Kül
Karşısında bir hayal gibi uzakta kalıyor İskenderiye. Uzaktan uzağa atılan savaş nidaları çalınıyor kulağına. Bağrışlar, edepsizce çığlıklar duyuyor. Etrafına bakıyor, İskender'i arıyor. "Benim gördüğümü o da görüyor mu" diye düşünüyor. Rüzgâr, kilometrelerce taşıyor külleri. Yüzüne vuruyor Aegus'un, gözyaşlarından kalan izlere yapışıyor.
Aegus yerlerde sürünen eteklerini toparlayıp kuşağına sıkıştırıyor bir kez daha. Dağılmış, yorulmuş bir görüntüsü var, farkında bunun. Günlerdir gördüğü kabuslardan mustarip. Uykusuna şeytanlar karışıyor her gece. Kulaklarında savaş nidalarıyla uyanıyor, oysa katran gibi bir gece dışarıdaki. Bir korku sarmalıyor her yanını, baştan ayağa titriyor, görenler sıtmaya tutulmuş sanacak. Gündüzleri ise, gözlerinin önünden gitmeyen yüz. Baktığı her yerde onu görüyor, genç bir adam. Ateş ateş bir çift göz, hükmeden, fetheden bir çift göz. "Onlar gökevine gidecek" diyor onu daldığı kuyulardan çıkaran bir ses. Konuşan kişi amiri, farkında bunun, daha o kadar kaybetmedi aklını. Hafifçe sallıyor başını, elinden daha fazlası gelmezmiş gibi. Kucağında kağıtlardan bir demet, koridorları koridorlara bağlıyor. Yürüdüğü yolu düşünmek zorunda değil, burası evi onun. Daha beş yaşındayken, onu buranın kapısına bıraktı annesi. Geçtiği her dönemeç çocukluğunun saklambaçlarından bir anı. Boynundaki anahtarı yokluyor belli belirsiz, kimsenin açamayacağı tek bir kilide uyuyor o anahtar. Son çare. Son kale. En son...
O anahtar, onun boynuna asıldığından beri o kilide girmemesi için dualar ediyor. Adımlarını savsaklatan o yüz geri geliyor, biraz daha baksa ona böyle uzunca, sesini duyabilirmiş gibi hissediyor Aegus. Biraz daha yaklaşsa, onu yakan sözler söyleyiverecek sanki. "Hangi zamanın hayaletisin sen" diyor içinden. İçinden geçenin ona ulaşacağını biliyor nedense. Nasıl onun içindeki korkuyu kendi yüreğinde hissediyorsa, o da bilecek Aegus'un ne hissettiğini. İki ayrı kişiler şimdi, iki ayrı zaman dilimi, oysa ikisini de aynı ateş yakacak. Onu bir anda atından yere düşüren bir acı hissediyor İskender. İki büklüm yuvarlandığı yerde, korkudan gözleri fal taşı gibi açılmış, kaskatı yatıyor. Hayır, ölmek değil onu korkutan, her günü ölmek için yaşadı bugüne dek. Adımını Makedonya'nın ıslak çayırlarına ilk attığından beri biliyordu bunu. Göğsünü bir atın sırtına ilk bastırdığında, rüzgâr teğet geçerken parmaklarını, ona vaat edileni isteyecekti, biliyordu.
- Ne istediyse olacaktı ne verildiyse alacaktı. Etrafına toplaşan askerlerin ayak seslerini duyabiliyor. Korkuyorlar, diye düşünüyor İskender, benim bir rüya olup bitmemden, yine gecenin karanlığına uyanıp bir başlarına kalakalmaktan korkuyorlar. Askerlerinin yüreklerini görebiliyor, peki ya kendisininki? Onu yerlerde süründüren neyin korkusu? Kaldırıyorlar korkuyla. Bir çadıra taşıyorlar. Hareket edemiyor, gözlerini bile kırpamıyor. Bir hekim bulacaklar mutlaka, gücünü toplamaya çalışıyor, yumruklarını sıkıyor. Savaş meydanlarında nutuklar atan, bir kıvılcım olup dünyayı kasıp kavuran adama da bakın. İçindeki son kuvvet zerresi, bir kâhin istiyor. Biri duydu mu onu, yoksa sesi hiç çıkmadı mı bile, bilemiyor. Bilincini kaybediyor. Yorgunluktan bayılmak üzere Aegus. Bir yol bulmalı, bir köprü. İkisini karşı karşıya getirecek bir kanal. Halkın arasında gezinen huzursuzluk ona da bulaşıyor. Bir isyan var fısıldanılan, kulağına ulaşıyor.
Meyve aldığı manav bundan bahsediyor, ara sıra ders verdiği öğrenciler, görevliler, bilim insanları. İskenderiye bir sırrı kulaktan kulağa taşıyor. "Şehrin çeperlerine ulaşacak savaş" diyorlar. Bu şehrin sarı, kuru havası nasıl boğmaz düşmanı anlamıyor Aegus. Nasıl defedemez onları şu tepelerinde dönüp duran fırtına. "Burada güvendeyim" diye düşünüyor. Bu kütüphane, evim koruyacak beni. Gözlerine batan binlerce diken, artık kolunu kaldırabiliyor tanrıya şükür. Bunun ölüm olmadığının bilinceydi zaten, daha kötü bir şey, onun felaketi bu. Sağında kâhini görüyor şimdi, ağladı ağlayacak bir yüzü var. Başına gelen ne anlamıyor İskender. "Konuş" diyor, anlıyorlar birbirlerini, onu hasta eden bugün değil. Gelecek zamana dair bir görü çadırda titreşiyor. "Ninova" diyor kâhin, fazla söze gerek yok, ikisinin de nefeslerinde bir daralma. Tarihin tekerrürü yapışacak İskender'in yakasına. Bir şeyi kurmaya cesaret etmek, onun yok edilmesi ihtimalini kabullenmeyi gerektiriyor, böyle düşünmüştü İskender İskenderiye'ye ilk baktığında.
"Dünyanın yarısını fethettim" diyor hafif doğrularak. Anlaşmanın ne olduğunu çok iyi hatırlıyor. Verdiği sözü tutmak zorunda, devam ve devam etmek zorunda. Kalamaz, duramaz, ait olamaz, sahip olamaz. Ona ait değil kılıcını sallayıp zaferle ayrıldığı hiçbir toprak parçası. "Bir tek şu sandukalar" diyor. Kapıda nöbet tutan asker hiçbir şey anlamıyor bu sayıklanmalardan. Delirdiğini düşünüyor, aklını yitirdiğini, çıldırdığını. Sonunda bu ateş onu da yakacaktı, er ya da geç, bu hırs, bu tutku, bu... Oysa kâhin anlıyor. Ona müjdelenen her şeyin karşısında nelerden vazgeçti İskender, biliyor. Onun bir şehri, bir kaleyi, bir ülkeyi fethetmesi hiçbir önem arz etmiyor. En ufak bir kıvılcım duymuyor içinde. Fakat ne zaman bir parça papirüs görse, elleri karıncalanıyor. Tek tek inceliyor, topluyor ve biriktiriyor. Sandıklara koyuyor, kağnılarla dağlar aştırıyor. Gittiği her yerden arkasında bir harabe bıkarak ayrılıyor, biliyor bunu.
Ama son bir direniş. Son bir kale. Onu yeryüzünden silecek olan tarihe hatırlanacak bir şeyler bırakacak olmanın dayanılmaz arzusu. Kapıları, pencereleri ve duvarları olan bir ülkü İskenderiye. Susuyor İskender, söyleyecek hiçbir şeyi yok. Gerçekleşmesine yüzyıllar olan bir felaketin yasını şimdiden tutuyor. Göğsünde bir ağrı, köşeye sıkışmış, isminin başına aldığı lakaba duyduğu utanç. Ne yaptıysa bu olmasın diye yaptı, ama bak, başladığı yerde şimdi. Küçücük hissediyor kendini, yeniden bir cenin, bir çocuk boyutunda sanki. Dilinin ucuna ulaşan bedduaları yutuyor. Hâlbuki biliyor ki, dilerse... Tek bir şansı var, tek atış. Ne istediyse oldu bugüne kadar, fetheden, alt eden, yok eden. Şimdi son bir yakarış fısıldamalı, son bir dua. Kaç, demeli, ne bulduysan göğsüne bas ve kaç. Aegus'u uykusundan sıçratan yine aynı adam. Yine aynı gözler, yine aynı saçlar, yine aynı bakışlar. Ama bu defa kulağında yankılanan tok bir ses. Onu ayağa diken, harekete geçiren bir ses. Söyleyebilir ki, bu ses yalnızca emretmek için yaratılmıştır.
Oysa kulağına ulaşan çocuğunu korumaya çalışan bir babanın çaresizliği. Ne yapmalı, ne yapacak? Sunağında mumlar yaktığı tanrıları bir bir geçiriyor aklından, yardım istiyor, gözlerinin önünde titreyen bir hayal. Birden bir şimşek çakıyor beyninde, yok saymak istediği için kapattığı gözlerini aralıyor Aegus. "İskender" diyor, tanıyor onu. Adamın gözlerindeki ışığı yakalıyor. İçinin ateşi dışına taşmış gözleri, nasıl tanımaz. Evinin sahibi karşısında şimdi ama onu yurtsuz bırakacak şeyler fısıldıyor kulağına. "Kaç" diyor "kaç", ama nereye? Dışarıyı bilmiyor, hiç çıkmadı ki. "Kurduğum ne varsa yıkacaklar." Sesi taş duvarlarda yankılanıyor İskender'in. Etrafına bakınıyor bir şeyler bulmalı. Kendini koridora nasıl attı, büyük salona nasıl vardı hatırlamıyor. Elleri arasında sıktığı bir çanta. Ne sığdırabilirse o kalacak, bu yükün altında eziliyor omuzları. Geleceği bu gece onun seçimleri inşa edecek. Raflara bakıyor. Elleri İlyada'yı seçiyor istemsiz. Birkaç rulo daha atıyor çantasına, isimlerine bakmadan.
- Bu sorumluluğu almak istemiyor, kurtulan olmak istemiyor. Önemsiz, öylesine biri o. İskender'in nasıl olup da onu seçtiğini soruyor kendisine. Bunca insan, bunca görevli. Elleri anahtarı kavrıyor bilinçsiz. Anlıyor. Aegus anlıyor ama İskender anlamıyor. Anlayamıyor. Neden gözlerinin önünde bu genç adamın hayali, neden yakarışlarını bir o duyuyor, onu zamanı aşırıp kendisine getiren ne. Bu adam bir zafer mi kazanacak yoksa sessizce direnecek mi? Cevabını alamayacağı sorular sorduğunu biliyor. Bütün bu soruların boğazına dayanan zehirli bir hançer olduğunun farkında. Biliyor ki bir gün bu atın sırtında, bir düşman kargısı göğsüne saplı ya da bir kılıç darbesiyle ölecek, kaderinde var bu. O zamana kadar İskenderiye'ye sandıklar dolusu kitap göndermeye devam edecek. Ellerini değdirdiği her parşömen, her papirüs ona Aegus'un seçtikleriymiş gibi gelecek. İçindeki bu sancı hiç geçmeyecek. Anahtar kilitte dönüyor şimdi. Hava hâlâ karanlık, köpeklerin bile havlamayı bıraktığı saatler.
Çantasını göğsüne bastırıyor olabildiğince. "Beni hırsız addedecekler" diye düşünüyor. Henüz bilmiyor İskender neden böylesine ısrarla istiyor gitmesini. Koşuyor, boş araziler boyu, gücü tükenene dek. Karşısında bir hayal gibi uzakta kalıyor İskenderiye. Uzaktan uzağa atılan savaş nidaları çalınıyor kulağına. Bağrışlar, edepsizce çığlıklar duyuyor. Etrafına bakıyor, İskender'i arıyor. "Benim gördüğümü o da görüyor mu" diye düşünüyor. Rüzgâr, kilometrelerce taşıyor külleri. Yüzüne vuruyor Aegus'un, gözyaşlarından kalan izlere yapışıyor. Yüzü, küllerden ve yaşlardan görünmez oluyor. Orada değil, ona ulaşamayacakları kadar uzakta belki ama sanki yanı başında cereyan ediyor her şey. Tarih sahnesinde adı geçmeyecek bir bilgin "beni yakın" diyor kendini ortaya atıp, "yemin ederim hayatım bu derece önemsiz ve bu derece ümitsizim, beni yakın." Halk sayfalar buluyor küller arasında, barbar bir saldırganlıkla lekelenmiş. Canı pahasına kucaklarına birkaç papirüs toplamış kütüphane görevlilerinin cesetleri yatıyor girişte.
Aegus biliyor ki neyi basıyorsa şu an göğsüne, kutsal addedilecek. Karşısında İskender, onu hep böyle hatırlayacak. Seneler sonra, yaşlanmış ve ayağa dahi kalkamayacak hâle gelmişken, genç adamın ona yalvaran bakışlarını hatırlayacak. Yüzünde eğreti duran o korkudan sararmış ifadeyi. Saçlarının dalgasını hatırlayacak, dudaklarının kıvrımını. Bugünden sonra her gün, kulağında aynı sesle uyanacak Aegus. İskender kendi yazgısını onun boynuna dolayacak. Sürekli devam edecek ve asla durmayacak. Bunu ikisi de biliyor. Ve tarihin içinde savuruluyor küller.