Kulak Tembelliği

OSMAN CİHANGİR
Abone Ol

Kulağın tembel derdi karım, dinlemeye alışmamışsın. Biri sana bir şey söylerken aklın hep başka yerde oluyor. Evet, aklım hep başka yerdeydi. Haklıydı. Ama benim yapabileceğim bir şey yoktu. Defalarca insanları dikkatli bir şekilde dinlemeyi denemiştim ama olmuyordu, sonra pes ettim ve bir cümlede en fazla dört beş kelimeyi aklımda tutup bazı çıkarımlar yapmaya başladım.

Metro durağında burnunu kaybetmiş bir palyaço gibi dikiliyordum. Salih ile durakta buluşacaktık ama durağın içinde mi yoksa turnikelerin orada mı buluşacağımızı hatırlamıyordum, bunun bir önemi olup olmadığını da. Aksi gibi telefonumu da evde unutmuştum. Salih metrodan inmeden kapıdan bir şey mi verecekti, yoksa beni de alıp bir yere mi gidecektik? Bu yüzden işimi garantiye almak için bilet parasına kıymış durağın içine girmiştim.

,

Kulağın tembel derdi karım, dinlemeye alışmamışsın. Biri sana bir şey söylerken aklın hep başka yerde oluyor. Bunun kulakla ne alakası var, demek gelirdi içimden. Sonra boş verirdim. Evet, aklım hep başka yerdeydi. Haklıydı. Ama benim yapabileceğim bir şey yoktu. Defalarca insanları dikkatli bir şekilde dinlemeyi denemiştim ama olmuyordu, sonra pes ettim ve bir cümlede en fazla dört beş kelimeyi aklımda tutup bazı çıkarımlar yapmaya başladım. Bunca zaman böyle yaşadım. Yaşayabildim.

,

Tren gün boyu aynı işi yapmanın bıkkınlığıyla durağa yanaştı, kapılar akustik bir sesle açıldı, insanları tükürdü, yenilerini içine çekti ve bastı gitti. Salih ortalarda yoktu. Bir sonraki trenin gelmesine on dakika vardı. Açık hava durağında ortam serin, arabalar durağın her iki yanında vızır vızır ve ben her zaman olduğu gibi düşüncelere dalarak on dakikanın geçmesini bekledim.

,

Müdürün -pek rahatsız- deri misafir koltuğunda oturuyordum, müdür dediysek benim müdürümdü. Deri koltukta hareket etmemeye çalışıyordum, her hareketimde nahoş sesler çıkıyordu. Hiç sevmem böyle sesleri. Müdürün ağzı sürekli hareket ediyordu. Heceler, kelimeler; yuvarlanan, gerinen, uzayan dudaklar; bir görünüp bir kaybolan dişler… Bitmeyen bir devinim. Deri koltuğu düşünmemeye çalışarak müdüre odaklanmaya çalıştım. Ama kendimi avmlerde orta yerde duran deri masaj kotlularını düşünürken buldum. Para atmadan uzun süre üzerinde oturursanız mama verilmediğinde kıyameti koparan bebekler gibi fasılasız tzi bir ses çıkarıyordu. Kimin yorgunluğunu alabilirdi ki böyle bir koltuk? Müdürün odasından çıkarken üç kelime tutmuştum aklımda: Proje, süre, yetişmek.

,

Tam zamanında geldi tren, kapılar sabırsız kalabalığı azat ett.i Adımlar, bedenler, kollar hızla durağın içine aktı. Bir güruh insan... Ağır bir depresyonun ortasında yüz felci geçirmiş gibi karamsar bir ifade donup kalmıştı suratlarında. Tekerlekli sandalyedeki engelli bir yolcu ilerlemesine engel olan engelsiz yolcular arasında hareket etmeye çalışıyordu. Neden bilmiyorum ama o an canım yıllardan sonra ilk kez sigara çekti. Salih geldiğinde bir tane istemeye karar verdim. Salih? Trenin son vagonu gözümün önünde uzaklaşıp kayboldu.

,

Benim kimseyle sorunum yok. Bunu karıma da anlatmaya çalıştım. Seninle bir sorunum yok, dedim. O ise ısrarla bunun aksini iddia etti. Mesele akşama doğru anlaşıldı, Doğum gününü unutmuştum, birçok günü unuttuğum gibi o günü de hatırlamamıştım. Karım karşımda sinir krizi geçirirken hangi günleri hatırladığımı yokladım. Ne kadar düşünürsem düşüneyim bir tek sigarayı bıraktığım günü çok net hatırlıyordum. İnsan karısının doğum gününü hatırlamıyor ama sigarayı ne zaman bıraktığını asla unutmuyor. Bu çok tuhaftı, bunu karıma söyleyemedim.

,

Trenden elinde yeşil tribün koltukları olan bir grup adam indi, boynuna doladıkları yeşil beyaz atkıları, hüzün dolu şimdi ne olacak bakışlarıyla merdivenlere doğru yollandılar. Eski statlarına veda etmişlerdi. Yıllarca coşku ile doldurdukları tribünlerden o anların yegane tanığı olarak alabilecekleri tek şeyi, yani plastik koltukları koparıp almışlardı. Tuttuğum takımı düşündüm, oyuncularından sadece bir kaçını biliyordum, maçlarını takip edemiyordum, haliyle kafam hep başka şeylerle meşgul oluyordu ama yine de bağlıydım takımıma. Bu derin bir tutku değildi sadece. Salih yine düşüncelerimin kıyısında görünüp kayboldu. Tren mi? Tren çoktan gitmişti.

,

Tamam, doktora gitmeyi kabul ediyorum. Karımın ısrarına daha fazla dayanamamıştım, bunu ondan ziyade kendime acıdığım için yapıyordum. İş yerinde müdür bana yetiştirmem gereken projenin iptal edildiğini iki hafta önce söylemesine rağmen her nasıl olduysa o projeyi bitirip müdürün karşısına geçmiştim. Müdürün yüzündeki şaşkın ifadenin “Nasıl oldu da bu kadar kısa sürede bu projeyi bitirebildin?” değil de “Ben sana proje iptal oldu demedim mi?” demek istediğini anladığımda ilk defa kendime acımıştım.

,

Bir tren daha geldi. Tren bir daha geldi. Daha bir tren geldi. Yine Salih görünürde yoktu. Salih yine görünürde yoktu. Görünürde yine Salih yoktu. Bir tren daha gitti. Tren bir daha gitti. Daha bir tren gitti.

,

Hayatı parça parça yaşıyordum, aklım olmuş ve olması muhtemel olaylar üzerinde gelişi güzel sek sek oynuyordu. Bir ileri, iki geri, beş ileri… Hayal etmeyen bir akıl nasıl olurdu, kurmayan, çabalamayan, beynini sadece giriş, gelişme ve sonuç üzerine kullanmak… Doğ, yaşa, öl… Bunların hepsini anlattım doktora, doktor da bir güzel çıkarımlar yaptı. Ama onu dinleyememiştim, onu dinleyemiyorsam nasıl tedavi olacaktım ki, hem işinin uzmanı bir doktor olsaydı onu dinleyemeyeceğimi bilmeli ve daha başka bir yöntem denemeliydi. Öfkelendim. “Çabaladım!” diye bağırdım. Kendimi yaşadığım toplumdan dışlayarak sizin gibi olmaya çabaladım dedim.

,

Kayarak açılan kapıdan ilk çıkan kişinin yakasına yapıştım. “Salih nerede?” dedim. “Artık dayanamıyorum.” Şık giyimli gençten bir adamdı karşımdaki, “Ben de,” dedi, omzunda mimarların kullandığı proje tüpü -namıdiğer bazuka- asılıydı. “Hadi ya!” dedim, böyle bir cevap beklemiyordum. Adam gevşeyen parmaklarım arasından bir su gibi kayarak trenden inen kalabalığa karıştı. Arkasından baktım, adamın ensesi benimkine çok benziyordu. “Demek sen de,” dedim. Kapılar kapanır ve bir sonraki on dakikalık zaman ölmeye başlar.

,

Biz içimizde başka insanları taşıyoruz. Acabanededi, nereyegidiyorbu, benolsamşöyleböyle… Beynimiz yük dolu, belki de ben bu yükü yüklenmeyi reddettiğim için düşüncelerim rüzgarda dağılan karahindiba gibi. Karım bir başkası senin bu halini fark edecek diye endişeleniyorum, diyor başarısızlıkla geçen muayene sonrası. Onu teselli etmeye çalışıyorum, dil döküyorum ama bir noktadan sonra aklım bambaşka yerlere gidiyor, hem ben hem de karım ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Gergin, sessiz bir bekleyişle noktalanıyor teselli çabalarım. Çok sonra telefon çalıyor, arayan Salih. Metro durağında buluşalım diyor, telefonu kapattığında durağın içinde mi yoksa turnikelerin orada mı buluşacağımızı hatırlayamıyorum, arayıp sormak gelmiyor içimden, bir başka kafa dağınıklığını kaldıracak değilim o an.

,

Tren bilmem kaçıncı kez daha geldi. Hava kararmıştı. Bu defa başımı öne eğdim, insanlara bakınca dikkatim daha çabuk dağılıyordu sanki. Gözümün önünde ayaklar belirdi. Üzerinde tek harf olan rengarenk spor ayakkabılar gördüm. Spor? Dünyanın en saçma ayakkabı ismi, ne de olsa bu ayakkabıları giyenlerin yüzde doksanı bunları spor amaçlı kullanmıyor. Salih ne giyiyordu acaba, bunu bilmedikten sonra çabam nafile kalırdı. Birden bakış açıma burnu şişkince kocaman renkli bir çift ayakkabı girdi, bu tuhaf ayakkabıların sahibi bana dönük ve tam karşımda duruyor olmalıydı, çünkü hiç hareket etmedi. Kafamı kaldırdığımda Salih’i gördüm, her zamanki makyajından yapmıştı ve burnunda kocaman kırmızı bir top vardı. Ağzının etrafını çevrelediği boya ikinci bir ağız gibiydi. Bakıştık. Güldü. Gülünce haliyle ikinci ağız da güldü. “Umarım, çok bekletmedim,” dedi. Omuzlarımı silktim ve sordum: “Sigaran var mı?”

.