Kusurlarım olmadan asla ya da dokuz başlangıç

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Aykut Ertuğrul’un “Inception” filminden etkilenme biçimini “kusur” kavramı üzerinden anlattığı yazısını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin!

1. Başlangıç:

Uzun peşrevler olmadan yazı yazamadığım için üzgün ya da pişman değilim. Hatta onları, sonraki okumalarımda silmem gerektiğini bildiğim halde çoğu zaman silmeye kıyamadığım için de... Üstelik yazı yazmakla ilgili bendenizden tavsiye isteyenlere “iyi bir girişe sahip olmalısınız, iyi bir giriş cümlesi bulana kadar korkmadan yazın, onu bulduğunuzda da dönüp öncekileri silecek cesaretiniz olsun” demişliğim çoktur. Vallahi inanarak söylüyorum palavra değil, bu işten anlayan herkes de aynı şeyi tavsiye ediyor. Ama bazen -benim durumumda çoğu zaman- ihtiyacım olan son tahlilde iyi bir duygu yakalamak oluyor. Gelgelelim, gereksiz görünen “peşrev”lerin taşıdığı duyguyu, atmosfer yaratmaya olan katkısını feda etmeye gönlüm elvermiyor. Acemilik. Bitmeyen bir acemilik.

İstanbul 'Inception' filminde yer alsaydı nasıl gözükürdü ?
Jurnal.ist

Ya da bir çeşit küstahlık! (Bugünlerde bitirebilirsem, yazmış olmaktan gurur duyacağım uzun süren bir suskunluğun bitişi anlamına gelen bir öykü üzerinde çalışıyorum. Tam da sözünü ettiğim bu küstahlığı bir anlatım tekniği olarak benimsiyorum öyküde. Bakalım kim kazanacak? Burnundan kıl aldırmayan okur mu, küstah yazar mı?) Her halükârda bir kusuru/ küstahlığı kucaklamaktan büyük bir haz aldığımı işte şimdi burada yeniden itiraf ediyorum. Ben öyleyim diye demiyorum ama olgunlaşma, büyüme, ustalaşma denilen tam da budur: Yol boyunca kendi kusurlarınla boğuşup, onlardan arınmaya çalışıp sonunda elinde kalanlarla kucaklaşabilme, mücadelenin yönünü değiştirme kabiliyeti. En azından deniyorum ha?

Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin!

2. Başlangıç:

Aykut Ertuğrul’un “Inception” filminden etkilenme biçimini “kusur” kavramı üzerinden anlattığı yazısını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin!

İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar romanını hatırla.


3. Başlangıç:

İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar romanını hatırla. “Kusur, benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.” diyen üstadın sesini duyuyor musun? Tamam ben o değilim. Ki zaten adına üslup denilen ve bir yazarı ötekinden farklı ve tanıdık kılan şey de önünde sonunda kusurdan başka nedir ki? Estetize edilmiş, ehlileştirilmiş kusurdur üslup. Abartalım, belki de yazının, insanoğlunun bu mucizevi icadının bizatihi kendisi kusurdur. Uçsuz bucaksız muhayyileyi zapt etme denemesi olarak yazı; pürüzsüz bir zemine işaretler bırakarak anlamı orada hapsetme uğraşı olarak yazı; sözün hapishanesi olarak yazı, ilahi olanla bağ kurabilmek için gerekli olan, acziyetini kabul etme biçimi olarak yazı kusurun ta kendisi değil de nedir? Kusursuz bir şey imal ya da inşa etmenin imkansızlığı bir yana, zaten bir “şey”i, eseri, fikri.. kavrayabilmek için de onu pürüzlerinden yakalamaya ihtiyaç duymaz mıyız?

Çünkü pürüzsüz bir yüzeyde tutunamazsınız. Pürüzsüzlük düşüştür. Bir çeşit boşluk halidir. Peki nedir varlığımızı anlamlandıran uçsuz bucaksız zamanda ve uzamda tutunma biçimi olan bu pürüz? Pürüze dönüşen kusur: Aşk, olağan gidişatı bozan bir kusurdur örneğin, görmek eylemi renklerin kusurudur, duyma eylemi -sessizliğin- kusurudur, inanç eylemi bir bakıma kusurdur; boşluktan, pürüzsüz düşüşten kurtaran sıçramadır. Byung Chul Han, işi daha da ileriye götürüyor; pürüzsüzlük arzusunun yaşadığımız hastalıklı çağın güzellik tasavvuruna yerleşmiş olmasının büyük bir hata olduğundan dem vurarak, insan ruhunun yok oluşunun alametlerinden biri olarak görüyor pürüzsüzlüğü.

4. Başlangıç:

Dünyanın bir yanılsama olması, onun kökten kusurluluğundan kaynaklanır. Eğer her şey kusursuz olsaydı, açıkçası dünya var olmazdı ve kötü bir rastlantıyla kusursuzluk niteliğine yeniden kavuşsaydı, varlığı açıkça son bulurdu. Cinayetin özü budur:

Kusursuz olursa iz bırakmaz. Dünyanın varlığı konusundaki inancımızı pekiştiren şey, onun suçlu, kusurlu niteliğidir. O zaman birden bize kendisini ancak bir yanılsama olarak açar.

Böyle diyor Baudrillard Kusursuz Cinayet’te.


''Eğer her şey kusursuz olsaydı, açıkçası dünya var olmazdı''

5. Başlangıç:

Uyanmak. Gözlerini açmak. Sadece benim en derin korkularımdan biri olamaz değil mi? Düşünsenize, birden uyanıyorsunuz ve yaşadıklarınızın aslında yaşanmadığını, olduğunuzu sandığınız kişinin siz olmadığını fark ediyorsunuz. Başka bir dünyadaydınız, başka biri olarak yaşarken derin bir uykuya daldınız; bir türlü uyanamadığınız bir rüyaya hapsoldunuz ve uyuyor olduğunuzdan habersiz u-yu-yor-su-nuz. Etrafınızda sizi izleyen, rüyalarınızı, hatalarınızı, zaaflarınızı, en karanlık yanlarınızı gören insanların olduğu bir odadasınız. Gözlerinizi açıyorsunuz ve gözlerinizi açıyorsunuz ve... O siz değilsiniz. Hiç aşık olmamışsınız, hiç baba olmamışsınız, hiç inanmamışsınız, hiç inandıklarınız uğruna savaşmamışsınız, sizi siz yapan her şey, onca acı, onca sevinç aslında bir düşmüş; canınızı bile emanet edeceğiniz arkadaşınız bir hayalin ürünü; yıllar boyunca çalışıp didinip aldığınız o ev, bir yanılsamadan ibaretmiş.

  • Bir yataktasınız, hatta belki sadece beş yaşında bir çocuksunuz, belki de bir bebeksiniz, kederle ağlayacaksınız, bir uzun rüya boyunca yaşadığınız yetmiş yılın acısı zihninizde hâlâ taze ama konuşamıyor; anlatamıyor, ayağa kalkamıyorsunuz, anneniz uykulu gözlerle size bakıp ağzınıza biberon tıkıştırıyor. Bu belki de iyi haberdir, kim bilir? Öyle mi? Rüyada sizin sanıp gözyaşı döktüğünüz acılar aslında yok, kayıplar kaybedilmedi (kazanılmadı da), önünüzde uzun bir yaşam var. Uzun, belirsizliklerle dolu bir yaşam. Uzun, belirsizliklerle dolu ve öncekinden daha iyi mi daha kötü mü olduğunu kestiremediğiniz bir yol. Öyle sanıyorum ki, insan, doyasıya yaşadığı kederi bile belirsizliğe tercih eder, acının en katmerlisini, yaşanma ihtimali olan mutluluğa...

Geride bırakılanın acısı daima tuzak kurmuş bekleyenden daha katlanılırdır. Bilemiyorum belki de kişisel korkularımı ele vermiş oldum. Yine de bütün büyük sanatçıların ortak noktalarından birinin insanın en derin korkularını keşfetmeleri olduğunu söylemekte bir beis yok. Derin bir korku ya da derin korkuyla yüzleşmek için atılmış cesur bir adım, soru sorabilme kabiliyeti. İşte “Her şeyin aslında bir rüya” olup olmadığı korkusu -haklıysam- insanın bu en ilkel korkusu, “Inception” filmini etkileyici yapan temel dinamik olmalı. Başlangıçtan beri insanı takip eden azap ya da ezeli bir umut: “Ya hepsi rüyaysa?”

Kusursuz taklit içinden çıkılmaz bir kuyu, sonsuz bir hapishanedir, Inception filmindeki Cobb’a göre.

6. Başlangıç:

Kusursuz taklit içinden çıkılmaz bir kuyu, sonsuz bir hapishanedir, Inception filmindeki Cobb’a göre. Yeni, parlak öğrencisi Ariadne’ye bir rüya inşa ederken asla kendi anılarını kullanmamasını ısrarla bu yüzden tekrar ediyordu Caprio’nun canlandırdığı kahramanımız. Kusursuz bir taklidin, aslından farkını, mimarı bile fark edemeyebilir. Kusursuz taklit, taklitçiyi yavaş yavaş kuşatır ve onun gerçeklik duygusunu yutar. Artık “mimar”ın / taklitçinin / yazarın uyanması imkansızdır. Gerçek ile rüya arasındaki fark ortadan kalkmıştır. Uyuduğundan haberi olmayan biri nasıl uyanabilir? Başa dönelim, tam da bu yüzden, aslında bir rüyada ancak ölümle uyanacağımız bir yanılsamanın içinde yaşayadurduğumuzu anlayabilmek için kusurluyuz. Kusur yer, kusur içer, kusurlu durur, kusur inşa eder, kusurların üzerinde otururuz. Kusurlarımız bize fani olmaklığımızı hatırlatır. Cobb’un topacı, yazının ta kendisidir. Yazı, kusurdur. Yazının tarihi, kusurlu insanın destanıdır. Yazıyoruz öyleyse yalan dünyadayız. Yazıyoruz öyleyse varız, yazıyoruz öyleyse yanılıyoruz.

Taklit ettiğim ne? Doğa mı? İnsanlar arasındaki ilişkiler mi?


7. Başlangıç:

Sanatın taklit (mimesis) olduğu konusunda anlaşabiliriz. Peki taklit ettiği şey ne? Bütün tartışma işte bu “taklit edilen”in ne’liği konusunda. En azından 19. yüzyıla kadar böyle. Dünyayı taklit mi? Platon, zaten ideaların taklidi olan dünyanın taklit edilmesini anlamsız buluyordu. Gölgenin gölgesi. Yanılsamanın yanılsaması. Bugün de her sanatçının kendisine sorması gereken soru budur. Bütün teorilere, eleştiri tarihine, söylenip yazılan onca şeye (gölgelere) rağmen, o ilk soruyu, -aradaki bütün zamanı bir adımda kat edip- muhatap alabilmeli ve kendi cevabını bulabilmelidir sanatçı. Taklit ettiğim ne? Doğa mı? İnsanlar arasındaki ilişkiler mi? İnsanla tanrı arasındaki ilişki mi? Duygular mı? Sesler mi? İdealar mı? Gökler mi? Rüya gören insan, bütün bu anlam arayışının neresinde duruyor peki? Doğadan ve doğa yasalarından, gölgeler ve gölgelerin hapsinden sıyrılan ruh ne görüyor? Ne ile karşılaşıyor? Sanatçının peşinde olduğu yaratım anı, tam o an mı? Borges bu yüzden mi, rüya gibi öyküler yazmanın en büyük hayali olduğunu söylüyordu?

8. Başlangıç:

  • Tek insan rüya gördüğü gibi toplumlar da rüya görür. Peki tek insana etkili hikayelerle fikir ekebilen hırsızlar, toplumlara hangi hikayelerle nasıl fikirler ekiyorlar? İnsanlığın başından beri kendi toplumunun rüyalarını nesilden nesile aktaran, kendi anılarını zinhar kullanmayıp kolektif bilince teslim olan ve oradan rüya devşiren ve muhataplarına fikir eken hikayecilerin, ozanların bugünkü karşılığı kim, ne? Bugünün hikaye anlatıcıları, kadim anlatılardaki Franco Moretti’nin deyimiyle “epik yabanıllığa” nasıl ulaşabilirler?


9. Başlangıç:

Bir fikir, virüs gibidir. Esnektir. Oldukça bulaşıcıdır. Ve ufacık bir fikir tohumu bile büyüyebilir. Seni tanımlamak ya da yok etmek için büyüyebilir.