Kutsa Beni Aziz Buda!

EKREM POLAT
Abone Ol

Caddede yürürken önünden geçtiğim kazıkazancı, şeytan olup içime düştü. Kulağıma eğilip fısıldadı: Zor durumdasın, çaresiz kalmışsın, zaten hiçbir işini görmeyecek bir mabut cebindeki... Ya kazıyıp kazanırsan?! Kazıdım ve kazandım: Yirmi önünde altı sıfır!

9 Eylül

köy çeşmesinden günün ilk suyunu taşıyan kadınlar önlerine kattıkları ikişer üçer hayvanı meydanda bekleyen sürüye katmak üzere getiren gözü çapaklı köy çocukları gözünden uyku akan köy çocukları köyün meydanında yolcu bekleyen minibüsün sağında ve solunda gezinen büyükbaş hayvan kardeşlerim sürünün tamamlanmasını bekleyen büyükbaş hayvan kardeşlerim henüz doğmamış henüz aydınlatmamış henüz ısıtmamış güneş kardeşim sizi sevgiyle terk ediyorum eylül.

belki de dokuzu düşmanın denize döküldüğü yok sadece ayrılıyorum evimden veya kendimden veya denize dökmeye götürüyorum kendimi ağır çanta. okunmuş kitaplarla okunmamış kitaplarla ders kitaplarıyla her biri ilim irfan kaynağı kitaplarla birinin içindeki ak diğerinde kapkara kitaplarla kutsal kitaplarla inkar kitaplarıyla denize dökülürken mümkün olduğunca kalabalık olmamı sağlayacak sair kitaplarla Denize Dökülmeye İkna Olmuş Vatan Evladının Efsanevi Mücadelesi kitaplarıyla

ve müstefid olacaklar önce müstefid neymiş unutacaklar devrimcidir onlar yavaş yavaş yükselecekler muasır ve medeniyet neymiş unuttukları zaman aşılmaz bir seviyeye ulaşmış olacaklar aydınlanacaklar makinalaşmak istiyorum diyecekler mutlak bulacaklar buna bir çare düşseler bile -ki düşecekler bakın ben söylüyorum düşecekler- işte bu seviyeden yüksekten düşecekler benimle ve denize hayır düşmeyecekler kendilerini kovalayan bir ordu olacaklar evvela ve kendilerinden ordunun kovaladığı düşmanlar olup denize dökülecekler Ağır dibe doğru

10 Eylül

işte geldim ayaklarım onca şehir arasında burayı onurlandırdı ve kulaklarım buranın korna seslerini ve burnum buranın egzoz dumanlarını bambaşka bir kentin büyük bir kentin anlı şanlı bir kentin hayvansız kuşsuz bir kentin güneşsiz aysız dostsuz kardeşsiz bir kentin metropol bir kentin üçüncü sınıf otelleri az bir kentin. Birini bulana kadar canı çıkıyor insanın Adamın yüzüne ekşi ekşi bakmadan üçüncü sınıf oteller ne tarafa düşüyor sorusunu cevaplayacak görevliler yok, kenti karış karış tanıtan koca panolarda üçüncü sınıf lokanta ve otellere dair tek kelime yok.

Bütün bunlar, korna sesleri arasında daldığın bu gaflet uykusu, şu andan itibaren benim sevk ve idaremdeki bir şehir ıslah projesine tâbi tutulmanı gerektiriyor. Bu proje için evvela bir marş, sonra da bir bağlılık yemini hazırlamakla meşgulüm ge... gerisi olmasa da olur.

11 Eylül

Ulusal ve Çok Önemli Terbiye İdaresi Kent Müdüriyetini bulmak üçüncü sınıf otel aramaktan da ücretsiz tuvalet bulmaktan da daha yorucu. Kime sorsan tuhaf tuhaf yüzüne bakar. Hem kime sorulur ki.... Hangi onurlu insan, sora sora Bağdatı bulmaya yeltenir? Kimin tafrası alınır bu devirde? Kimsenin tafrasını almadım. Ara sokaklara gizlenmiş müdüriyeti, alnımın teriyle buldum. Müstakbel amirlerimin makamından alnımın teriyle çıktım. Ne var ki, bürokrasiyi tepeden tırnağa çiğnedim. Meğer öyle değilmiş; tırnaktan tepeye doğru çiğnenirmiş makamlar. Bu çiğneme adabını öğrenmekte biraz gecikmişim. Bunları yazmıyor okuduğum kitaplar. Makamına en son girdiğim, en mini minnacık amirimden öğrendim bunu. Sadece bunu değil; listelerin daha gelmediğini de, iki haftaya ancak geleceğini de.

12 Eylül

Sokakların karış karış gezildi. Tanındın. Biliniyorsun artık, bütün sırların biliniyor. Ben diyeyim her tarafın sarıldı, sen de teslim oluyorum! Ben yeniden alayım sazı elime, “Söyleyeceğin her söz aleyhinde delil olarak kullanılacaktır,” diyeyim. Sen, yönetmen olarak araya girip, “Avukatı unuttun, avukatı!” de. Bir güzel Hollywood filmi çevirelim seninle. Sinemalarda alık alık seyredilelim. Popcorn mısırlarımızla oyalanıp, pepsimizle, colamızla şişsinler, klişeleşmiş esprilerimize gülsünler. Onlar ersin muradına, biz bir elimiz yer altında, bir elimiz yer üstünde çaktırmadan zenginlik aşıralım. Son sahneye “The End” yazmayı unutmayalım. Yoksa bu alıklar, anlamazlar işimizin bittiğini.

13 Eylül

Şehir kardeş, gel seninle kardeş kardeş bir anlaşma yapalım. Hükümranlığımı kabul et ve barışalım. Bak beni ne kentler, ne büyük büyük başka şehirler istedi de başına, ben seni seçtim. Dedim sevaptır, gidelim oracığı ihya edelim. Bak burnun büyüsün diye söylemiyorum, tercih listemin ilk sırasına senin adını yazdım. Hadi uzun etme barışalım. Sarhoşlarını üstüme salmayı bırak. Arabaların son hızla gelip, burnumun dibinde acı frenler yapmasın. Hem haber vereyim sana, üç günden fazla küs durmak bize yakışmaz. Üstelik canım da sıkılmış, cebimdeki bozuk paralarla baş başa kalmışım...

Gel bana bir akıl ver. Parasız pulsuz ne yapayım sokaklarında? Sakın “Baba bana para gönder,” fişini asma tahtaya. Ben o fişi hiç ezberleyemedim. İyisi mi ben önereyim; birkaç günlük iş ver bana. Ne iş olsa yaparım! Daha geçen sene bu günlerde betonculuk sanatını icra eden bir felsefe öğrencisiydim. Felsefenin âlâsı yapılıyor beton işçiliğinde. Akşama kadar kürek sallıyorsun, çimento torbasını cart diye karnından yarıyorsun, kucaklayıp kumların üstüne savuruyorsun. Sonra alın terin gözlüğüne damlıyor, gözlük camlarına harç sıçrıyor, görüş mesafen sıfıra iniyor. Önünü görmeden bir o yana bir bu yana sallıyorsun küreği... Felsefe daha nasıl yapılır?

14 Eylül

Kapıların neden açılmıyor köhne Bizans! Fethin kaçınılmaz olduğunu bilmiyor musun? Koskoca bir benlik bilincinin zaferine hangi ordular dayanabilmiştir, düşünmez misin? Hem sen niye duymuyorsun sesimi Ulusal ve Çok Önemli Terbiye İdaresi! Listeleri niye göndermiyorsun? Şimdi şu caminin önüne otursam, cebimdeki buruşuk mendili çıkarıp yere sersem; gelip geçenler de lüzumsuz, ceplerinde ağırlık yapan, bir yere harcasam da kurtulsam dedikleri demirleri üstüne atsa, manevi şahsiyetin zedelenmez mi? Evet evet, bu bir şantaj! Tez elden şu listeleri gönder, yoksa...

15 Eylül

Caddelerde vitrin önlerinde sokak ortasında para sayanlar gördüm, para saymayı bıraktıklarında ellerini ceplerinin üzerine koydular, cepleri şişkindi, kimseye muhtaç değilim dercesine yürüyorlardı, kibirliydiler. İçlerinden birini gözüme kestirdim ensesinin altından ceket yakasını iki parmağımla kavradım şöyle bir havaya kaldırdım bir numune olarak çok amaçlı tahliller laboratuvarıma götürdüm onu karşıma alıp sordum

— Nedir bu sokak ortasında para saymalar, kabarık cepler, kibirli yürümeler?

— Bugün ayın on beşi, dedi. Bugün maaş alınır, taksitler ödenir, haftalardır görülünce yol değiştirilen, kendisinden kaçılan insanların yanından rahat rahat geçilir... Kısacası bugün bayramdır, bayram!

Gözleri parladı, coştu, kendinden geçti. Cevabını dinledikten sonra onu tepeden tırnağa inceledim. -bunda öyle çiğneme adabı falan yoktu benim laboratuvarımda kuralları ben koyarım adap da neymiş, ha tepeden tırnağa ha tırnaktan tepeye- Uzun incelemelerim sonucunda baktım ki bu gürûhta benim daha malik olamadığım bir meziyet var; bunlar bilincini, benliğini, emeğini, zamanını... hasılı kelam bütün varlık hususiyetlerini üst üste koymuş birleştirmiş, birilerinin emrine sunmuşlar. Numuneme emir verdim: Acele bu durumu özetleyen bir ifade bul!

— Biz bir baltaya sap olduk abi! Bize memur derler. Şiirimiz bile vardır bizim. Aferin, dedim. Laboratuvarımın penceresini açıp numunemi avucumun içine bıraktım, bir nefes üfleyiverdim, pır diye uçtu. Uçarken bir söz dökülüyordu ağzından: Biz memurlar sa...

Bir Baltaya Sap Olanlar Gürûhu Numunesini gönderdikten sonra sokağa çıktım. Sokağa adım atar atmaz günlerdir aklıma gelmeyen bir şeyi hatırladım. Aceleyle üçüncü sınıf otelime döndüm. Resepsiyondan anahtarı alıp odama çıktım. Çantamda diksiyon, hitabet, retorik, iletişim, etkili söz söyleme konulu ne kadar kitabım, notum, materyalim varsa çıkardım. Birer birer yalayıp yuttum hepsini. Öğrendiklerimi bir saate yakın çalıştım, egzersiz yaptım, annemin ördüğü papyonu taktım, çıktım. Önce bütün ciddiyetimi takındım. Vitrinlerden baktım, üstümde iyi duruyordu. Karnımı içeri çekip, omuzlarımı yukarı kaldırdım. Göğsümü şöyle bir şişirdim ve şehrin mabedlerinden birine girdim. Rengini ifade etmekte zorlandığım bankonun ardına dizilmiş, böylelikle biz müminlerden ayrılmış yedi sekiz mabet görevlisinden en silik, en itaatkar, en yönlendirilmeye müsait olanını gözüme kestirdim. Önündeki bankoya dayanıp, sağ elimin parmaklarını ve bankoyu kullanarak ritmik tıkırtılar çıkardım, dikkatini üstüme çektim. Arzumu sordu.

-yıkılası- mabedinizde bir miktar mabudum vardı Küsûrat

Bir saat boyunca telaffuz, soluklanma, ses, selen, boğumlanma ve saire çalışmış bir hatibin medeni cesaretiyle konuştum. -medeni olmayan cesaretimi bir izmarit gibi yere atıp, “Al sana yobaz!” dedim. Burnu aşınmış, boyasının rengi atmış ayakkabımın ucuyla üstüne bastım. Bir sağa bir sola çevirdim ayağımı. Pestili çıksın istedim. Seni bu halinle ne üniversiteye alırlar, dedim, ne de ehliyet kursuna- Mabet sorumlusu daha ağzını açmadan kimliğimin aslını, önlü arkalı tıpkıçekimini hesap cüzdanımı, bankamatik kartımı uzatıverdim. Birkaç milyar bakiyesi olan fabrikatörler gibi. Hesabım mabedin başka şubesine ait olduğu için hem öteye beriye makbuz imzalatmalarla, hem küsûrat bakiyemden bile kesinti yapmak arzularıyla boğuştum ama yılmadım. Amacına ulaşmış, muzaffer bir komutan edasıyla caddedeki kalabalığa karıştım.

Caddede yürürken önünden geçtiğim kazıkazancı, şeytan olup içime düştü. Kulağıma eğilip fısıldadı: Zor durumdasın, çaresiz kalmışsın, zaten hiçbir işini görmeyecek bir mabut cebindeki... Ya kazıyıp kazanırsan?! Kazıdım ve kazandım: Yirmi önünde altı sıfır! İlk maaşına kadar idare edersin, dedi şeytan. Hem bırak kendine saygıyı falan, zaten başka çaren yoktu. İçimin derinliğinde cılız bir ses daha yükseldi, korna seslerinden işitemedim.

16 Eylül

Ulusal ve Çok Önemli Terbiye İdaresi, ne olur gönder şu listeleri! Uslandırdığın yeter. Şeytan bir daha girmesin kanıma. Bir kazanma arzusu daha kazımasın içime. Sen yetiş Aziz Buda! Nefsimi arzularımın elinden kurtar. Medet...

20 Eylül

“Yarim gelir deyi yollar gözlemem, bilirim gelmez gözümde kalır hayali.” Kanlı yök illeri geçit vermez, bilirim.

22 Eylül

Liste, liste, güzel liste! Kimler böyle karaladı yüzünü?

Hangi eller daksilledi, yamaladı, delik deşik deldi seni?

Söyle bana, Karaçayır hangi dağın başıdır?

Bre köhnemiş İdare! Yaptığın reva mıdır?

Neitzschelerle, Sartrelarla yarı meczup eylediğin birini sınıf öğretmeni yapmak hak mıdır?

23 Eylül

Çok amaçlı tahliller laboratuvarımın kapısına kilit vurup dışarı çıktım. Bütün ücretsiz tuvaletlerle, üçüncü sınıf lokantaların bütün garsonlarıyla vedalaşıp otelime çekildim. Kararnamemi yastığımın altına koyup, istihareye yattım. Boy boylayan soy soylayan ak sakallı Dedem Korkut ağlamaklıydı. Kara donlu yök ilinden kara haberim var belli bil, dedi. “Sen yerinden kalkmadan kalkan, sen karakoç atına binmeden atına binen, sen varmadan kanlı kafir illerine ulaşarak kafir başı getiren yarin, yök barikatlarına yenildi. Girdiği ikna odasından, başka biri olarak çıktı...” “Hem sen de fazla uzun etme oğul! Memleketine dönmeyi falan kafandan çıkar, lugatinden birkaç kelam eksiliversin!”

24 Eylül

Dedem Korkut sözüne kulak verip yollara düştüm. Küçük bir ilçede Ulusal ve Çok Önemli Terbiye Müdürriyetini bulmak daha kolaymış, bildim. Bu minyatür ilçede bile amirler, memur kelimesinin anlamını iyi bilirmiş, gördüm. Görev yeri yaklaştıkça küçüldü sözlüğüm. Yokuşlara asıldıkça birer birer döküldü kelimelerim. Karaçayır yolları taştan değil, yamalı asfalt. Hem beni sen çıkarmadın baştan, ne olduysa bir baltaya sap olma arzumdan oldu.

26 Eylül

Tebliğ tebellüğ belgeleri hazırlandı, imza atıldı, göreve başlama yazısı yazıldı, Bir Baltaya Sap Olanlar Gürûhuna kabulüm onaylandı. Lugatimden düşmesi gereken bütün ağır kelimeler döküldü. Önce Kafirûn sûresi, Ebu Zer, Sartre, Neitzsche... Sonra Neitzsche’nin Zerdüşt’ü, var olmak, yaşamanın anlamı... ...Ve elveda hürriyet! Artık esir-i aşkın bile olamam. Ben bir memurum artık Türküm doğruyum çalışkanım ülküm yükselmek, muasır medeniyet seviyesini aşmak, makinalaşmak, Nirvanaya ulaşmak... Kutsa beni Aziz Buda! Denizine döküldüm.