Tatmin olma noktasında sokak, hayat, canlılık; günümüz öykücülerinde de biraz eksik gibi geldiği için sokağa bakışınızı, hayata bakışınızı merak ettim.
Necip Tosun: Kendi edebiyat anlayışım açısından şöyle düşünüyorum. “Yok” o kadar çok ki sayın Çelik. Mesela Kürt sorunu yok benim öykülerimde. Benim öykülerimde İslami tartışmalar yok; yoksulluk tartışmaları, ideolojik tartışmalar çok fazla yok. Doğu Batı tartışmaları yok. Muhtemelen sizin de dediğiniz gibi sokak da yoktur. Ama bu bir eleştiri yöntemi değil. Yoklardan bir yere varamayız. Aslolan bir yazarın bize teklif ettiği dünyayı iyi anlatıp anlatamaması. Mesela daha kritik bir şey söyleyeyim size. Ulysses yayımlandığında, Marksist eleştirmenler Ulysses’i, 1912’de İskoçya’da, İrlanda’da Ulysses’in geçtiği bölgelerde süregelen komünist işçi hareketi görmemekle suçluyorlardı.
Benim öykülerimde İslami tartışmalar yok; yoksulluk tartışmaları, ideolojik tartışmalar çok fazla yok. Doğu Batı tartışmaları yok. Muhtemelen sizin de dediğiniz gibi sokak da yoktur. Ama bu bir eleştiri yöntemi değil. Yoklardan bir yere varamayız. Aslolan bir yazarın bize teklif ettiği dünyayı iyi anlatıp anlatamaması.
Cemal Şakar: Ben son bir soruyla kapatayım o zaman sizin de sabrınıza güvenerek. Fantastik son yıllarda oldukça yaygınlaşıyor. Fantastik sinema, fantastik romanlar filan. Ve ciddi de hem izleyici hem okur kitlesi var. Fantastiğe yöneliş veya fantastiğin giderek yaygınlaşması neden? Önce fantastiğe nasıl bakıyorsun, sonra bu yaygınlığın sebebi üzerine ne söyleyebilirsin?
Necip Tosun: Ben Doğunun Hikâye Kuramı kitabını yazarken Doğu metinlerini okuyordum tekrar tekrar. Dede Korkut’taki fantastik unsurları, daha sonra Firdevsi’nin Şahname’sini, Genceli Nizami’nin Heft Peyker’ini, Nizami’nin diğer kitaplarını da okumuştum. Doğu edebiyatının büyük bir fantastik edebiyat olduğunu gördüm. Müthişti. Bu Doğu edebiyatı fantastik üzerinden, özellikle metafizik duygular, gerçeküstü olaylar fantastik edebiyatın çok uç ve iyi anlatıldığı bir alan. Günümüzde Yüzüklerin Efendisi ya da benzer sihir, büyü her şey var bu işin içinde. Gençler için çok cazip. Batı’nın fantastiği Doğu’dan öğrendiklerini keşfetmiştim ben okumalarımdan. Marguez’i okuyoruz, o anlatıyor. Borges anlatıyor. Marguez diyor ki ben bir sınava girdim, sınavda öğretmen olacağım, bana soru sordular. Soru şuymuş: Binbir Gece Masalları’ndan bahset. Marguez diyor ki oturdum onlara Binbir Gece Masalları’nı anlattım uzun uzun. Dediler ki tamam kazandın. Dışarı çıktım diyor. Binbir Gece Masalları’nı bilmenin bana bir ayrıcalık kazandıracağını hiç tahmin etmezdim. Sanırdım ki dünyadaki herkes Binbir Gece Masalları’nı okumuş. Fantastiğin çıkış noktalarından biri Binbir Gece Masalları. Borges’te de durum çok benzer. Bizim Doğu metinlerini, Attar’ları, bu taraftaki seyri süluk meselesini onlar çok iyi yorumlamışlar, algılamışlar. Ve fantastik edebiyatın merkezinin Doğu olduğu, bu tabi sadece İslam toplumları değil, Hindistan filan bunları da katmak lazım. Burası çok merkezi bir yer ve Batı buralardan öğrenmiş diyeyim. Ben Şahname’yi okurken kızıma bir bölüm okudum. Orada şöyle bir hikâye anlatılıyor. Bir kral var. Çocuğu doğuyor. Çocuk beklediği bir prenses değil. Beyaz saçlı tuhaf bir çocuk. Bu benim olamaz. Bundan kral da olmaz. Götürün dağın başına bırakın diyor. Bırakıyorlar, kartallar geliyor, bu çocuğu alıyor gidiyorlar, yetiştiriyor. Kartallarla çocuk arasında ünsiyet, bağ oluşuyor. Daha sonra bunlar başka yerleri ele geçirmek için kartalları kullanıyorlar. Çocuk sıkıştığı zaman iki tane tüyü bunları birbirini sürtüyor kartallar geliyor ve onun en sıkışık olduğu zamanda yardım ediyor. Kızıma okudum dedi ki: baba bu Yüzüklerin Efendisi. Benzer şeyler ve inanılmaz bir fantastik dünya Doğu edebiyatı. Batı edebiyatı bunu fark etmiş. Kendilerinde de elbette mitolojik şeyler var ama Doğu edebiyatı ağırlıklı olarak fantastiğe yaslı. Günümüz insanı da gerçekliği en acımasız şekilde görüyor. Tv’de bakıyorsun bir çocuk kıyıya vurmuş, ölmüş. Orada bombalar patlamış. Halep yerle bir olmuş. Orada gerçek o kadar somut ki. Artık gerçeği anlatmak, artık sokağı anlatmak çok matah bir şey değil.