Köpekli köyün rezilyantı

İLKER DOĞAN
Abone Ol

Kazım bakıyor etrafına. Yer gök ağaç. Ve kuşlar. Ve kaldırımlar. Aaa, ben yolda yürüyormuşum. Kaldırıma çıkıyor. Ağaçları izleye izleye yürüyor. Önce karar veremiyor. Bakışlarından anlaşılıyor bu. Ürpermeyle huzuru aynı anda tadıyor sanki. En iyisi de bu. Yarı yarıya. Sadece huzur olsa, sarhoş ve tembel olur; sadece ürperme olsa içi daralır. Bu kaldırımlara ilk defa ben mi basıyorum acaba, diyor. Öyle ya, yepyeni.

Ağaçlık bir yol. Geniş biraz. Ve boş. Yepyeni olduğu belli. İşte şuraya bakın, asfalt hâlâ simsiyah. Grileşmemiş. Kaldırımlar da gıcır gıcır. Maşallah. Bu kadar kısa sürede kaldırım taşları arasında yeşermeyi başaran otlar. Onlara da maşallah. Kaldırımların kenarlarında sıra sıra ağaçlar dizili. Hepsi mi kavak olur. Bir iki eski kulübe var. İçleri galiba yılan-çıyan dolu. Ve kendilerine modern hayatta yer bulamayan başka bir sürü hayvan. Bir nehrin kolları gibi, birkaç kolu var yolun. İnce damarlara benziyor. Ana caddedeki hayatiyeti (!) içerilere pompalıyor. Hava esiyor. Güneş deminki kadar coşkun değil. Şehrin diğer kısmı makul bir akışkanlıkla diri dururken burası yaprak hışırtısı ve kuş cıvıltısından başka bir hayat belirtisine sahip değil. Sanki beşeriyet buraya sadece bir asfalt olarak gelmiş. Başka bir insan eseri yok. Hiç olmazsa bir araba sesi? O da yok. Peki bu yol nereye gidiyor? Tuhaf olanı, burası ana caddeyi dik kesen bir yol. Ana caddeden buraya gelmesi beklenen canlılık, buradan ana caddeye akan sessizliğe yenilmiş. Başka bir açıklaması olamaz.

Bilen varsa söylesin. İşte bakın, ana caddeden bir ses geliyor mu? Siz de dinleyin; yok. Varsa yoksa cik cik cik, ve hış hış hış. Biraz daha dikkat kesilsek, yer altında çiftleşen fareleri bile duyacağız. Nihayet bir beşeriyet belirtisi! Bir insan geliyor. Kazım diyelim onun adına. Kazım'ın başı öne eğik. Morali bozuk biraz. Ana caddenin sessizliğini mi yüklenmiş? Yok yok. Daha ciddi bir şeyi var. Üstteki ceket, alttaki ütülü pantolon, eldeki kravat... Bir şey diyorlar sanki. Günün bu saatinde. Baş öne eğik. İşten çıkmış olmalı. Çıkmış dediysem hepten. Kravat elde çünkü. İstifa veya kovulma. Fark eder mi? Zavallı adam. Gele gele nereye gelmiş. Aklı başında olsa buraya gelmez. Tamam asfalt gıcır gıcır ama ürpertiyor. Yani ben ürperiyorum. Kazım da ürperecek, muhtemelen. Önüne düşen saçı arkaya tarıyor. Sağ elindeki kravatı önce sol eline veriyor, sonra da cebine sıkıştırıyor. Başını kaldırmak istiyor artık. Yeri izlemekten mi sıkılmış, boynu büküklüğün ezikliğinden mi?

Belki de sadece boynu ağrımıştır. Neticede önüne bakıyor artık. Ellerini cebine sokuyor, sol eli cebe girmiyor ama, çünkü kravat doldurmuş cebi. Sağ eli cebinde, sol eliyle saçlarını tarıyor. Saçları gayet düzgün olsa bile. Siyah iskarpinleriyle yeri ezerken çıkan sesi duyunca yavaşlıyor. Şöyle bir bakınıyor. Deminden beri sessizliğin dingiliğini yaşıyordu. Ancak ne malum bu sessizliğin bir tehdit içermediği? Kazım bakıyor etrafına. Yer gök ağaç. Ve kuşlar. Ve kaldırımlar. Aaa, ben yolda yürüyormuşum. Kaldırıma çıkıyor. Ağaçları izleye izleye yürüyor. Önce karar veremiyor. Bakışlarından anlaşılıyor bu. Ürpermeyle huzuru aynı anda tadıyor sanki. En iyisi de bu. Yarı yarıya. Sadece huzur olsa, sarhoş ve tembel olur; sadece ürperme olsa içi daralır. Bu kaldırımlara ilk defa ben mi basıyorum acaba, diyor. Öyle ya, yepyeni. Buradan hiç insan geçmiyor mu yahu, diye geçiriyor. Eh, geçmiyor evet. Sorma, araba da geçmiyor.

Öyleyse bu yol nereye gidiyor? Yolun sonuna bakacakken solundaki çalılıklardan bir hışırtı geliyor. Amma da korkuyor. Korkacak tabii. Takım elbise adamı o. Muhtemelen bir kertenkelenin ondan korktuğu için kaçtığını bilmiyor. Bilse korkmaz mı, yine korkar. Başı hafif arkaya dönük yürümeye devam ederken ikinci hışırtı. Tam ayağının dibinden. Bu sefer görüyor hışırtının sebebini. Hemen kaldırımın en sağ köşesine zıplıyor. Hatta yola iniyor. Bu timsahlar beni şimdi kapıverecek! Oradan neyin geçtiğinden emin olmaya çalışıyor. Timsah dedik ama, bir yılan da olabilir. Ürperiyor. Tavırlarındaki ürkeklik hafifledikten sonra kaldırıma çıkıyor tekrar. Biraz yürüyünce bu ağaçlık yolun, ince yan yollara ayrıldığını fark ediyor. Hemen solunda, incecik bir yol. Üstünde asfalt bile yok. Yola şöylece bir bakıyor. Kardeş kardeş yürüyen iki köpekten başka bir canlılık yok. Yan yolu arkasında bırakıyor bırakmasına; ama geriye baktığında... İki köpek ona doğru geliyor. Bakışlarını Kazım'a kilitlemişler. Yahu demin öyle sakin sakin yürüyordunuz, demeye kalmadan iki köpek de Kazım'ın üstüne atılıyor.

Kazım ne olduğunu sapıtıyor. Birden yere düşüyor ve kaçışına yerde devam etmeye çalışıyor. O ilk saniyelerin şokuyla çok tuhaf görünüyor. Köpekler de onun yerde debelenmesinden ürkmüş olmalılar ki, havlamaları kesiliyor. Onlar da Kazım'dan korktu herhalde. Kazım ayağa kalkıyor. Üstünü başını topluyor. Poposu ve bacakları toz olmuş (Bu toz da en çok takım elbiseye bulaşır.). Temizliyor üstünü. Saçını tarıyor. Dirseğini tutuyor. Bir acı. Bu acı kanama acısı gibi. Gömleğinde kan sesleri. Ceketi çıkarıp bakıyor, evet. Allah'tan etrafta kimse yok. Şu gıcır ceketin, pantolonun içindeyken bu hallere düşmek... Allah esirgesin. Yürüyüşüne devam ediyor. Arkasına şöyle bir bakıyor, ana caddeden çok uzaklaşmış mı? Dönüyor önüne. Adımları kesilmiyor. Cebinden kravatı çıkarıp yumruğuna sarıyor. Eh bir yerden güç alması lazım. Kaldırımın ortasına konumluyor kendini. Kalbi güm güm atıyor. Dik duruyor. Karşısına bir piton çıksa bile zıplamayacak, öyle! Karşısına bir piton çıkmasa bile, bir köpek daha çıkıyor. Zıplamayacak!

Ah bu sersem köpekler. Köpekler insanlar kadar akıllı olmadıklarından, savaş çıkarmak için hiç olmazsa bir bahane uydurmayı akıl edemeyip, direkt saldırıyorlar. Bu da öyle. Sol gözü siyaha boyanmış gibi görünen bu krem köpek, saldırganca yaklaşıyor Kazım'a, ağaçlarda kuşlar cıvıldarken, rüzgarın yaladığı yapraklar hışırdarken, bu hırlıyor, Kazım kalbinin delirmesine engel olamıyor, ama ayaklarının ilerlemesine de engel olamıyor. Ta ki köpek ağzını iyice sıkıyor ve o ayaklar biraz tedirgin basıyor artık yere; en sonunda da duruyor. Köpek gözlerini iyice dikiyor, yıllarca sokaklarda itilip kakıldığım yetti, diyor, Kazım'ı iki lokmada bin parça edecek gibi atılıveriyor ona doğru. Kazım bu sefer düşmüyor, kaçarsan kovalar tembihi bir an zihnine dokunup geçiyor ama savunma içgüdüsü bir güçsüzü bir güçlünün elinden kurtarmak için bütün gücünü kullanıyor. Kazım karşı kaldırımda, topukları kıçını döverken buluyor kendini. Yolun içine doğru.

Yumruğuyla sıktığı kravatın muhtemelen bazı iplikleri koptu. Yaklaşık 100 metrelik bir koşu, krem köpeği yoruyor. Kazım'ın arkasından bakıyor. Kaç bakalım, zaten yemeyecektim seni. Kazım köpeğin ondan vazgeçtiğini görünce duruyor. Nefes nefese kalmış. Biraz eğilip elini bacağına dayıyor, ama teyakkuz halini bırakmıyor. Her an tehlike doğurabilen bir yolda olduğuna iyice kani oldu. Kalbi biraz dinlendikten sonra, çok lazımmış gibi, yolun içlerine doğru yürüyüşüne devam ediyor. Ne inat! Her tehdit onu bir parça daha var ediyor. Tehdit hissettikçe Kazımlığının daha çok pekiştiğini düşünüyor. Kesilen sakal misali... Yine kaldırımın ortasından yürüyor. Kaldırımın ortasında yürümek, koltuğun ortasına oturmak gibi. Yeri daha çok hissederek atıyor adımlarını. Karşısına bir Kujo çıksa bile, inanın üstündeki ütülü kıyafetlere aldırmayıp, onunla cedelleşecek. Karşısına bir Kujo çıkmasa bile, üst üste konsalar hemen hemen Kujo kadar kuvvetli sayılabilecek üç kara köpek çıkıyor.

Bunların hiçbir hesabı kitabı yok. Görür görmez atılıyorlar Kazım'ın üstüne. Kazım kaçmıyor. Kaçmıyor ama, bir başkalaşıyor. Acayip bir hal. Elindeki kravatı, bir kılıç gibi sağa sola savuruyor. Köpekler duralıyor ama korktuklarından değil. Hırlamayı ve havlamayı kesmiyorlar. Bu havlamalar, burada şenlik var bâbında, civardaki köpeklere birer davetiye olmasına rağmen Kazım'da bir korku uyandırmıyor. O sırada çalıların arasından hızlıca kaçan küçük timsah en sağdaki köpeği zıplatıyor. Kazım surda bir gediğin açılmasını fırsat bilerek en zayıf noktaya bir saldırı gerçekleştiriyor. Üzerine doğru yürüyor korkan köpeğin ve kıravatı ona savuruyor. Köpek kaçıyor. Kaçıyor ama, yiğitliğe leke sürülmesin, havlamayı da kesmiyor. Ötekiler de onun gibi. Kazım bu noktadan sonra asla geri adım atmaması gerektiğini biliyor ve vitesi artırıyor. Elindeki ceketi sopaya dönüştürüp hayvanları dövmeye çalışıyor. Sesinin en kalın haliyle HOŞŞTTT!!! HOŞŞTTT ULAN!! ADİ KÖPEKLER! diye bağırıyor.

Neden sonra köpekler pısıyor. Üçü de birer sümsük gibi ürke ürke, hepsi bir tarafa gidiyor. Seyrek havlamaları, yüzlerindeki mağlubiyeti gizleyemiyor. OHH BE! OH! İstemsiz bağırışlar bunlar. Bir kal'a gibi dik duruyor. Bu duruşu Amerikan Güreşi yıldızlarından mı kopyaladı acaba. Yumruğunu havaya sallıyor. Veya havayı da yumrukluyor. Bütün potansiyelini kullanabiliyormuş gibi güçlü o an. İç organları, dış organları, hepsi, her şey kıyam etmiş gibi. Ölüme bu kadar uzak olmanın cesaretini yumruklarında, gözlerinde, dimdik duran sırtında hissediyor. Geriye doğru yürüyor. Ana caddeye doğru. Sağlam basıyor.