Macondo daima!
Gabriel Garcia Marquez’in edebi açıdan bunca göklere çıkarılmasının, bu hak edilmiş resmi geçit törenlerinin, Yüzyıllık Yalnızlık yazıldığından beri tükenmeyen hayranlığın, edebiyat göğünde yakılan ve sönmek bilmeyen bu havai fişeklerinin sebebi ne?
Bu yazıya tam dördüncü defa başladım. Her defasında birkaç sayfa yazdıktan sonra durdum. Aslına bakılırsa her defasında yazıyı, yıllar önce Hemingway’ın bir röportajından öğrendiğim gibi “yeniden başına oturduğumda devam edebileceğim bir noktada” bırakmıştım. Yani her şey yolundaydı; sorunum yazıyı bitirmek değildi, sadece her iyi yazının içtenlikle sorulmuş en az bir soruya cevap arıyor olması gerektiğini -çaresizce- biliyordum. Kuşkunuz olmasın Gabo ile ilgili cebimde -ve hazırda- her zaman birkaç soru vardır, zaten önceki üç denemede tam olarak bu hazır sorulara cevap arayarak zevahiri kurtardım. Ama yazık ki yazıyla belli bir süre iştigal eden her kalem erbabı, kendi elinden hasıl olmuş o şeye son noktayı koyduğunda ne yaptığını üç aşağı beş yukarı bilir. Böylece neden aynı yazıya dördüncü kez başlamış olduğum sorusuna cevap vermiş oldum sanıyorum.
Şimdi asıl soruya gelelim, en başından beri sormam gereken soruya; Kırmızı Pazartesi’nin, Kolera Günlerinde Aşk’ın, Başkan Babamızın Sonbaharı’nın, Albaya Mektup Yok’un, Aşk ve Öbür Cinler’in ve elbette daha niceleriyle birlikte Yüzyıllık Yalnızlık’ın yazarı Gabriel Garcia Marquez’e duyulan (Latin Amerika’da bir kısım yazar tarafından abartılı bulunsa bile) coşku dolu sevginin sebebi ne?
Edebi açıdan bunca göklere çıkarılmasının, bu hak edilmiş resmi geçit törenlerinin, Yüzyıllık Yalnızlık yazıldığından beri tükenmeyen hayranlığın, edebiyat göğünde yakılan ve sönmek bilmeyen bu havai fişeklerinin sebebi ne?
Edebiyatta Başka Olasılıklar: Latin Amerika Romanı
1950’li yıllarda roman, yüz yıllık yükselişin ardından bir durgunluk dönemi yaşıyordu. Büyük ustalar çağı geride kalmıştı. Farklı coğrafyalardan örnek verecek olursak, Dostoyevski, Joyce, Kafka, Faulkner, Woolf, Beckett, Hemingway, Miller gibi devler, eserlerini vermiş, artlarında büyük, çeşitli ve ezici bir miras bırakarak edebiyat sahnesinden çekilmişlerdi. Her büyük sıçrama, ardında kısa ya da uzun bir durulma bırakır.
50’li yıllarda Rusya, 1930’dan beri devam eden “betonarme dönemini” yaşıyordu. Stalin’in şekillendirdiği Kültür Devrimi, Rus edebiyatını adeta taşlaştırmıştı. Bu dönem 60’lara kadar devam edecekti. Avrupa ve Amerika yazını ise farklı açıdan bir taşlaşma yaşıyordu. Kurmaca yazını, küçük çıkmazlara, biçimsel ve çoğu zaman anlamsız oyunlara, varoluş krizlerine, kuru sıkıcı gerçekliğe ayarlı kasvetli bir yola sapmıştı. Dönemin eleştirmenlerinden birinin söylediği gibi artık “klostrofobik bir sanat” üretiliyordu. Yavan, ruhsuz, renksiz nesirler, ortalıkta cirit atıyordu.
Aynı dönemde Marquez (ilk gençlik yıllarında), Kafka’nın Dönüşüm’ünü okuyacak ve sıradan bir adamın bir sabah böcek olarak uyanışı karşısında şöyle diyecekti: “Lanet olsun! Bunun yapılabileceğini bana şimdiye kadar kimse söylemedi! Demek yapılabilirmiş! Lanet olsun! Büyükannem de böyle hikaye anlatırdı, en akıl almaz şeyleri tamamıyla doğal bir ses tonuyla anlatırdı.” Öyleyse edebiyatta “başka olasılıklar” da mevcuttu. Edebiyat, duyusal dünyayla, modern dünyanın tanımladığı “gerçek”le sınırlı ve evet can sıkıcı derecede ciddi olmak zorunda değildi; gündelik yaşamın büyülü, şiirsel, muzip, karmaşık yanı edebiyatın konusu olabilirdi. Çok sonraları kendisiyle röportaj yapan bir gazeteciye söylediği gibi “gerçeklik, domates fiyatlarıyla sınırlı değildi.” On bin yıllık hikaye artık yeniden devam edebilirdi.
Çığır açan her büyük yazar, ortalama’yı başararak yapmıştır bunu.
Kişisel ve iddiasız bir teorim var, belki başkalarından duymuşumdur, belki kolayca aksi ispat edilebilir ama ben şimdiye kadar buna inanmaktan bir zarar görmedim. Çığır açan her büyük yazar, ortalama’yı başararak yapmıştır bunu. Bu sentez işlemi, en basit haliyle söyleyecek olursak geçmişle şimdinin, gelenekle bugünün, tarihle toplumun, maddeyle ruhun vs. sanatçının “kendinde” bir karışımıdır. Alabildiğine sancılı, sancılı olduğu kadar risklidir ama bir düşüncenin coşku ve içtenlikle izini süren her kişi bu mücadeleden kendi yolunu bularak ve kendinden sonrakilere bir yol açarak çıkmıştır. Kulağa kolay gelen bu yol aslında binlerce yıllık büyük hikaye geleneğini önce fark edip sonra unutmak ve yeniden icat etmek anlamına gelir. Nitekim Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazarken öyle mutluydum ki” der bir röportajında “rüyalarımda edebiyatı icat ediyordum.”
Bir Söz Büyücüsü kitabının yazarı Gene H. Bell’in söyleyişiyle ifade edecek olursak; “Amerikan yazınına nüfuz etmiş klostrofobik atmosferden uzaklaşan García Márquez, kapıları ve pencereleri yeniden açtı, sokağın canlılığını özümsedi, içinde bütün büyük tarihi durumların –ütopik uyum ve baş döndürücü refahtan dağılıp çöküşe ve sınıf çatışmasına kadar– eksiksiz yaratıldığı geniş bir panorama sundu bize. Kitap tam bir yetkeyle, bilge, ilgili ve dikkatli bir konuşmacının sesiyle yazılmıştı, bu kişi, –bir Afrikalı griot gibi, ya da halk destanlarının ve masallarının mahir anlatıcısı ya da kadim bir İncil kâtibi gibi– kodamanlardan keyifsiz serserilere kadar toplumda herkesin her şeyini bilir, üstelik onları bütün dünyaya anlatmayı da uygun bulur.”
Latin Amerika’nın Kayıp Ruhu
Marquez, edebi çevrelerden gördüğü ilginin kat be kat fazlasını önce Latin Amerika ardından bütün dünya okuru tarafından gördü. İşte burası ilginç. Öyle ya, bize söylenene göre iyi edebiyat satmaz, derinlikli romanlar okunmaz, anlaşılmaz. Oysa Gabo, Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra hem milyonlarca okura ulaşmış hem de bir çeşit halk kahramanına/fenomene dönüşmüştü. Elbette Latin Amerika usulü bir kahraman. Marquez’in anlatmayı en sevdiği anılarından birisi: Meksika’da yolda arızalanan aracını çalıştırmakta zorlanınca o esnada oradaki arabalardan birinin penceresi açılır ve şoför romancıya şöyle bağırır: Hey Gabo! Senin elinden Nobel ödülü kazanmaktan başka bir şey gelmiyor galiba!”
Otuz yıllık okurluk ve neredeyse on beş yıllık yazarlık deneyimimden sonra şunu iç rahatlığıyla söyleyebilirim, okur, sanılanın aksine yazarın kof numaralarını asla yutmaz. Konuşurken ve yazarken doğal / içten olmayan yazarı eninde sonunda tanır. İsmet Özel’in deyişiyle, “şair şiiri neresiyle yazarsa okur da orasıyla okur.” Marquez’i Marquez yapan onu büyük yazarlar ve kahramanlar ligine taşıyan kesinlikle kendi topraklarına ve insanına duyduğu derin içtenlikli sevgidir. Bu konuyla ilgili daha önce de yazdım; yazarın kendisini inşa eden kültürle bir şekilde barışmadan büyük eserler üretmesinin neredeyse imkansız olduğunu düşünüyorum. Atay’ın Türkiye’nin ruhunun peşine düşmesi, Sartre’ın De Gaulle’ün deyişiyle Fransa olması, Joyce’un baştan ayağa İrlanda, Tanpınar’ın Osmanlı ve İstanbul, Kazancakis’in Girit, Dostoyevski’nin Rus, Faulkner’in katıksız bir Amerikalı olması tesadüf mü?
Bir karşılıksız aşktan, hamaset dolu bir vatanperverlik ya da ırkçılıktan bahsetmiyorum; kendi insanıyla kavga ederken dahi; yine kendi kültürünün içinden büyük önlenemez bir coşkuyla kavga edebilmeyi, sonucu sürgün, aforoz, linç olsa bile kendisine, ülkesine ve haliyle dünyaya merak duyabilmeyi, o görkemli hayret duygusunu kast ediyorum. Velhasıl Marquez, Latin Amerika’nın ruhuyla göz göze gelmiş onunla büyük bir sevgi ve coşkuyla güreşmiş; ölümsüz Macondo’yu inşa ederken edebiyatı da böylece yeniden icat edebilmiştir.
Uzaklardaki ikindi vakti
Edebiyat çevrelerince ve bütün dünya okurları tarafından sevilmesinin sebebi üzerinde bunca düşündükten sonra en basit ve en zor soruyla açtığım başlığı kapatmalıyım. Çünkü söz konusu edebiyat olunca konu hep kişiseldir. Sevgi de nefret de hayranlık da öfke de… Büyük sözler hep küçük duygusal şahsi anlardan türer.
Marquez’in anılarını yazdığı Anlatmak için Yaşamak kitabını ve onun hakkında yazılmış en iyi biyografi çalışmalarından sayılan Bir Söz Büyücüsü’nü okurken hep karşıma çıkan, onun edebiyat geleneği karşısında duyduğu büyük endişe oldu. Şaşırtıcı bir alçak gönüllüğü yedeğinde tutan bu endişe, Gabo’nun öyle sanıyorum ki gizli hazinesi ve ölümüne kadar tükenmeyen cephanesiydi. Ve hüzün… Marquez’i tanıyanlar onun genelde hüzünlü biri olduğunu söylüyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Gülünç ve müstehcen şakalar konusunda dâhi sayılan o muzip adamın yabancı gözler ve maskeler ortadan kalktığında hüzünle başbaşa kaldığını, onu tanımlayan en güçlü duygunun hüzün oluşunu…
Bilmiyorum belki de benimkisi şahsi ve şu an metne aktaramadığım bir hayret! Öte yandan neden şaşırıyorum ki; Romano Guardini, “Bizler, hüznün insanlığımızın derinliğiyle yüzleşmemizi sağlayan bir şeyle ilintili olduğu kanaatindeyiz” diyor. “Melankoli ve hüzün anlamlarının ikisini de içeren Almanca bir kelimenin anlamını belirtirken, bu kelimenin ‘ruhun ağırlığı’ anlamına geldiğini de ekleyerek… (Eugenio Borgna, Şu Bizim Kırılganlığımız’dan)
Evet, insan sevdiği yazarlarla kendisi arasında ortak noktalar aramadan edemez, bu ortak nokta arayışı da dışarıdan daima fırsatçı görünür. Böyle görünmek pahasına kendi kendime ve bu metnin okurlarına şunu itiraf etmeden yapamayacağım; Gabo’yla tanışsaydık, dil engelini aşsak bile büyük bir ihtimalle tek bir kelime bile konuşamazdık. Tahminlerime göre o da en az benim kadar dışarıya karşı ilgisiz, göstermelik nezaket gösterilerinden sıkılmış ve yeni tanışıklıklara kapalı bir adamdı. Öyleyse bu tanışmanın iyi geçmesi sadece tek bir yerde mümkün olabilirdi: Macondo. Çünkü Macondo’da bitmek tükenmek bilmeyen yağmurlar boyunca Albay Buendia’yla, devrimler, savaşlar, insanlar ve iktidar hakkında; o yıllarca tozlanmadan kalan odanın içinde Melquiades’in hayaletiyle büyük ruhlar ve dünyanın sürekli kendini yineleyişi üzerine; büyükbaba Jose Arcadio Buendia’yla zamanın huyları ve tökezlemesi üzerine ve bulabildiğim her Macondoluyla aşk, hayat, ölüm, adalet ve yalnızlık ile ilgili konuşabilirdim, eğer ben de haddinden fazla geveze ve bazen çok bilmiş bir Macondo sakini olsaydım eğer. Bir dakika belki de öyledir… Bir kez Macondo’ya adım atınca artık şu sözler kendi hikayeni başkasına anlatıyor gibi aralıklarla kulaklarında çınlıyordur: “Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.”