Musa’nın Göğe Uzun Uzun Bakmasıdır

AHMET SARI
Abone Ol

Fıstıklı Bayır’ı çıktığından sırtı denize dönüktü. Döndü bir denize baktı. Masmavi denize, oradan üzerindeki berrak göğe baktı. “Son demime dek” dedi Musa, “ölene dek, bu muvakkithaneler ezanî zamanı küllerinden eşeleyecek.”

Güneş’i ışıklı ve Ay’ı nurlu kılan, yılların sayısının hesabını bilmeniz için Ay’a konak yerleri düzenleyen O’dur. (Yunus:5)

Hârâbat ehline dûzah azâbın anma ey zâhid

Ki bunlar ibn-i vakt oldıgam-ı ferdâyı bilmezler.

Hayali

Musa şimdi göğe bakıyor. Mavi göğün derinlerinde gezdiriyor bakışlarını. Kuşlar gibi ama kanatsız. Gözleri, yeni doğduğundan daha kapalı minicik bir kedi yavrusu, o masumiyetiyle burnuyla anne memesini nasıl yokluyorsa, Musa gözleriyle göğü öyle yokluyor. Göğün bir yerlerinde kutsal metinlerde geçen o çatıyı arıyor. Görünmez direği. Gök kubbeyi sapasağlam başı üstünde tutan eli. Bulutlar dağılıyor. Martılar daha mı semiz şimdi. Martılar, beyaz bulutlardan kopan köpükmüş gibi gökte asılı kalıyorlar. Musa göğe bakıyor. Duymuş ya bir yerlerden, hasta, yaşlı bir kadının İstanbul’un şifa umduğu o pınarlarını yine şifaya kavuşmak için tespih çeker gibi adlarını art arda, bir bir sıraladığını: Horhor, Kanlıkavak, Çırçır, Abıhayat, Çamlıca, Karakulak, Ayazma; duymuş ya bir yerlerden, uykusu gelmeyen o yaşlı dedenin Yedi Uyurlar’ın adlarını birer birer tespih çeker gibi sıraladığını: Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefestatayyuş, Kıtmir... Musa da, o muvakkit, boş vakitlerinde asude zamanın parçalarını dil alışkanlığı olarak bir bir aynen öyle sıralıyor: Fecr, Fecr-i Kazip, Fecr-i Sadık, Duha, Asr, Leyl ve Nehar.

Işığın kırılmaları ilgilendiriyor Musa’yı. Güneşin şakuli vuruşu. Fecrin kızıllığı. Allah’ın bu vakitlere yemini ilgilendiriyor onu. Beyaz ipin siyah ipten ayrılması ilgilendiriyor. Gün ışıklarının bulutlar arasından kırılarak inmesi sahile. Göğün kendine ait bir zamanı var, Musa bunu biliyor. “Sadece insan görevini yapmıyor,” diye bir anda fevrileşiyor Musa. “Bak güneş, ay ve yıldızlar nasıl görevlerini biliyor,” diyor içinden. Kendisi bir muvakkit. Cebinde Meyer usulü köstekli saat kendi kalp atışlarına denk nasıl tıkır tıkır işliyorsa, gökyüzü, felekler devasa bir zemberek aynen öyle muntazam bir düzenle işliyor.

Musa yaş olarak edebi aştığının ayrımında. Eskiler peygamberimizden daha fazla yaşayınca emaneti gezdirmenin hüznüyle edebi aştığının ayrımındaydılar. Kalbin, âlemlerin kendisi için yaratılmış peygamber kalbinden daha fazla atmasını edep dışı bir durum olarak görürlerdi. Kalplerin edebi, sanki O’nun yaşından daha fazla attığı zaman yerini bir burukluğa, bir kırıklığa, belki içten içe bir utanca bırakıverirdi. Musa bunları da düşündü. İnsanların ceplerindeki köstekli saatin tik takları ile kalplerinin tik takları arasındaki bağıntı ne zaman koptu? Bir nesne olan saatin sapmaz ve ayarlı tik takları, sınırsız bir zamana gerinemezdi. Bunu düşündü. Belki de çoğuna göre pahada az değerli bir kalbin tik taklarının da belli bir işleyiş süresi vardı. Soluk, nefha saatin işleyişi kadar kısıtlıydı. Sayılıydı. Bu kalp saati eninde sonunda duracaktı. Kimin saati bugüne dek durmamıştı ki. Hele de habibin kalp saati 61’inde durduysa, diye düşündü.

Fıstıklı Bayır’dan aşağı inerken denizi göreceksiniz. Sokaklarda öğle uykusuna yatmış kediler, köpekler cenin büzülüşünde. Kendi içine katlanmış oracıkta, yol kenarlarında yatıyorlar. Bazıları başlarını kaldırıyor ve havlıyor, bazıları havlamıyorlar. Çocuk sesleri geliyor her bir yandan. İp atlayan kızlar. Beş taş oynarken gözlerindeki parıltılar. Yaşlılar hanede durmuyorlar. Kapının önüne çömelmişler. Çaylarını, böreklerini almışlar, dedikodu kazanını kaynatıyorlar. Fıstıklı Bayır’dan aşağı inerken denizi göreceksiniz. Çınarlar, köknarlar, fıstık çamları, suvarmalıklar, defne ağacı, erguvanlar hele de ıhlamurlar ve dutluklar. Kirazlıtepe’den inişiniz, soluk almanızı kolaylaştıracak. Ayaklarınızın hızına alışamayacaksınız. Sizden önce denize yaklaşmaya çalışacak. Bağların, bahçelerin, martı çığlıklarının, çocuk şakımalarının arasından geçeceksiniz. Denize yaklaştığınızda kalbiniz çarpacak. Zaman denizi de sanki kuşatacak.

Gökyüzü ile deniz kardeştir. Maîdirler ve el’an nazar verecek bir gözün bakışına benzerler. Serde muvakkitlik olunca insan her şeyi zamana bağlıyor. Şimdi Musa’nın önünde serili bu denizin bir vakti yok mu? Zamandan müberra olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Gün ve gece, ışık ve karanlık, zamanın her hali, yalın hali, i-hali, e-hali, in-hali denize bir şeyler fısıldamaz mı? Alçak uçan sığırcıklara, -sığrıcık mı bunlar?- baktı Musa şimdi. Bir destan girişine benzeyen uçuşları vardı sığırcıkların. Denizin hemen üzerinden topyekûn bir fısıltı olarak geçiyorlardı. Martılar savruk uçarken, sığırcıklar nasıl da bir örnek, bir ritim, bir ahenk ile denizin üzerinde uçuyorlardı. Aceleleri neydi? Bu hışımla nereye gidiyorlardı? Denizin soluk almadığını, onun da gökyüzü örneğinde olduğu gibi görünmeyen kalbinin atmadığını kim söyleyebilirdi? İnsan yaşadığı ve illiyet kurduğu her nesneyi, her eşyayı, her doğal şeyi kendi zamanına uyduruyor. Denizin sabahleyin uykusundan uyanışını, gözlerindeki çapağı temizleyişini, esneyişini, sonra bir kendine gelişini, sonra ikindiye doğru hafif mahmurlaşışını, akşamleyin dünyanın sıkletini taşıdığından yoruluşunu ve geceye doğru da uykuya çekilmediğini kim söyleyebilir? Musa bunları da düşündü.

Çengelköy havzalarında bir yerde, ulu bir çınarın kayıkhaneyle buluştuğu bir kıraathanede Musa denize uzun uzun baktı. Geçen kayıkları takaları izledi. İnsanların bir deli mermi gibi bir yerlere koşuşturmalarına şaşırdı kaldı. Bunların denizin hemen üzerinden hışımla uçup giden sığırcıklardan farkları neydi? Tarif edilmez bir koşuşturma hali. Cebindeki köstekli saat aynen kalbi gibi çarpıyordu. Musa “Yavaşlık” dedi. İnsanımıza biraz yavaşlık lazım. Koşturmacadan başkasını değil, kendini bile göremiyor.

Musa yetmiş iki yaşındaydı. Bir muvakkitti. İstanbul’da muvakkithaneler camilerin doğru ezan vakitlerinden sorumluydular. Muvakkithanelerin rasathaneleri andırması boşuna değildi. Zaman ve onun tüm varlığı, muvakkithanelerin alanına da girerdi. Camilerin kıble yönünü doğru tespit etmek muvakkithanelerin işiydi. Bir rasatçı disipliniyle elinde, alanında ihtisas gerektiren araçlar vaktin yansımalarını, kırılışlarını, bükülmelerini hesap ederlerdi. Musa saatleri oldum olası sevmişti. Dedesinin de, babasının da köstekli saatleri vardı. Ezan vakti yaklaştığında onlara apayrı bir güzellikle bakarlardı. İnsan vaktin oğlu olmayacaktı da ne olacaktı dedesine göre. Bir ömür İbrahim dedesi vaktin peşinden koşmuştu. Üzerine hiç güneş doğmamış bir bedenin anlatacağı şeyler vardır. Dedesinin üzerine güneşin doğmadığını duyduğunda Musa şaşırmıştı. Vakit, insanı hep kötü şeylere yönlendirmeyi seven nefiste olduğu gibi onu emre amade bir merkep gibi dizginlenip, tımar edip onu güzelliklere yönlendirebilirdi. İbnül vakt olmak. Vaktin esiri olmak değil. Tüm bir zamanı, yekpare bir zamanı parçalanmış zamanlarda ararlardı. Batının idrak edemediği bir tasnifle fecirden, akşam ezanına, geniş soluyan leyle kadar günü değerlendirir, güneşi takip ederdi. Karanlık çöktüğünde ibadetler yapılır, ertesi gün bekleyen işlerin yoğunluğundan geceyi uzatma derdi olmazdı. Hem gece niçin uzatılacaktı ki?

Ne edip edip saatleri sevdiğinden, onlara tutkulu bağlandığından, vakte değer verdiğinden, vakti kovaladığından ve soluğu vakit bildiğinden bir hafiyenin suçlu peşine düşüşü gibi Musa zamanın peşine ömrü boyunca öyle düştü. Israrı, muvakkithane önünden ayrılmaması nedeniyle aynı zamanda şeyhi olan Muvakkitzade Muhammed Eşref onu çırak olarak yanına almaya karar verdi. O dönemlerde muvakkitler kafalarına göre hariçten çırak alamazlardı. Rasathanelerle kardeş olan muvakkithanelere ilimsiz talebeleri almak tehlikeliydi. Uzmanlık alanı olmayan kişilerin ölçümleri çok büyük hatalar doğurabilirdi. Zaman şayet bir mekânda sıkıştırılacaksa bunu ehil kişilerin yapması gerekirdi. Bunların ilim iştigal etmeleri, astronomi, hendese, fizik tedris etmeleri gerekirdi. Güneş saatini iyi okumalı, dikili şakulü iyi kullanmalı, usturlap, rubu tahtası gibi zaman ölçerleri, kıblenümayı ustalıkla kullanmalıydı. Bir muvakkittin bilmesi gereken ilk derslerden biri de her güneş saatinin her yer için tahsis edilemez oluşuydu. Mekânın kendine has bir güneş tahayyülü olduğundan örneğin İstanbul’un güneş saatiyle Konya’nınki, Erzurum’unki bir olamazdı. Her yerin enlem ve boylam dereceleri ile güneş saatleri yapıldığından başka yerlere bu taşınamazdı. Öyle olursa yıllarca yanlış zaman üzre amel edilirdi. Bu da bir vebaldi. Bunu bilmeliydi Musa. Şeyhi Muvakkitzade Muhammed Eşref, Musa’nın gözlerindeki parıltıyı sezdiğinden ona gerekli bütün vakt sırlarını sabırla bizatihi kendisi verdi.

Vaktin peşine düşmek ömür boyu bir fedakârlık gerektirdiğinden şeyhi ona ilkin Kur’an’daki zaman mefhumunu, Kur’an’da geçen zamana dair bilgileri öğrenmesi gerektiğini defalarca tekrarladı. Kur’an elinden düşmüyordu ama bir de onun Allah’ın fecre, duhaya, asra, leyle ve nehara ant içmesinin önemini idrak etmesi gerekiyordu. Bu bilgiye vakıf olmadan, Allah’ın zamana verdiği değeri idrak etmeden, zamanın bir fani için ne ehemmiyeti, ne önemi olduğunu idrak etmeden muvakkit olunamazdı.

Musa da öyle yaptı. Kur’an’da geçen açık ve kapalı, örtük ve göze değen zaman okumalarını artırdı. O senelerde şeyhinin ona hediyesi olan köstekli saatinin her tik takında kalbinin nihai atışı arasında sımsıkı bağı bir ömür boyu kurmalıydı.

Öğle vakti ikindiye doğru dönerken, gölgeler ağır ağır uzarken Musa bir alıcı kuş gibi vaktin izini sürdüğünden dolayı kendisiyle gurur duydu. Herkesin cebinde artık alafranga saatler, bazılarında alafranga ve alaturka karışımı vakit ölçerler, insanlar Musa’nın bu kutsal iz sürücülüğüne niçin değer versindi? Saatleri bir dakika ileri gitmiş, iki dakika geri gitmiş ne umurundaydı insanların. Gani gani vakitleri vardı gün boyunca onlara kalsa. Bir iki dakikanın sözü bile edilmezdi. Oysa Musa, o bir dakika için ömrünü vermişti. Her şeyin kararınca olması, vaktinde olması, yerişecek üzümün, doğacak çocuğun, batacak ayın ve doğacak güneşin vakitlice kınından çıkması önemliydi. Bu açıdan bakıldığında Musa’nın derdini kimse anlamazdı. Muvakkithaneye namaz vakitlerinden önce gelir, içerisini temizlerdi.

Örümcekler günübirlik ağlarını kurmuşlarsa onları itinayla, zarar vermeden örümceklere, onları dışarı taşırdı; bir güvercin muvakkithanenin camından kendisinin sığacağı büyüklükte bir delikten içeri girmişse ve etrafa pislemişse, onların pisliklerini temizlerdi. Güneş saatinde artık uzmanlaştığından, usturlabı, rubu tahtasını sonsuz bir beceriyle kullanabildiğinden ölçümlerini yapardı. Bu zaman ölçerlerin de tozlarını alır, ibrelerinin bakımını yapardı. Tüm mekanizmaların dört dörtlük olduğunu görünce muvakkithane leb-i derya olduğundan, deniz kokusu sinmiş ve rutubet almış muvakkithanenin kalbinden, kalbinin iyi işleyişinden emin olduktan sonra ezan için ayarlamalar yapılırdı. İşler bittiğinde, ölçümler tamamlandığında müezzine bilgi iletilirdi. İnce yapılmış bu hesaplardan sonra müezzine götürülen bilgi onun gözlerinde mutluluk şavkları oluşturur, içte bir gururla muvakkittin kendine fısıldadığı zamanda ezanı gönül rahatlığıyla okurdu.

Zaman İbrahim dedemin de içinden geçmişti. O dönemler kıtlıktan tütün içmekten bıyıkları, ağzı bitişiğinde sakalları sapsarı, yaşlıydı İbrahim dedem ama dinçti. Kendi işlerini kendisi görürdü. “Fecre andolsun” diyerek kalkar, “On geceye, çifte ve tek’e, akıp gittiği zaman geceye andolsun.” Elbisesini giyer, peynir ekmek atıştırır, davarı-nahırı ahırdan çıkararak uzun bir yolculuğa çıkardı. Dayılarım da aynı vakitlerde tarlayı biçmeye giderlerdi. Buğdaylar daha bir gümrah, daha bir sarıydı. Unun bile, zamanla bir bağı olduğunu şimdi iyice anlıyordu Musa. Fecr zamanı terbiye edilen buğdaydan gelen unla, artık zamanın yorulduğu bir demde değirmene kotarılan unun tatları sanki de bambaşkaydı. Önünde mavi ama artık alevle hemhal olmaktan kapkara is olmuş ve is kokmuş demlikte çay, ateşte közlenmiş patates, gövermiş peynir. İnsan bu havalarda nasıl da acıkırdı.

“Güneşi takip etmeyi ne zaman unuttuk?” diye kendi kendine sordu Musa. Sobayı yakmak için külleri alıyorum, küllerini temizliyorum sobanın, odun koyuyorum, çerağ koyuyorum, bir kibrit, iki kibrit, bu da olmadı üçüncü kibritte zar zor çerağı yakıyorum. Allah aşkına başımızı kaldırdığımızda kendisine bakamadığımız, şimdi uzun bir bulut kümesi içinde kaybolmuş şu güneşin küllerini kim alıyor? Kim döküyor kapı dışarı? Odunlarını dizen, çerağını koyan, çerağını yakan, kibritini çakan da kim? Kaç yüzyıl, binlerce yıldır başımızda o sıcaklığı ile dostane bir şekilde bize gülümsüyor. Bir gün onun sadakatsizliğini gördük mü? Bir gün bize nazlandı mı? Ne zaman güneşi takip etmeyi bıraktık? Duvarda kendi halinde akşamın kalbinde kekeleyen löküs lambasının yağını koymasak ışık vermez. Gölgeler düşmez duvarlara. Duvarlarda periler, cinler, garip yaratıklar -korkudan yoksa sadece benim mi benzettiğim şu şekiller- hareket etmezdi. Güneşin yağını değiştiren kim? Bunu içinden düşündüğünü zannediyordu Musa sesli söyledi, yanındaki hacılar başlarını çevirip bir koro halinde “Allah” dediler. Elbette Allah’tı.

Yetiş, kendinden geçmişti hatırlıyorum. Köy evleri önünde. Bir Sivas kangalı. Küçükken alınmış, beslenmiş, büyütülmüş. Çoban köpeği yapılmaya çalışılmış ama dikkati dağınıkmış Yetiş’in. Kuzuları, davarları toplayamaz olmuş. Şimdi onun sırtına, onun kirli kürküne vuran gün ışığına bakıyor Musa. Zaman köpeklere, karıncalara, gözümüzün gördüğü ve görmediği tüm canlılara aynı şekilde şefaatkâr davranıyor. Yetiş gözlerini açsa, güneş gözlerine vurduğundan gözlerini yine kapayacak. Yaşlandığında artık doyurulmak istenmemiş Yetiş. Ekmek, yemek suyuna batırılmış lavaş ne vakte dek Yetiş’e verilecek. Gözü bağlanarak, dört kişi yardımıyla, atlar üzerinde başka uzak bir köyün düzlüğüne bırakılıyor. Nasıl ettiyse, yolu nasıl gerisin geri bulduysa geri gelivermiş Yetiş. Aynı yerine konuşlanmış. Koku alma melekelerini yitirmemiş diye düşündü Musa. İbrahim dedem ne kadar vaktin oğlu olsa da Yetiş’e yaptığı şeyden Musa uzun yıllar sonra bile onun adına utanıyor. Yetiş’i vuruyorlar. Ondan geriye iki damla gözyaşı kalıyor.

“Vakit geliyor” dedi içinden Musa. Muvakkithaneye dönme zamanı. Gündelik hayatın hayhuyundan, peşini bırakmayacak geçmiş ve yaşadıkları, onu belki de o yapan yaşanmışlıklar. Artık nerdeyse hepsinin zamanı dolmuş, vakti erişmiş ve defterleri dürülmüş akrabaları denize ve martılara bakınca hep aklına geliveriyor. Erkenden muvakkithane yolu tutulmalı. Çengelköy’den Beylerbeyi’ne dek önünde uzun bir yürüyüş mesafesi var. Ondan sonra yeniden eve gelmek için Fıstıklı Bayır’ı tırmanacak. Önünde koskoca bir yokuş var. Gerekli hazırlıklar her zaman yapıldığı gibi yapılacak. Ezan okunmadan, zaman sonsuz bir çizgiyse, o sonsuz çizginin bulunduğu yerde tam konumu bulunacak. Ezan okunmadan vakt küllerinden ayıklanacak.

Musa işlerini hallettiğinde, evin yolunu tuttuğunda, Fıstıklı Bayır’ı çıkarken nasıl da yaşlandığını hatırladı. Nefes nefese kalmıştı. Acele etmedi.

Dinlene dinlene yokuşu tırmandı. Çember çeviren üç çocuk, yokuş aşağı bir hışımla iniyorlardı. Ellerindeki küçücük sopayla çembere yön veriyorlardı. Çemberlerin döndüğünü görünce Musa’nın aklına o dizeler geliverdi. Yürük değirmenler gibi dönerler. El ele vermişler Hakka giderler. Gönül Kabe’sini tavaf ederler. El ele vermişler Hakka giderler. Şimdi burnuna meyve bahçelerinden meyve ve çiçek kokuları geliyordu. Gül kokusu. Her yerde tanırdı. Bir de ıhlamurlar. Ne güzel açmışlardı. Altı sene boyunca açmadığı zamanı hatırlardı Musa bu ıhlamurların. Sonra ne olduysa bir cuşuhuruşa geliş. Arılar ıhlamur kokusundan deli olmuşlardı. Buradan her geçtiğinde ıhlamur ağacındaki arı seslerini işitirdi. Sonra yine muvakkithaneyi düşündü Musa. Herkesin elinde moda haline gelmiş alafranga saatler, işlerliğini kaybettiğinden artık kapanmak üzere olan bu muvakkithanede neyin derdiyle dertleniyorsun dedi kendi kendine. Neyin kavgasını veriyorsun? Fıstıklı Bayır’ı çıktığından sırtı denize dönüktü. Döndü bir denize baktı. Masmavi denize, oradan üzerindeki berrak göğe baktı. “Son demime dek” dedi Musa,“ölene dek, bu muvakkithaneler ezanî zamanı küllerinden eşeleyecek.”