N. Ahmet Özalp ile Söyleşi
A’mâk-ı Hayâl de bütün o sözde Türk romanı arasında bizim sesimizi, kültürümüzü temsil eden ilk Türk romanıydı. Bu yönüyle gerçekten de büyük önem taşımaktadır. Bir “sükût suikastı”ndan da söz edebiliriz. Bir şey konuşulduğu, yazıldığı sürece vardır. Konuşulmayan, yazılmayan eserler doğal olarak yokluğa mahkum edilmişlerdir. A’mâk-ı Hayâl de böyle bir suikasta uğramıştır.
Yayına hazırladığınız A’mak-ı Hayâl, Ekim 2011’de Kapı Yayınları’ndan -sadeleştirilmiş olarak- bir süre önce de Büyüyen Ay Yayınları’ndan (özgün metin) çıktı. Kitabın sunuş yazısında A’mak-ı Hayâl’in Türk Edebiyatı açısından gözden kaçırılmış önemli bir kitap olduğunu vurguluyorsunuz. Bu kitabı bu kadar önemli yapan nedir?
Genel kabullere göre Türk romanı, Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (1872) eseriyle başlar ve yirmi yıl gibi kısa bir süre içinde, ilk romanını (Nemide) 1892 yılında yayımlayan Halid Ziya ile en yetkin örneklerini vermeye başlar. Fakat burada ciddi bir sorun vardır. Bu roman, bize özgü olmaktan çok Batılı ölçütlerin, şablonların belirlediği bir romandır. Bizim dilimizle yazılmışlardır, doğal olarak yerel kimi ögeler içerirler ama özgün bir Türk romanı niteliği taşımazlar, böyle bir iddiaları da yoktur. Özel adları değiştirilse rahatlıkla birer çeviri kitap olarak okunabilirler. Ölçütleri Batılı olduğu gibi onu kuran, üreten zihin de kültür de Batılıdır.
Burada Attilâ İlhan’ın bir gözlemi geliyor aklıma. Hangi Batı’da anlatıyordu. Sözü uzatmamak ve söylemek istediğimizi en kısa yoldan anlatmak için iyi bir gözlem, iyi bir örnek. Gerçi söz konusu ettiği şiirdir İlhan’ın ama aynı durum roman için de geçerlidir. Şöyle diyordu İlhan: “... Alafranga şairlerimizden yaptığım bütün çevirileri Fransız dostlarım ince alaycı gülümsemelerle beğenmişlerdir, her birisini kendilerinden bir Baytekin’e bağlayarak!... Alaycı suratlarını allak bullak edebilmek için yine de edebiyatımızın ağır toplarına, Yunus’a, Nedim’e, Baki’ye, Şeyh Galib’e başvurmam gerekmiştir. Öbür sesi tanıyor, babasına öykünen çocuğu seyreder gibi hafiften gırgıra alıyorlardı, ama bu ses, başka, değişik ve ulu bir sesti: Türk’tü.”
A’mâk-ı Hayâl de bütün o sözde Türk romanı arasında bizim sesimizi, kültürümüzü temsil eden ilk Türk romanıydı. Bu yönüyle gerçekten de büyük önem taşımaktadır. Elbette roman olarak ilk olmanın getirdiği kimi eksikleri, kusurları vardır. Ama yine de önemi yalnız ilk örnek olmasından gelmemektedir, roman olarak yakaladığı başarı da yabana atılamaz, küçümsenemez.
A’mâk-ı Hayâl de bütün o sözde Türk romanı arasında bizim sesimizi, kültürümüzü temsil eden ilk Türk romanıydı.
Kitabın Kapı Yayınları’nca yapılan güncellenmiş baskısından sonra Vatan Kitap’ta bir tanıtma yazısı yazan Dr. Ata Bozoklar, “Okurken bir anda üniversite yıllarıma dönüp Herman Hesse’ nin Siddartha’sını hatırladım. Çok beğenerek okumuştum. Üzerimde yarattığı etki hâlâ ilk günkü gibi saklıdır. Raci’nin hikayesindeki kurgu da bende benzer bir lezzeti çağrıştırdı. 1964’te Hermann Hesse, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında kanımca yazdıklarının en tepesinde Siddartha oturuyordu. İlk yayınlandığı yıllar 1920’li yıllardı ve A’mâk-ı Hayâl bundan en az on yıl öncesine aitti. Bundan etkilenmemek mümkün değil. Her ne kadar yazım tekniği açısından Siddartha’nın yeri kolay doldurulamazsa da ruha dokunuşu ve etkileyicilik açısından kesinlikle karşılaştırılabilir olduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda eserin Dante’nin İlahi Komedya’sına kadar uzanabilecek bir derinliği olduğu kanaatimi de özellikle paylaşmak isterim,Z” diyordu.
Bu tanıklık da sanırım kitabın önemini kavramamıza yardımcı olacaktır. Toparlarsak, Türk romanının temel sorunu Batılı örneklerden yola çıkmasıdır. Bu nedenle en başarılı ve yerli örnekler bile toplumumuzla uyumsuzluk içindedir. Gerçek Türk romanı, ancak Binbir Gece Masalları’ndan başlayarak zengin anlatı geleneğimizden yola çıkılarak kurulabilir. A’mâk-ı Hayal’in, bu açıdan, gerçek Türk romanının ilk örneğini temsil ettiği söylenebilir. Önemi de buradan gelmektedir.
Kitabın hak ettiği etki alanını bulamamasının nedenleri nelerdir sizce? (Çeviri sorunlarından, okunmadan yapılan yorumlardan bahsediyorsunuz aynı sunuş yazısında mesela) Tanpınar’ın deyimiyle bir “sükût suikasti” mi yoksa “kaderin cilvesi” midir sebep?
Bize göre iki önemli nedeni var bunun. En öncelikli neden ülkemizin yaşadığı kültürel kırılmadır. Tanzimat’la başlayan Batılılaşma giderek tam bir yabancılaşmaya dönüşmüş, Türk aydını, Cemil Meriç’in benzetmesiyle kendi elleriyle gözlerini çıkaran birer idrak hastasına dönüşmüştür. 23 karşı devrimi bu yabancılaşmayı, hastalığı en iflah olmaz bir noktaya götürmüş; geçmişimizle, uygarlık ve kültür değerlerimizle bütün bağlarımızı kökünden kesip atmıştır. Artık başta aydınlar olmak üzere, eğitim sisteminden geçmiş her okur-yazar, her şeyin en doğrusunun, en iyisinin ve en güzelinin kendisine aşılanan şey olduğuna inanmaktadır. Bu süreçte geçmişimiz, eski uygarlık ve kültür değerlerimiz ancak ret, inkar ve düşmanlık bağlamında söz konusu edilebilirdi. Farklı bir seçeneğin de var olabileceğini düşünme ayrıksılığını gösterenler yok edilirdi. Yok edilmese bile zaten o farklı seçeneğe ulaşma imkanları ortadan kaldırıldığı için yine Cemil Meriç’i izleyerek söylersek, cami avlusunda bulunmuş bir çocuk şuursuzluğu içinde çırpınmaktan başka bir şey yapması mümkün değildi.
Böyle bir ortam da A’mâk-ı Hayâl ve benzeri kitapların gündeme gelmesi, kendine bir alan açabilmesi de mümkün değildi. Nitekim A’mâk-ı Hayâl, yanlış bilmiyorsak yeni harflerle ancak 1958’de yayımlanma şansına erebilecektir. Bu baskıdan sonra kitabın yeniden hatırlanması için de yetmişli yılların başına kadar beklemesi gerekecektir.
Sözün özü, eserin yayın hayatı bakımından ilk ve en büyük talihsizliği bu baskı olmuştur. Çünkü bu baskı, sonra yapılacak bütün çalışmalara kaynaklık edecek, onları da etkileyecektir.
Burada ikinci önemli nedene de girmiş bulunuyoruz. İkinci önemli neden kitabın yayın sürecindeki talihsizliğidir. İki kitaptan, iki ana bölümden oluşan eserin ilk kitabı, yazar tarafından ilkin fasiküller halinde basılarak Hikmet dergisinin ekinde sunulur okura. Bu kitap tamamlanınca, fasiküller ciltlenerek ayrıca kitap olarak da çıkarılır piyasaya (1910). Bu baskı son derece özenli, olabildiğince tashihsizdir. Yazar 1914’te ölür. Eserin birinci ve ikinci kitabının birlikte ilk baskısı ise 1925 yılında yapılır. Talihsizlik bu baskıyla başlar. İlk baskının tersine son derece özensiz ve tashihlerle doludur. Cümleler düşer, birer bölümü düşen cümleler birleşerek yeni ve anlamsız cümleler oluşturur, kelimeler farklı kelimelere dönüşür. Sözün özü, eserin yayın hayatı bakımından ilk ve en büyük talihsizliği bu baskı olmuştur. Çünkü bu baskı, sonra yapılacak bütün çalışmalara kaynaklık edecek, onları da etkileyecektir. Bu nedenle ilk baskıyla karşılaştırmadan yapılacak en ciddi bir çalışmanın bile sayısız yanlış içermemesi mümkün değildir. Bunu yeni harflerle yapılan baskılarda rahatlıkla görebiliyoruz.
Yeni harflerle ilk baskı Türk Neşriyat Yurdu’nca 1958’da yapılır. Biz bu kitabı görüp inceleme imkanı bulamadık. Ancak, Oku Yayınları tarafından yeni harflerle yapılan üçüncü yayımda (Konya 1971), hem 58 baskısı hem de yine 1971 yılında Doğan Güneş Yayınevi’nce yapılan ikinci baskı hakkında az olsa da fikir edinmemizi sağlayacak bilgiler yer alıyor. İlginçtir bu baskıların üçünde de bir çevirmen adı yoktur. Oku Yayınları baskısının başındaki iki sayfalık açıklamada, eserin 1958 baskısının kimi yanlışları hakkında bilgi verilir. Örneğin iki yerde geçen Buda Gautama Sakyamuni adı, ilkinde virgüllerle ayrılarak “Buda, Gavta, Maşa, Kayamuni” biçimde dört ayrı ad olarak, ikincisinde ise “Budağav, Sama Şakyamoni” biçiminde; konuşmak anlamındaki “şakk-ı şefe” tamlaması “şakşafa” olarak, “önce” kelimesi “o gece” biçiminde, bir savaş meydanı anlamındaki “bir rezmgâh” tamlaması “birer remgâh” biçiminde okunup aktarılmaktadır. Yine buradan edindiğimiz bilgiye göre, Doğan Güneş Yayınevi baskısı, ilk baskının tüm yanlışlarını aynen tekrar etmekte, bu da kitabın ilk baskı esas alınarak hazırlandığını düşündürmektedir.
Peki Oku Yayınları için metni hazırlayan isimsiz çevirmenin kendi çalışması nasıldır?
Bu çalışma kitabın hem çeviri yazılı hem de sadeleştirilmiş metnini birlikte içermektedir. Daha sonra incelediğimiz bütün baskılardan daha titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Buna karşılık kitabın 1925 baskısının içerdiği yanlışları ister istemez tekrar ediyor. Ayrıca az da olsa atlamalar ve kimi kritik okuma yanlışları yapıldığı da görülebiliyor. Kitabın Konya’da basılmış olmasının da yayılmasının ve etkili olmasının önündeki önemli bir engel olduğunu söyleyebiliriz.
A’mâk-ı Hayâl’in okuyucuya yaygın biçimde okuyucuya ulaşmasını sağlayan yayın, Sadık Albayrak’ın hazırladığı metinle Tercüman 1001 Temel Eser dizisi olmuştur. Bu yayın ile daha sonra yapılan birkaç farklı yayını “Bir Kitabın Makûs Talihi” başlıklı yazıda incelemiştik.
Bu yayınlarda da kitabın talihsizliğini gördüğümüz için, bütün yayınlar için mihenk olabilecek karşılaştırmalı bir özgün metin çalışması yaptık. Yıllarca yayımlanma şansı bulamayan bu çalışma sonunda Kapı Yayınları’nca istendi. Fakat son anda metnin sadeleştirilmesini istediler. Biz de dili güncelledik. Özgün metnin yayımlanabilmesi ancak on dört-on beş yıl sonra Büyüyenay Yayınları’nın kurulmasıyla mümkün olabildi. Bu yayınevi kurulmasaydı, bizim çalışma okuruna ulaşmadan elimizde kalacağa benziyordu.
Bu iki nedene elbette bir üçüncüsünü de ekleyebilir, bir “sükût suikastı”ndan da söz edebiliriz. Bir şey konuşulduğu, yazıldığı sürece vardır. Konuşulmayan, yazılmayan eserler doğal olarak yokluğa mahkum edilmişlerdir. A’mâk-ı Hayâl de böyle bir suikasta uğramıştır.
Sözü toparlarsak, bu üç önemli neden, kitabın kendisinden beklenilen etki alanını oluşturamamasına yol açmıştır.
Sizin emeklerinizle yeniden -ve doğru düzgün- yayımlandığı günden bu yana kitabın maküs talihinde gözle görülür bir değişiklik oldu mu?
Aslında kitabın okuyucuya ulaşamadığı ya da okuyucudan ilgi görmediği söylenemez. 1974’ten sonra ama en çok da 2000’den sonra yayın dünyamızda tam bir A’mâk-ı Hayâl fırtınası yaşandı. Önceki beş-altı farklı yayıma 2000’den sonra on beşi aşkın yeni yayım eklendi. Bugün çıkıp kitapçıları dolaşsak sanırım en az yirmi farklı A’mâk-ı Hayâl baskısı bulabiliriz. Bu nedenle biraz da sapla samanın birbirine karıştığı bir durum var ortada.
Kaldı ki bizim beklediğimiz okur ilgisinden daha çok kitabın aydınlar, yazarlar, özellikle de romancılar arasında Türk romanı üzerine yeni bir düşünce ve tartışma ortamının oluşmasına katkıda bulunmasıdır.
Bizim yayınlardan sonra sınırlı sayıda da olsa okuyuculardan aldığımız olumlu tepkileri bir yana bırakırsak somut, gözle görülür bir değişimi gözlemlediğimizi söyleyemeyiz. Aslında bununla yeterince ilgilenebildiğimiz de söylenemez.
Kaldı ki bizim beklediğimiz okur ilgisinden daha çok kitabın aydınlar, yazarlar, özellikle de romancılar arasında Türk romanı üzerine yeni bir düşünce ve tartışma ortamının oluşmasına katkıda bulunmasıdır. Bu, dışarıdan bir bakışla bile rahatlıkla anlaşılacak bir beklentidir. Nitekim Dr. Ata Bozoklar, yukarıda andığımız yazısında öz olarak A’mâk-ı Hayâl’in esaslı bir incelemeyi hak ettiğini, en azından bu topraklarda yetişmiş edebiyatçılar tarafından ve hakikati anlamaya çalışmanın ötesinde yaşadığı ortamı tanıyabilmeyi hedefleyen sosyologlar tarafından incelenmesi gerektiği sonucuna ulaşıyor, üzerinde çalışmalar yapılması ve bol bol sohbet edilmesi gerektiğini vurguluyordu. Konuya bu açıdan bakınca, olumlu bir gelişmeden söz edilemeyeceği açıktır.
Kaknüs Yayınları sizin çalışmanızdan kısa bir süre sonra bir özel baskı yayımladı. Bu baskının sunuşunda, kitabı yayına hazırlayan Ali Yıldız, diğer çalışmalarda olmayan bölümlerden bahsediyor. Bu husustaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Yukarıda A’mâk-ı Hayâl’in 1925 baskısının kitabın yayın hayatı açısından ilk ve en büyük talihsizliği olduğunu söylemiştik. Ali Yıldız’ın çalışması bu talihsizliğin görünenden daha büyük olduğunu ortaya çıkardı. Ali Yıldız’ın çalışmasından sonra Hikmet gazetesinin ilgili sayılarını inceleyerek, söylediklerinin tümüyle doğru olduğunu saptadık. Gerçekten de yayıncı ikinci kitaptan üç bölümü kitaba alma gereği duymamış, iki bölümü kısaltarak birleştirmiş, bir bölümün sonundan da birkaç paragrafı gereksiz görerek çıkarmış. Bir yayıncının böyle bir işe cüret edebilmesi akıl ve havsalaya sığabilecek bir olay değil. Ama adam cüret etmiş ve yapacağını yapmış. Kitapla ilgili bu gerçeği ortaya çıkaran keşfi için Yıldız’ı tebrik ediyor, ayrıca bizim de bu gerçeğe ulaşmamızı sağladığı için teşekkür ediyoruz. Kullanışlı bulmasak da Ahmed Hilmi ve A’mâk-ı Hayâl’iyeniden gündeme taşıması, anısına duyulan saygıyı göstermesi nedeniyle de bu özel baskıyı olumlu buluyoruz. Yeni baskılarda kendi baskılarımızdaki eksik kısımları tamamlamak üzere yaptığımız çalışma sırasında gözümüze çarpan kimi hatalarının da sonraki baskılarında düzeltileceğini umuyoruz.
Yahya Kemal “Bizde resim ve nesir yoktur,” diyordu. Bugün ise 150 yıldır ortaya konan iyi ya da kötü bir roman geleneğinden bahsedebiliyoruz. Bu geleneğin yanlış bir doğumdan ortaya çıktığını mı düşünmeliyiz? Amak-ı Hayal’le başlayan bambaşka bir nesir geleneği doğabilir miydi? Doğsa bugün bambaşka bir Türk romanından ya da bambaşka bir yazınsal türden söz edebilir miydik?
Konunun en can alıcı noktası tam da burası. Batılı bir gözle bakılınca bizde resim de yoktur nesir de. Batılı ölçütlere bakılınca minyatür de resim değildir, ebru da hat da, benzeri sanatlarımız da. Nesrimiz nesir değildir, anlatılarımız roman.
Bizim bir Firdevsî-i Tavil (Uzun Firdevsî)miz var. Fatih ve II. Bayezid dönemlerinde yaşıyor. Hazreti Süleyman’la ilgili hikayeleri toplayarak Süleymannâme adını taşıyan bir kitap oluşturuyor. Bu kitabı 366 cilt olarak tasarlıyor. 99 cildi bitirdiğinde götürüp II. Bayezid’e sunuyor. Sultan 82 cildi alıyor, 17 cildini yeterli görmediği için yazara iade ediyor. Bugün kütüphanelerimizde 81 cildi bulunmaktadır Süleymannâme’nin. Bu eser Batılı ölçütlere göre ne nesirdir ne hikayedir ne de roman.
1412/1413’lerde ölmüş Hamzavî adlı bir yazarımız var. Hamzanâme adını taşıyan bir eser bırakmış geride. Yeniçerilerin en çok okudukları/dinledikleri kitap bu. Eski İstanbul kahvelerinde bölümler halinde okunuyor. Meclis adını taşıyan bölümleri, birer günlük okumalara göre düzenlenmiş. Evliya Çelebi bu eserin toplam 360 ciltten oluştuğunu söylüyor. Bugün kütüphanelerimizde 69 cildi bulunmaktadır. Elbette ne nesirdir ne hikayedir ne de roman!
Dünyanın her yerinde romanın kaynağı halk hikayeleridir. Adı da bu yüzden roman (halk dili)dir zaten. Batı’da yapılan ve bizde de en başta yapılması gereken bu malzemeyi alıp işlemek, yeniden üretmektir. Örnek olarak Faust’u anabiliriz. Kökeni Faust adını taşıyan bir doktorla ilgili bir halk hikayesidir. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki Bizim İbn Sina hikayelerinin eline su bile dökemez. Ama bizde İbn Sina hikayelerinin esamisi bile okunmazken Faust dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olmuştur.
Dünyanın her yerinde romanın kaynağı halk hikayeleridir. Adı da bu yüzden roman (halk dili)dir zaten.
İslam uygarlığı, önemli ölçüde kendinden önceki dünya kültür mirasını toplayarak içselleştirmiştir. Eski Çin, Hint, Mısır ve Yunan uygarlıkları bunlar arasındadır. İslam uygarlığının son mirasçı ve temsilcisi olan Osmanlı da bu mirası yine önemli ölçüde içinde barındırmıştır. Bu, başka bir ülkenin kültürel birikimiyle karşılaştırılamayacak bir zenginliğe sahip bir birikimdir. Cemil Meriç eski Yunan ve Roma hikayelerinden söz ederken yanlış hatırlamıyorsam “Hepsini toplasan bir Binbir Gece etmez” diyordu. Ötesini siz düşünün. Ama biz böylesine zengin mirasımıza sahip çıkma, onu işleyip yeniden üretme yerine, yüzümüzü Batı’ya çevirip ona öykünmeyi seçtik.
Şu günlerde Cezmi Ertuğrul’un Lisanımız ve Edebiyatımız adlı kitabı üzerinde çalışıyorum. Bir yerde Avrupa’daki halkbilim ve dilbilim çalışmalarının nasıl başladığından ve geliştiğinden söz ederken, Cermenlerin Nibelungen adlı bir halk hikayesiyle ilgili çalışmalara da değiniyor ve bırakın başka alanları, Wagner’in bu hikayeyle ilgili çok sayıda beste yaptığını söylüyordu. Merak ettim, internette küçük bir tarama yapmak istedim. Daha ilk adımda karşıma Wagner’in Nibelungen Yüzüğü adını taşıyan opera dörtlemesi çıktı. Düşünün, bir halk hikayesi, Wagner’e dört opera yazdırıyor, besteletiyor. Daha fazlasına gerek görmeden araştırmayı bıraktım.
Ahmed Hilmi’nin yaptığı işte bu açıdan büyük önem taşıyor. Batı kültürünü, edebiyatını çok iyi tanıyan bir yazar olarak onların yazdıklarını tekrar etmek yerine A’mâk-ı Hayâl’le kendi romanını kurmaya çalışıyor. Batılı ölçütlere göre yazdığının bir roman olmadığı söylenebilir. Nitekim birçok akademisyenin bunu söylediğini biliyoruz.
Sözlerimizden Batılı anlamda roman yazılmaması gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmaz umarım. Elbette böyle romanlar da yazılmalıdır. Bizim söylediğimiz böyle bir durumda da kendi kaynaklarımızdan yararlanmanın gerekliğidir. Örneğin bir Hay bin Yakzan’dan Robenson, bir Mantıku’t-Tayr’dan Martı, Mevlana’dan başlayarak çok sayıda yazarın anlattığı Evdeki Hazine hikayesinden bir Simyacı -ki bu kitap 42 ülkede toplam 26 dile çevrilmiş, altı yılda 7 milyondan fazla satmış ve bir fenomen olmuştur- çıkarmaktır. Bunu biz yapmayınca doğal olarak başkaları yapıyor.
Ahmed Hilmi çizgisi sürdürülseydi hiç kuşkusuz bugün kendimize özgü bir roman ve anlatı biçimi oluşmuş olurdu ve hiç kimse de bunun Batılı anlamda roman olup olmadığını tartışamazdı. Üstelik Batı’dan da gerçek anlamda ilgi görürdü.
Tanzimat dönemi aydınları ve eserlerinde baştan aşağı bir Fransız etkisinden söz edilebilir sanırım. Filibeli ve eseri hakkında etkilenme bağlamında neler söylenebilir?
Ahmed Hilmi’ye göre Avrupa, bilim ve teknikteki gelişmişliğine karşın manevi medeniyet açısından en alçak bir aşağılık içindedir. Özellikle Müslüman toplumlara yönelik politikaları tam bir “medeni vahşet”tir. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde çağdaş Avrupa politikalarında olduğu kadar insanlık ve ahlakla alay edilmemiştir. Temeli yalan, hile ve aldatma olan bu politikalarıyla her canlının doğal hakkı olan mutluluk ve refahı Müslümanlara çok gören Batıya boyun eğmek iğrenç bir alçaklıktır.
Böyle kesin bir karşı duruş sergilediği Avrupa’ya karşı Müslümanları uyanmaya ve birleşmeye çağıran ve sırf bu amaçla Mihrüddin Arusî müstearıyla Yirminci Asırda Alem-i İslam ve Avrupa/Müslümanlara Rehber-i Siyaset başlıklı bir kitap yayımlayan (1911) Ahmed Hilmi’nin ne kendi üzerinde ne de eseri üzerinde bir Batı, özellikle de Fransız etkisinden söz edilemeyeceğini düşünüyoruz.
A’mâk-ı Hayâl kanona karşı/rağmen yazılmış bir roman; “roman tekniği ile geleneksel anlatı geleneğini birleştiren bir yapıt”. Peki size göre bu bilinçli olarak yakılmış bir işaret fişeği midir? (Zıttı da sezgisel oluyor sanırım) Belki soruyu genişletmek için şunu da ekleyebiliriz; Filibeli’nin entelektüel biyografisine baktığımızda A’mâk-ı Hayâl’in gelişi belli midir?
Ahmed Hilmi, kısa hayatı (1865- 1914), döneminde Batı’ya egemen olan ve bizde de hızla yayılmaya başlayan pozitivist ve materyalist düşünceye karşı savaşımla geçen İslamcı bir aydındır. Başta Allah’ı Inkar Mümkün müdür Yahut Huzur-ı Fende Mesâlik-i Küfür (1911) ve Huzur-ı Akl u Fende Maddiyyun Meslek- i Dalaleti (1914) olmak üzere birçok eserinde maddeci ve pozitivist felsefeyi eleştirmiş, bu felsefeyi benimsemiş Batılı bilginlerin yönelttikleri eleştirilere karşı İslam’ı savunmaya çalışmıştır. İki ciltlik Tarih-i İslam (1911) eseri de sırf bu amaçla yazılmıştır. Ayrıca tasavvufla yakından ilgilenmiş, hem kuramsal hem de edimsel olarak tasavvufla çok içli-dışl ı olmuştur. Bu nedenle A’mâk-ı Hayâl’in, biçimi ve içeriğiyle yazarının bilinçli bir seçimi olduğu söylenebilir.
Kitapta sadece tasavvuf değil, komple bir Doğu düşüncesi haritası çıkarılıyor. A’mâk-ı Hayâl bir tasavvuf romanı mı, felsefi roman mı? Hint, İran, Çin… düşüncelerinin ve tasavvufun metindeki konumları nedir? Filibeli’nin, A’mâk-ı Hayâl’i yazarak döneminin Doğu Batı sorunsalı karşısındaki önerisini de ortaya koyduğunu; amiyane tabirle zarını, Doğu’ya dönüşten yana attığı söylenebilir mi?
İslam geleneğine göre ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Başka bir ifadeyle ilk insandan başlayarak her topluma iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi değer yargıları Allah tarafından bildirilmiştir. Zamanla yozlaşan, kendisine gösterilen doğru yoldan sapan toplumlar, gönderilen yeni bir peygamberle yeniden ıslah edilir. Belli bir süreçten sonra toplum ne kadar bozulursa bozulsun Allah’tan gelen ilkeler kılık değiştirerek de olsa varlığını sürdürür. Bu ilkelerin tümü, aynı zamanda İslam’ın ilkeleridir. Bu nedenle özellikle tasavvuf düşüncesinde İran ve Hint düşüncesinin yerleşik kimi kavramlarının, doğru biçimde olmak şartıyla kullanılmasında bir sakınca görülmez. Burada Sühreverdi-i Maktul ile Rene Guenon’u hatırlayabiliriz.
Ahmed Hilmi de romanda aslında evrensel İslam değerlerini anlatmak için aynı yolu izliyor. Ama daha genel anlamda dediğiniz gibi Batı sorunsalı karşısında Doğu’nun evrensel değerlerini önerdiğini söylenebilir. Ne var ki seçimin Batı’nın tümden reddi anlamına gelmemelidir. O müminin yitik malı olan hikmetin peşindedir. Nerede bulursa alır.
A’mâk-ı Hayâl, Cemil Meriç’e göre dilimizde yazılan ilk felsefi roman. Behçet Necatigil’e göre tasavvuf evrelerini temsili, alegorik hikayelerle anlatan bir kitap. Bize göre düşüncesi, felsefesi olan bir roman. Bir düşüncesi, felsefesi olmayan roman var mıdır? Şöyle de diyebiliriz: Yalnız geleneksel kültüre özgü motif ve kavramlarla değil Zerdüştlük, Budizm ve Brahmanizm gibi genel anlamda Doğu’nun köklü inanç ve kültür motifleri de kullanılarak kurulmuş bir roman. Doğu kültürünü İslam kültürü içinde harmanlayarak anlatan, böylece evrensel geleneğin tekliğini, özdeşliğini de vurgulayan, bunun yanı sıra yaşadığ ı dönemin günlük hayatını ve gerçeklerini anlatmayı da ihmal etmeyen bir roman A’mâk-ı Hayâl.
A’mâk-ı Hayâl gibi değerini bulamamış başka eserler var mı?
Ahmed Hilmi’den önce iki deneme daha var. Onları anabiliriz burada. Bunlardan ilki Giritli Aziz Efendi’nin (ö. 1798 ) Muhayyelât adlı kitabı. Aziz Efendi de Batı’yı tanıyan birisi, ama halk hikayelerimiz örneğinden yola çıkılarak yazılmış hikayelerden oluşuyor. Muhayyelât, 18. yüzyılın sonlarında yazıldığı halde ancak 19. yüzyılın ortalarında (1852) basılıyor. Sonra iki baskı daha yapıyor (1868 ve 1873). İkincisi de Emin Nihad’ın Müsâmeratnâme adlı eseridir. Necatigil’in “Batı’ya yönelik ilk anlatılardan” biçiminde nitelediği bu eser ilk romanımız sayılan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’la aynı yıl yayımlanır (1872). Bu eser de geleneksel hikayelerle aynı tarzda yazılmış toplam yedi hikayeden oluşur.
Fakat bunlardan önce benim halk romanı olarak adlandırılabilecek ve bir özgün Türk romanının oluşmasına katkıda bulunabilecek yüzlerce eserin yeniden kültürümüze kazandırılması gerek. Hamzanâme gibi gazavatnâmeler, Süleymannâme gibi dini hikayeler, Kerem ile Aslı gibi aşk hikayeleri, Hâtem Tâî gib i belli kişiler adına oluşturulmuş hikayeler ve diğer tüm hikayeler hem çeviri yazı halinde bilimsel hem de büyük küçük herkesin okuyabileceği bir yalınlıkta çevirileriyle genel yayımları yapılmalıdır.