Lut Gölü'nün yuttuğu sır

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Lut Allah’ın elçisiydi ve ilahi mesajları söz’ün asıl muhataplarına ulaştırmak için önce Sodom, sonra da Gomora’ya gitti. Bu iki şehirde hanifliği ve hak sözü ılık bir rüzgâr gibi söyledi insanlara ama şehvet, sapkınlık ve azgınlıktan sarhoş olmuş kavmine sözü geçmedi. Yüksek bir tepeye çıkıp haykırdı; ey kavmim size büyük bir azap var, helak olacaksınız!

Çalı bile bağrındaki dikene nispetle gülden bir imge taşır.

Rasim Özdenören

Lut ve İbrahim, Naram-sin’in (Nemrut) zulmünden kaçarak kaderlerine sığınmış iki yakın akraba, iki yakın arkadaş ve iki can yoldaşıydı. Birlikte iman etmiş, birlikte yemin etmiş ve birlikte hicret etmişlerdi. Artık hanif imanları gibi yolları da ortaktı. Naram-sin’in şerrinden önlerine açılan yol’un iki işareti vardı. İsra’ya çıktılar birlikte ve geceler boyunca bu işaretleri takip ettiler. Sonunda iki sığınak çıktı karşılarına; İbrahim’in Filistin’e, Lut’un ise Ürdün’e doğru açıldı yolu. Aynı yemin üzerine farklı diyarlarda yaşadılar. İbrahim Kenan diyarında ateşleri gül bahçesi eyledi kendine. Lut ise, günah şehirleri Sodom ve Gomora’nın bulunduğu Siddim Vadisi’ne yerleşti, bereketli ve sulak bir araziydi burası.

Lut Allah’ın elçisiydi ve ilahi mesajları söz’ün asıl muhataplarına ulaştırmak için önce Sodom, sonra da Gomora’ya gitti. Bu iki şehirde hanifliği ve hak sözü ılık bir rüzgâr gibi söyledi insanlara ama şehvet, sapkınlık ve azgınlıktan sarhoş olmuş kavmine sözü geçmedi. Yüksek bir tepeye çıkıp haykırdı; ey kavmim size büyük bir azap var, helak olacaksınız! Şüphesiz insanlık hüsrandaydı. Kalu bela ve can-ı feda. Uyarıları, alay ve tepkiyle karşılandı. Konuşması, tebliğ etmesi ve bu iki günah şehrine girmesi yasaklandı. Kendisinden önce gelen elçiler gibi onun da kanını helal eyleyeceklerini söylediler.

Lut’un sırrı elçiliğindeydi, elçiye zeval olunmaktaydı ve mühür bozuldu. Akit, sadıklara ferman oldu. Artık azap kaçınılmazdı. Sodom ve Gomora kendi kıyametlerini çağıracak kadar günah biriktirmişlerdi. “Doğru sözlü isen haydi azabı getir” dediler. Lut, kavmine acıdı ama yine de azabı müjdeledi. Yeryüzü doğum sancıları çeken bir kadın gibi sarsıldı birden. İşte o an göklerden iki günah şehrinin üzerine balçıkla pişirilmiş taş, kızgın ateş ve zehirli kükürt yağdı. Gökkubbe kor alev ve asit yağmurlarıyla yıkandı. Seriyyeden Süreyya’ya kadar her yer azap sağanağı altında kaldı. Sodom ve Gomora halkı, yıllardır biriktirdikleri günahın azabıyla kendi ateşlerini tutuşturmuştu.

Lut Gölü öfkeyle taşarak iki şehri tüm azametiyle yuttu. Lut’ın karısı asıl buyruğa itaat etmedi ve geriye dönüp bakmama akdini bozdu. Lut peygamber, çocuklarıyla birlikte günahkârlar diyarını terk eylerken, karısı, Lut’un yanmakta olan kavmini seyre daldı. Sodom’un halkından sayıldı ve o da helak oldu… Yüzyıllardır hiçbir araştırmacı yok olan bu şehirlerden, yani Sodom ve Gomora’dan bir iz bulamadı. Yeryüzünün en alçak ve en tuzlu gölü olan Lut, onları ölesiye bir mühür ve zamanı aşan bir ibret gibi içinde saklıyor. Günah’ın sırrı tövbe kapısında asılıdır. Ve elbet insan hüsrandadır.

DOSTOYEVSKİ’NİN MÜZİĞİ

Dosto Baba hakkında Hermann Hesse’nin yazdıklarını okuyunca yaranın asıl müziğini bir kez daha derinlemesine duymuştum; “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.”

KILIÇ BALIĞININ ÖYKÜSÜ; SIRTIMDA BİR ZIPKIN YARASI

Vakit akşama kavuşalı çok olmamıştı, karakolun kapısından yavaşça içeriye doğru süzüldü. En az kendisi kadar kirli görünen köpeği de peşinden gelmişti. Kimseye selam dahi vermeden bağırarak serseri mayın gibi konuşmaya başladı; “O kılıç balığını yakalayamadım, ah o kılıç balığı, yakalayacağım onu bi’gün, hepiniz göreceksiniz” Üstü başı kir içinde, sakalları uzamış, yanında bir köpek ve elinde bezden çantasıyla dilenci kılığında bir adam karakolun asayişine tehdit oluşturacak şekilde bağırıyordu. Önce kimse aldırış etmedi, bazı memurlar onu tanıdı, hatta bir ara genç memurlardan biri, daha fazla kayıtsız kalamayarak adamın üzerine doğru atılacak olduysa da, kır saçlı bir polis “tamam ben hallederim” diyerek araya girip, ortalığı sakinleştirmişti.

Polis, dilenci kılığındaki adamın koluna girerek, onu köpeğiyle birlikte bahçeye çıkardı. Kameriyedeki tahta masaya oturdular, karşılıklı bakıştılar biraz, birbirlerinden emindiler. Aynı sırrın sahibi son iki kişi gibi, birbirini tanıyan iki poker oyuncusu gibi, anahtar iz’in peşindeki iki dedektif gibi, birbirlerinden emindiler. Polisin uzattığı sigarayı alıp aceleyle yaktı adam. Uzun uzun içine çektiği dumanı her üfleyişinde “o kılıç balığını yakalayamadım, ah o kılıç balığı kalbime batıyor yokluğu” sözünü belli belirsiz temrinler halinde yineliyordu. Bana o şarkıyı açar mısın, diye seslendi kır saçlı polise. “Hangi şarkı?” demedi polis.

Yüzyıllardır devam eden kadim bir ritüeli tekrar eder gibi telefonunu çıkarıp masanın üstüne koydu; ve küçük hoparlörden dünyaya doğru yükselen keskin bir şarkı çalmaya başladı, gece ürpertici bir telaşa teslim olur gibiydi. Kılıç balığını bir türlü yakalayamamış, her seferinde tekrar tekrar elinden kaçırmış ve oltasını hep taşa vurmuş evsiz bir balıkçının yüzü eşlik ediyordu şarkıya. Kılıç balığının öyküsünde kaybolmuş, onun parlak ve keskin kılıcına tutunarak yoluna devam etmek istemiş ve bir ömrü uğruna harcamıştı işte. Şarkı bitince ayağa kalkıp yavaş yavaş evine yani denize yani savaş meydanına doğru yürümeye başladı. Şarkı peşini bırakmıyordu bi’türlü; “Sırtımda bir zıpkın yarası / Atın beni mor kuşaklı bir takaya götürün / İri gözlerimde keder, kılıcımda hüzün”

TUTUNAMAYANLAR’DAN BİZE KALAN

“Tutunamayanlar’la ne yapmak, ne vermek istediniz?” sorusuna Atay’ın yanıtı; “Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim; insanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini, ‘Peki herkes ne yapıyor?’ diye öfkeleneceğini bildiğim halde bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum. Ben, kahramanlarımın iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarına uygulayacak büyük nazariyelerim, onları peşinden koşturacağım büyük ülkülerim yok. Ya da insanlara, özellikle tutunamayanlara saygım büyük olduğu için, acıyorum onlara; böyle büyük büyük meselelerin makale, inceleme, deneme gibi yazı türlerinin konusu olduğunu sanıyorum.” (Yeni Ortam /30 Eylül 1972)

DÜNYANIN EN MUTSUZ İNEKLERİ; KUTSAL VE YALNIZ

Şurası bir gerçek ki; dünyanın en mutsuz inekleri Hindistan’da yaşaya-dururlar. Kutsal ve mutsuz yarı-tanrı inekler için ‘söz’ Mahatma Gandhi’de; “Aslında, Hinduizm’in asıl unsuru ‘İneğin Korunması’dır. Bana göre ‘ineğin korunması, beşerî evrimin en harika olaylarından biridir. Çünkü bu koruma, beşeriyet dışındaki diğer türlerin korunmasıyla ilgilidir. İnek vasıtasıyla kişiye, kendi kimliğini diğer bütün canlılarla birlikte düşünmesi emredilmiştir. Kutsallaştırma konusunda niçin ineğin seçildiği de bana göre açıktır. Çünkü inek, Hindistan’da, en vefalı dosttur. O, bereket kaynağıdır; sadece süt vermez, aynı zamanda tarımı mümkün kılar. O, milyonlarca Hintlinin sütanasıdır. ‘İneği Koruma’ Hinduizm’in dünyaya bir hediyesidir. Dahası Hinduizm, Hintliler ineği koruduğu sürece bâki kalacaktır.”

ÜÇÜ DE ALİ

İmam Ali’nin efendimizin kendi cenazesini bizzat kendisinin kaldırdığı rivayeti/efsanesi bir Cemal Süreya şiirine olanca güzelliğiyle şu dizelerle sızmıştır; “Deve, devenin üstünde tabut, biri çekiyor deveyi / Üçü de Ali: deve, deveyi çeken, tabutun içindeki / Çılgın gibi koşuyorum köylerden şehirlere / Başını kayalara vura vura ilerleyen bir insan seli”