Kimsenin sesi çıkmıyor (mu?)
Kitle iletişim araçlarının çeşitliliği ile insan hayatında vazgeçilmez bir yere sahip olan teknolojinin, daha çok getirmiş olduğu deformasyonu anlatıyor yazar. İnsanların özellikle sosyal medya üzerinden çok farklı sokaklardan ziyade, kendisine benzeyen insanların dünyasına anlık yaptığı geçişlerden aldığı hazzı yaşamasını işliyor.
“Mendilim utandı, ben mendilden daha çok utandım.”
Fatma Barbarosoğlu’nun İçimdeki Sazlar Başka Söz Başka adlı, on iki öyküden oluşan kitabı yayımlandı. Yazar bir yazısında “Bizi biz yapan kendimize anlattığımız hikâyedir. Kendimize anlattığımız hikâye hep değişir.” diyor. Evet bu dediği üzere kitapta yazdığı öyküler değişiyor ama öykülerin odak noktası değişmiyor. Kitapta temel olarak anlatılanlar bir üst başlık ve onun altındakiler olarak ele alınsa, şöyle bir ardıllıkla karşılaşılabilir. Toplumsal Sorunlar üst başlık, bunun altında da sosyal medya-kitle iletişim, hız, olumlu-olumsuz değişen aile-toplum ilişkileri, insanların birbirini anlamak için uğraşmaması, sosyal medya üzerinden insanların birbirinden haberdar olması yani aslında iletişim yoksunluğu daha ön plandaki öykü konuları olarak belirtilebilir.
Aslında tüm bu problemler bir bütünün parçaları olduğu için aynı öyküde bulunuyorlar ama kimi zaman biri daha bariz görülebiliyor ya da hissedilebiliyor. İstenirse bu alt başlıklar çeşitlendirilebilir, ama burada sınırlı bir çerçevede hareket etmek daha uygun. Yazarın kaleme aldığı tüm anlatılarının gerçek bir öyküsü var, bu rahatlıkla hissedilebiliyor. Yazarın kendisinin de gerçek bir olaydan alıntıladığını belirttiği öykü de var. Gerçek olayları tahkiye eden yazarın, toplumsal analizlerinin güçlü ve bunları edebi bir havada aktarabilme yeteneğinde mahir olduğu da görülebiliyor. Yukarıda belirtilen üst ve alt başlıkların toplum içinde yaşananlardan oluşturulan konular olması, kimi zaman okuyucuyu ürkütücü gerçeklerle karşılaştırabiliyor. Nasıl mı?
Kitle iletişim araçlarının çeşitliliği ile insan hayatında vazgeçilmez bir yere sahip olan teknolojinin, daha çok getirmiş olduğu deformasyonu anlatıyor yazar. İnsanların özellikle sosyal medya üzerinden çok farklı sokaklardan ziyade, kendisine benzeyen insanların dünyasına anlık yaptığı geçişlerden aldığı hazzı yaşamasını işliyor. Sanal bir mahallede kendisiyle davranış ve duygusal yönden paralellik olan insanların arasında yaşamaya başlayan kişi özel hayatı yanında, yakınlarıyla olan ilişkilerinde de zararlı çıkabiliyor. İnsanın hayat düzeninde değişikliklere neden olan faktörler bu durumla anlatılıyor. Özellikle genç kuşağın kendisinden önceki nesille çatışması da kaçınılmaz bir son olarak gösteriliyor yazar tarafından. İnsanın elindeki teknolojik bir cihazın emrine girdiğinden ve onun içindeki alanı doyurmak için uğraştığından bahsediyor. “Sofrayı Tutan Melekler” adlı öyküde bu paragrafta belirtilen sıkıntıların hepsiyle karşılaşmak mümkün.
Hazırladığı yemek sofrası ile sosyal medya paylaşımlarından eksik kalmak istemeyen yeni evli kızın, büyüklerini masa başında bekletmesi işleniyor. Sosyal medyada paylaşıma doyamayan kızın büyüklerinden “kızım senin fotoğraf makineni doyuracağız diye karnımızı doyuramadık! Sofrayı tutan melekler yoruldu” isyanını anlatan satırlarla okuyucunun gözleri buluşuyor. Burada geleneksel değerlerden olan sofra adabının nasıl hasara uğradığına da değinilmiş oluyor. Şimdilerde çok duyulan bir cümle satır aralarında kendini gösteriyor: Bu gençler nereye gidiyor! Değişen hayat pratikleri, zihinlerin zamanla geçirdiği teknolojik evrimle, özel alan ile kamusal alan birbirine girmiş oluyor ve mahremiyetin yerinde yeller esiyor (mu?). Üst satırlarda mahalle demişken, satır aralarında buna olan özlem ve neden bu olgunun kaybolduğu ve uzaklaşılan bu yaşantı biçiminin sorgulaması görülüyor. Sorunun cevabı yine gelişmişliğin getirdiği çok katlı apartmanların merdivenlerden oluşan duvarlarında bulunuyor.
“Bazı Kadınlar Neden Susar” adlı öykü aslında başlık parasının bir hayata vurduğu darbeyi ele alıyor, ama içinde çeşitli sorgulamalarla karşılaşılıyor. Onlardan biri de mahalle; “Eski mahalle? Mahalle diye bir şey mi kalmıştı!” Tabii mahallenin sadece sembolik olarak, öyleymişçesine bu öyküde yer verildiği düşünülmesin. Bunun yazarın dert edindiği bir nokta olduğunu destekleyecek serpiştirmeler, diğer öykülerde de görülebiliyor. “Kaderimde Hep Güzeli Aradım”da soruyor yazar: “Mahallenizin muhtarının ismini biliyor musunuz? ... Nuran bu soruya, biz mahallede oturmuyoruz, apartmanda oturuyoruz, diye cevap verebilmişti.” Evet hayata giren yeni enstrümanların, yaşama kodlarında getirmiş olduğu değişikliklerin öyküleri söz konusu kitapta. Ayrıca bunların insan hayatında yeri doldurulamayacak boşluklar oluşturması, geçmiş ve şimdi arasında sağlıklı ilişkiler kurulmasını zorlaştırmakla beraber yaşanmışlığın adını da kayıtlardan silmesi aktarılıyor.
Hayatı kolaylaştırması için yerleştirilmeye çalışan bir şeyin kimi zaman, hatta çoğu zaman hayatı sömürdüğü ve özellikle insanın ruhsal ve sosyal hayatında getirdiği sıkıntılar söz konusu ediliyor öykülerde.
Hayatı kolaylaştırması için yerleştirilmeye çalışan bir şeyin kimi zaman, hatta çoğu zaman hayatı sömürdüğü ve özellikle insanın ruhsal ve sosyal hayatında getirdiği sıkıntılar söz konusu ediliyor öykülerde. Tabii bunun yaşanmasındaki en büyük etken, insanın kendisini kontrol edememesi ve zamana yetişmek için çok hızlı bir şekilde yaşamayı tercih etmesi. Evet zaman ancak hızlandıkça yakalanabilen bir muamma olarak var şimdilerde. “Oysa geçmiş ve gelecek aynı arabaya koşulmuş at gibi olmalıdır. Bilge ve deha, kuşun iki kanadıdır. Biri olmazsa öteki işe yaramaz.” Yazarın bir yazısındaki bu cümlesi minvalinde hıza yaklaşmaya çalışsa insan, kar haznesine çentik eklemeye devam edebilirmiş gibi. Ama öyle yapılamıyor işte, diye dert yanıyor sanki yazar öykü/lerin/de. “İki Kadın, Biri Aşırı Yorgun Öteki Aşırı Boşlukta”da bir insanın yaptığı her işte, hızla değişen hayata yetişme çabası ele alınıyor.
Hızlandıkça daha çok tükenen bir kadın anlatılıyor ve tükendiğini hissetmemek için daha da hızlanan bir kadının nasıl hız odaklı bir hayata taşındığı, hayatındaki kayıplarla birlikte okuyucuya sunuluyor. Yazar bunlar ve daha birçok problemin, insanda meydana getirdiği tebessüm unutkanlığını, sevgiden yoksunlaşmaya başlamayı, empati kuramamayı, insanların birbirini dinlemeden gördükleri üzerinden birinin yaptıklarını yargılamasını anlatıyor. Aslında olmaması gereken bu olanlardan yakınıyor yazar, öyküler bunu hissettiriyor. (“Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar”, diyordu bir Rapçi. İnsan ister istemez içinden bunu mırıldanıyor.) Yazar daha çok teorik zeminde ele alınarak sunulan problemleri, pratik düzlemdeki örnekler üzerinden tahkiye ederek anlatıyor hissi vuku buluyor.
Bu sayede okuyucu öykülerin içine daha çabuk dâhil olabiliyor. Didaktizmden uzak, ama toplumsal farkındalık uyandırmak için yazıldığı hissedilen öyküler de tabii ki okuyucunun anladığı kadar var olacak. Bu bir mevzuu. Asıl mevzuu kendi içinde yaşamayı unutan insanın bir an önce “kulaktan gönle akan sesin mihmandarlığında beden” duyarlılığına kavuşmasında; hakikati dil ile ikrar, kalp ile tasdik ettiği zaman ki kabuğunun içinden şimdiki zamanı yakalamaya çalışmasında. Yazar belirtilen sorunlara karşı çıkıyor ve insan/lara sesini duyurabileceği bir yerden seslenip, bam tellerine dokunmaya çalışıyor, gibi.