Kilimanjaro’nun Gözleri
Kilimanjaro, kaçanları da görmedi, kaçmaktan vazgeçenleri de. Kovalayanları da görmedi, yakalananları da. Ufka baktı o, gözlerindeki karların arasından sızan ışığın manasını arıyordu, farketmedi olanları. Tahtının önünde dökülen kan, eteklerine bulaşmadı.
Kilimanjaro, koltuğunda asırlardır değişmeden oturur. Yanına yaklaştıkça büyür azameti, küçülür insan- ister yürüyor olsun ister helikopterle yaklaşsın yamacına. Kilimanjaro kataraktlı gözlerini ufka diker, düşünür, ne zaman öleceğini düşünür, görmez gelip geçeni. Tahtını akasyalar havada tutar. Akasyaların ötesinde berisinde anneler ve çocuklar. Fil yavruları, insan yavruları farketmez, Kilimanjaro görmez onları.
Albert Trautmann helikopterinden inerken gözleri dağda değildi, ağaçlarda değildi. Fillerdeydi. Usul usul oyalanan fillerin yanına yaklaştılar, kendisi ve birliği. Birleşmiş Milletlerin gönderdiği kırk beş tam teçhizatlı asker sağa sola bakınırken ellerini havada sallayarak gelen Samora’yı gördüler. Samora son sekiz senedir koruculuk yapıyordu, bunun üç yılını gergedanları koruyarak geçirmişti, gerisini de filleri koruyarak. Boynunda dürbünü, sırtında tüfeğiyle ağır ağır yaklaştı. Kırık İngilizcesiyle “Selam!” dedi. “Tam zamanında geldiniz, efendi.”
Güldü Albert. Bütün bu olanları komik buluyordu, kariyerinin zirvesinde bir askeri bir ormana hayvan korumaya gönderilmesinin anlayabileceği bir tarafı yoktu. Şimdi de bu her halinden çaylaklık akan adamdan brifing alacağı fikri güldürdü onu. “Selâm!” dedi. Birlikte fillerin olduğu yere yürüdüler. Korktu filler, türlü türlü ekipmanların üzerine düşüp yansıyan güneş ışığı gözlerini aldığında, dişiler çocuklarını arkalarına alıp savunmaya geçtiler. Askerler oralı olmadı, yönlerini birazcık değiştirip mevzilerini aldılar. Albert âdet yerini bulsun diye “Bir hareket var mı?” diye sordu Samora’ya. Samora kafasını sağa sola salladı. “Bu zamanlar gelmezler hiç.” Gelmezler dediği filleri dişleri için öldüren kaçak avcılardı.
Türdeşlerinin yüzde doksan beşinin çoktan kaçakçılara av olduğu düşünülürse, bu geriye kalan fillerin doğal seçilimle kanıtlanmış bir üstünlükleri olmalıydı. Yine de başlarına gelebileceklerden habersizlerdi. Kaçmadılar, ama hemen de rahatlamadı içleri. Ötelerde durdular, ağaçlara arkalarını verdiler. Askerler arkalarını onlara vermişti, silahlarını uzaktaki çalılıklara doğru uzatmışlardı. Atmosfer geçen dakikalarla yumuşadı. Askerler bir dilden diğerine çevrilirken kalitesini yitiren şakalara gülüyorlardı şimdi. Filler de bu bekleyenlerden zarar gelmeyeceğini anladılar. Etrafları ölüm makineleriyle dolu değilmiş gibi askerlerin yanlarına sokuldular bu sefer de.
Samora durumu anlattı. Neden Birleşmiş Milletler desteğine ihtiyaç duyduklarını da. Kaçakçılar gergedanların neslini tüketmiş, sıra fillere gelmişti. Çevre için bir felaket olurdu bu. Bu yüzden devlet BM’den yardım istemişti. Falan filan. Albert bu hayvan bakıcılığını hiç yakıştıramamıştı kendine, o sebeple “Kısa kes,” dedi. Samora itiraz etmedi. “Tamam, efendi.” Uzaklaştı. Bir filin yanına geldi, fil onu tanıdı, hortumuyla kepini düşürdü yere. Albert uzaklara baktı. Sınırın öte yanından Kilimanjaro, bütün haşmetiyle yükseliyordu. Gözleri yabancı gözleri, bakınca görüyor mu bizim gördüğümüzü bilmeyiz. Ama Kilimanjaro’nun onu görmediğini biliyoruz, bu kadarı yetiyor, serinletiyor içimizi.
O sırada Albert’ın telsizinden ses geldi: “Çakal›dan Fenrir’e. Tamam.”“Buradayım Carlos. Tamam.” Silahının güvenliğini açtı Albert, yeleğini ilikledi, diğerlerine işaret etti. Carlos buraya kendilerinden önce, keşif için gelmişti. “Bir hareketlenme. Çok sayıda sivil var. Şenlik, tören, dans filan gibi bir şey sanırım. Ama tamamen silahsız değiller. Tamam.”Trautmann miğferini sıkıladı, askerleri eliyle savunma formasyonuna geçirdi. “Varış zamanı? Tamam.” “On-on beş dakikaya görüş menzilinizdeler. Tamam.”
Samora ötede bir filin kulaklarını okşuyordu. Trautmann onu yanına çağırdı. “Kim bu gelenler?” Samora dürbünüyle ufku taradı. «Bir şey görülmüyor. Ama kaçak avcılar sanırım, efendi.»Trautmann dürbünü Samora’nın elinden aldı. “Her taraf ağaç.” Biraz daha uğraştı dürbünle, orasını burasını çevirdi, sonra pes etti. “Kaç kişi bekliyoruz?” “Efendim?” “Normalde kaç kişi oluyor böyle gruplar?” “Ben gergedanlara bakıyordum önce, efendi. O zamanlar bir iki kişi oluyorlardı. Gergedanlar tükenince devlet bize atış izni verdi, önceden sadece onlar bize ateş ederse karşılık verebiliyorduk. Patır kütür avlamaya başlayınca biz, kaçakçılar da örgütlendi, büyüdüler.”Albert ayağıyla yeri eşeledi, sorusunu yineledi: “Kaç kişi?” “Beş altı kişi oluyorlardı, genelde. Ama sonra. İç savaş çıktı işte, en iyi maaşı onlar veriyor şimdi.” Albert, lütfeder gibi tekrarladı sorusunu. “Kısa kes. Kaç kişi?”
“Buradaki sürü büyük bir sürü, on beş fil var, hem de dişili erkekli. Sadece dişleri alırlarsa milyonlarca dolar, çiftlik kurarlarsa belki milyar. “ Sabırsız sabırsız pofladı Albert, oralı olmadı öteki. “Sizden yardım isteyeceğimizi biliyorlardı, ama burada olduğumuzu biliyorlar mı? Bilmiyorlarsa, belki on beş, belki yirmi. Biliyorlarsa. Ellerinde hangi silah olduğuna...”Albert sağa döndü, sol eliyle Samora’nın yakasını tuttu, adamı kaldırdı. “KAÇ KİŞİ?” Gözleri büyüdü Samora’nın. Ayakları yeniden yere değdikten sonra cevapladı. “Otuz ila kırk.” Benim tahminim bu.”“Silahsızlar dahil mi, hariç mi?” “Hariç.” Samora’nın eklemek istediği bir şey vardı, ama korkmuştu bir kere. Bunu farketti Trautmann. “Söyle” dedi. “Daha önce hiç sivil getirmemişlerdi. Belki canlı kalkan olarak zorla getirmişlerdir.”
Albert alnına vurdu. Sivil öldürmeye mecbur kaldığı daha önce de olmuştu. Ama buraya özellikle BM’nin ne kadar hayırsever olduğunu göstermek için göndermişlerdi onu, etraf basın mensubu doluydu. Gelenler bunu biliyorlar mıydı? Bunu kendileri için bir avantaja mı çevirmişlerdi? Hissettiği korkudan yahut çaresizlikten ziyade şaşkınlıktı. Afrika’nın ortasında bir yerde, bir çapulcu sürüsü BM kuvvetlerine üç beş fil için açıktan saldıracaktı, öyle mi? Aklı almadı. Samora’ya döndü. Tam bunu soracaktı ki, aklına öbürünün az önceki gevelemeleri geldi. «Belki milyar.» demişti. Samora. Arkasındaki hayvanlara baktı Albert, ağır ağır otlanıyorlardı hâlâ, arasıra manalı manalı böğürüp yemeklerine devam ediyorlardı. Milyar dolar. İlk kez o zaman ne büyük bir bataklığın içine düşmüş olabileceğini farketti Albert Trautmann. Hantalca karnını doyuran gri renkli VIP’lere kinle baktı.
“Bunları...” dedi. “Neden bir hayvanat bahçesine göndermiyorlar?” “Bilmiyorum.” dedi Samora. “Afrika’da hayvanat bahçesi korumak mümkün değil. Dışarıya yollayınca da ne olur bilinmez.” Ses tonu değişmişti şimdi Albert’ın, görevin başarısı ve emrindeki kırk beş askerin hayatı şu an soracağı sorulara bağlıydı. “Silah seslerinden korkup bizi ezmezler, değil mi?”
“Kimler?”
“Filler.”
“Yok, efendi.” dedi Samora. “Arkalara doğru kaçarlar büyük ihtimalle.” Kafasını kaşıdı Albert. “Uyuştursak ya.” “Olmaz, efendi,” dedi Samora. “Bir kere geri uyanmayabiliyorlar, anestezi çok tehlikeli. Bir de uyanana kadar başlarında beklemek lazım, yakın civarda...” Daha konuşmaya devam edecekti Samora, ama telsizden gelen cızırtıyla kesildi sözü. “Çakaldan Fenrir’e. Çakaldan...” “Buradayım Carlos.” “Kalabalık çok büyüdü. Toplanıyorlar. Tamam.” “Kaç kişi?” diye yineledi Albert günün en önemli sorusunu. “Bilmiyorum. Tamam.” Albert’ın siniri bozulmaya başlıyordu, yine de sezdirmedi bunu. “Yaklaşık bir sayı ver. Tamam.” “Bu kalabalığın bizimle âlâkası varsa, hapı yuttuk demektir. Tamam.” Telsize doğru bağırdı Albert. “KAÇ KİŞİ? TAMAM.” “Silahlıları sayamıyorum. Beni görme ihtimalleri var. Dron görüntüsünü yönlendiriyorum.»
Albert, helikoptere doğru yürümeye koyuldu. Samora, ellerini önünde bağdaştırmış bir vaziyette koştu peşinden. “Efendi,” dedi. “Gelenler sivilse. Gelenlerin arasındaki sivillere. Ateş açmazsınız değil mi?” dedi. “Bilmiyorum Samora.” dedi Albert. “Henüz elimde hiçbir bilgi yok.” Adımlarını hızlandırdı Albert, peşinden de Samora. “Efendi.” dedi. “Elinizden gelirse. Mümkünü varsa yani. Sivilleri kurtarmaya çalışırsınız, değil mi?” Albert, ona baktı. Berikinin duruşundan bakışından şüphelendi. “Bildiğin bir şey mi var?” Başını hızlı hızlı sağa sola salladı Samora. “Bildiğin bir şey var da söylemiyorsan, hapsi boylarsın.” “Yok. Efendi. Yok. Sadece.” “Sadece ne?” “Sadece merak ettim efendi.”
Albert ekrandaki dron görüntüsüne baktı. Ağzından çıkacak küfürü tuttu, ama öfkesini tutamadı, yumruğunu kurşun geçirmez camların birine geçirdi. Resimde devasa bir kalabalık vardı, Samora’nın tahmin ettiği gibi yüze yakın kişi değil, onun tahmininin beş katı bile değil. Belki on katı, belki daha fazla. Şaşkın şaşkın resmi büyüttü, küçülttü, kalabalığın ölçeğini anlamak için rastgele bir yer seçip oradaki kafaları saydı. Bin beş yüz? Daha fazla. Telsizine davrandı. “Carlos? Tamam.” Telsizden bir fısıltı yükseldi. “Beni duyacaklar. Dinliyorum. Tamam.” Albert, Carlos’un içinde bulunduğu durumu farkedip farketmediğini merak etti. Yüksek ihtimalle öleceğini ve kendisinden bir beş kilometre uzaktaki bu birliğin kendisine ne olursa olsun yardım edemeyeceğini biliyor muydu?
Cevabın sonuca dair hiçbir şey değiştirmeyeceğini bildiğinden, üzerinde durmadı bu fikrin Albert. Hayatları soracağı sorulara bağlıydı. Sordu: “Sayıları artıyor mu?” “Evet,” diye devam etti Carlos’un fısıldayan sesi. “Özellikle siviller. Kimisi koşarak buraya geliyor. Kimisi de sizin oraya doğru koşuyor.”Albert düşündü. Bu karmaşayı nasıl anlamlandıracağını bilmiyordu, ama anlamlandırması o kadar da önemli değildi. Onun yerine hayatlarını kurtaracak planın peşindeydi. “Siviller ile silahlıları ayırt etmenin yolu var mı?” Karşıdan ses gelmedi. Bir dakika. İki dakika. Sonra konuştu Carlos, son defa. “Evet. Çok basit. Kaçanlar, sivil. Kovalayanlar silahlı. Öndekiler sivil. Arkadakiler silahlı.”
Albert düşündü. Carlos’tan alabileceği başka bir bilgi yoktu, telsize konuştu. “Başının çaresine bak. Tamam.”Samora’ya döndü. «Ne olduğunu anlayabildin mi?»Samora başını sağa sola salladı, ama bir yandan da yüzü titriyordu. “Noluyor Samora?” dedi Albert. “Nolsun.” diye cevapladı Samora. “Benim köyüm. Kabilem. Çok yakında. Nandiler. Nandiyiz biz.” Albert Samora’nın az önceki sorularını daha iyi anlıyordu şimdi. Yine de onun cümlesini tamamlamasını bekledi. “Gelenlere ateş etmezsiniz, değil mi?” dedi. “Değil mi?” Bozuk plak gibi yineledi cümlesini Samora, duymazdan geldi Albert onu, bu soruya cevabı bilmiyordu. Eğer bir grup kaçıyor, diğeri kovalıyorsa, kaçanların neden buraya geldiklerini anlayamıyordu. Hatta belki bütün bu olan tesadüftü, kaçanlar fillerden de fillerin başında bekleyen kırk beş tam teçhizat askerin varlığından da habersizdi. Bilmesi imkânsızdı. Samora yaşlı gözlerle Albert’a baktı. Hâlâ sorusuna bir cevap arıyordu, ama artık sesle sormuyordu sorusunu, sadece o soruyu ima edecek şekilde bakıyordu Yüzbaşı Trautmann’a.
“Bu gelenler sizinkiler mi?” dedi. “Evet,” dedi Samora, sesini umut kapladı, “Evet” diye yineledi, sanki ne kadar çok tekrarlarsa Albert’ı sivillere ateş açmamaya... hatta belki gelenleri kurtarmaya ikna edebilecekmiş gibi. “Ne için buraya geliyorlar?” dedi Albert. “Ben onlara gelin, demedim,” diye reddetti Samora yapılmamış suçlamayı. “Bizim burada olduğumuzu biliyorlar, yani,” dedi Albert. “Evet. Biliyorlardır. Kabilenin reisi benim kayınpederim. Ona söylemiştim.” Albert silahını doldurdu, ağır ağır, göstere göstere, dizlerinin bağı çözüldü Samora’nın. “İç savaş çıktığından beri hükümet koruculara maaşlarını veremiyor!” diye bağırdı Samora. Bocaladı, sesi titredi, ne söylemesi gerektiğini bilemedi. “Tehlike altındayız, maaşını da vermiyorlar, ne diye gidiyorsun? diye sormuştu babam. Adı Tamasun. Dedim ki ben de.”Albert’ın elindeki silahı ona doğrulttuğunu görünce sustu, kaldı. “Beni öldürecek misin, efendi?” dedi. “Onlara gideceksin, buraya gelmemelerini söyleyeceksin,” dedi. “Ama efendi, nereye giderler. Bir kabile. Koca kabile. Bütün bir köy yani. Üç bin kişi civarı. Hepsini öldürsün mü Kikuyular?” Albert duymamış gibi tekrarladı. “Oraya gideceksin. Kovacaksın onları.” Silahı doğrulttu, emniyetini çözdü. “Yoksa ilk öldürdüğüm Nandi sen olursun.” dedi. “Son da olmazsın üstelik.”
Samora geriledi. Yüzünde umutsuzluk ve umut, inanmamazlık ve korku savaştı. Korkusu baskın gelince arkasına döndü, koşmaya başladı. Albert’ın etkin menzilinden çıktığını düşündüğünde durdu. Hesaplar gibi elindeki tüfeği inceledi. Sonra tüfeği omzuna astı. Koşmaya devam etti. İşin doğrusu böyle bir saldırıyı, bu kadar erken beklemiyordu. Ama olmuştu işte. Çocuklarının da kaçanlar arasında olması ihtimali gözlerini doldurdu. İhtimalin kuvveti taştı gözlerinden, görüşü bulandı. Bir ağaç köküne takıldı ayağı, tozu dumana kaldıran bir takla attı. Arkasından farklı farklı milletlerden askerler gülüştü, Samora bir süre yerden kalkamayınca dindi gülüşmeler. Henüz silah sesi duyulmamıştı hiç. Yetişebilirdi. Çok geç değildi. Bunu hatırlayınca ayağa kalktı. Yeniden koşmaya başladı. Sesini duyurabilir miydi bağırsa? Duyuramazdı. N’apabilirdi peki? Havaya ateş açsa? İşe yarar mıydı? Yoksa katliamın başlangıç işareti yerine mi geçerdi?
Albert Samora’nın düşe kalka gidişini seyretti. Böğürür gibi bir şeyler söylüyordu Samora, ama başka bir dilde. Gerçi buna da emin değildi, bir kere rüzgâr artıyordu, o kadar mesafeden söylenenleri duymak zordu. Hem Samora’nın sesi alçalıp yükseliyordu nefes alıp verirken, sigaradan çoktan randımanını yitirmiş ciğerleri kelimelerin başlayıp bittiği yerleri kaydırıyordu. Gitmeye olan hevesi sayesinde emin oldu Albert Samora’nın anlattıklarının gerçek olduğundan. Yani siviller diğerleriyle işbirliği içerisinde değildi. Ama ne anlama gelirdi bu? Birliğinin üzerine hangi vazife düşerdi? Emrindeki askerleri sürpriz bir iç savaşa kurban mı verecekti?
Daha çok bilgiye ihtiyacı vardı, ama önündeki ekran yardımcı olacak gibi değildi, uydu görüntüsü az öncekiyle aynı karmaşayı, üçle çarpıp gösteriyordu. Kalabalık uğulduyordu, hareket ediyordu, ama bir yöne değil, her yöne. Sağa-Sola. Kendine doğru-Kendinden dışarı. Şekli değişip duruyordu güruhun, ama yaklaşıp yaklaşmadıklarını anlamak mümkün değildi. Dürbünüyle ufku taradı, Samora’nın gittiği yöne yakınlaştırdı görüntüyü, hiçbir şey göremedi. Elindeki telsize davrandı, “Fenrir’den Çakala.” Cevap yoktu. Karar vermek için hiç değilse daha çok zamana ihtiyacı vardı, ama zamanı da yoktu.
***
Samora az koştu, uz koştu, dere tepe düz koştu. Birkaç tepe aştı, ufak bir dere aştı, sonra açıklığa vardı. Kabilesini gördü. Nandiler, hareketlenmişti, kendisine doğru yürüyorlardı. Kaçıyorlar da denebilirdi, ama sadece ne için yürüdüklerini bilen bir adam bu gördüğüne kaçmak derdi. Kaçmaları saatlerdir sürüyordu, şimdi onları bitkinliğin pençesine düşmekten yalnızca ölüm korkusu koruyordu. Emeklemeye daha çok benziyordu yürüyüşleri. Peşlerinden gelenlerin yaptığına da kovalamak denemezdi. Aheste aheste, avlarının öyle ya da böyle pes edeceğini bilen tavırlarla ilerliyorlardı. Karnı tok, sırtı pek, bütünüyle emniyette bir avcı tavrı. Bu uyuşuk kovalamacanın kaçanların aleyhinde biteceği çok belliydi. Basit bir fark söylüyordu bunu. Kovalayanlar, sırtlarında bebeklerini taşımıyor, çocuklarını peşlerinden sürüklemiyorlardı.
Üzerindeki ekipmanı, kamuflajlı giysisini, postallarını ve güneş gözlüklerini gören kardeşleri... diğer Nandiler ona umut dolu gözlerle bakıyorlardı. Bakışlar en çok silahında sabitleniyordu. Samora’dan kahramanlıklar beklediklerinden değildi herhalde bu. Belki Tamasun’un diğerlerine anlattıklarıyla alakalıydı. Batı Birliklerinin civarda olduğunu Tamasun’a söylemekle belki de hata etmişti. Ama elindeki bilgileri düşündüğünde, onun kaçmak için bu yönü seçmesi son derece mantıklıydı. Bazen, “efendi”ler, insafa gelirler, ortada görünür hiçbir sebep yokken bir katliamı durdururlardı. Dedelerinden, hatta onların dedelerinden dinledikleri hikâyelerde, yabancılar, bir böceğin canlı olduğunu onu ezip öldürdükten sonra farkeden aptal çocuklara benziyorlardı. Ama artık öyle değillerdi, değil mi, en azından beş dakika öncesine kadar, Birleşmiş Milletler gücünün hiç değilse kardeşlerinin üzerine ateş açmayacağını düşünüyordu. Kayınbabası da aynısını düşündüyse onu suçlayamazdı.
Tam teçhizat bir asker aralarından geçerken, kabile üyeleri Tamasun’un anlattıklarında haklı olduğuna bir kanıt saydılar bunu. Umutlandılar. Ötedeki tepenin, sonraki vahanın, üç beş kum tepesinin ardındaki birliğin yanına ulaşmak dertlerini çözecekse eğer, üç gece iki gündüzdür biriken bitkinliklerini erteleyebilirlerdi. Umudun rengiyle değişmiş yüzlerini arkaya çevirdiler bir kez daha. Ellerini kollarını sallayarak yürüyen katillerini gördüler. Katilleri değil. Henüz değil. Hiç olmayacak, diye umut ettiler. Samora bütün bu umudu gördü. Ağzını açacak, “Geri dönün,” diyecekti, buraya da zaten bunu yapmak için gelmişti. Ama kardeşlerinin yüzlerinde göreceği hayal kırıklığını göze alamadı. Umudun içine gömüldükçe gömüldü, battıkça battı. Balçığın içine yürüyen bir adam gibi hissetti kendisini.
Az sonra kayınpederinin yanına vardı. Yüzündeki endişenin gölgelediği bir gülümsemeyle karşıladı onu Tamasun. Selamı sabahı atladı, vakit mi vardı. Ömürlerinin kıyısındaydılar. “Bizi koruyacaklar mı?” diye sordu. Diğer ihtimal, askerlerin doğrudan üzerlerine ateş açabileceği ihtimali hiç aklına gelmemişti. Samora’nın boğazında bir yumru, gözleri hafiften dolu, ona baktı. Az önce içine gömüldüğü, herkesin yüzünde göre göre kısmen paylaştığı umudu silkeledi içinden. “Hayır,” dedi. “Oraya gidersek bizi öldürecekler,” dedi. Tamasun karnına yumruk yemiş gibi oldu. “Ah,” dedi. “Neden şaşırdım bilmiyorum. Unuttum mu Koitalel’in başına geleni?” diye sordu kendine. Samora’ya baktı yeniden. Çaresizliğini belli etmek istemiyordu, ama sorduğu halini izaha mahal bırakmıyordu. “Arkamızdakileri oyalayabilir misin?” Samora, cevap vermek istemedi. Cevap çok belliydi, herkes biliyordu cevabı, kabilenin en küçük çocuğu bile cevabın ne olduğunu biliyordu. Ama kestirip atamadı, onun yerine bir soruyla cevap verdi. “Kaç kişiyi oyalayabilir miyim?”
Tamasun acı acı güldü. “Sen de haklısın,” dedi. “Hepsinde silahlar var. Üç yüz kişi filan,” Sonra yüzündeki ifade değişti. “Oradakiler kaç kişi? Fillerin oradakiler?” Samora, bu soruyu anlamsız buldu. Kayınbabası zaman kazanmaya çalışıyor gibiydi, ama aslında kaybediyordu onu. “Kırk beş,” dedi. “Ama uzayda kameraları bile var.” Daha yarım saat öncesine kadar elinin altında olduğu için şişindiği çeşit çeşit teknoloji, boğazındaki yumruyu büyüttü. Güçlükle söyledi sonraki cümlesini. “Onlardan daha çok korkardım ben.”
Kontrolün onlarda olmadığını farketmek için çok zaman gerekmedi. Çözüm bulamamışlardı, kaçacak yer gelmemişti akıllarına. Peşlerinden gelenleri durdurmanın yolu da yoktu, ileridekilerden saklanmanın metodu da. Ölümüne giden mahkûmlar gibi ayaklarını sürüyerek yürüyorlardı. Diğer Nandiler ise güçlerinin sınırında olmalarına rağmen koşar adım bir tempo tutturmuşlardı. Kimisi çocuklarını sırtına almıştı, kimisi yaşlıları peşinden çekiştiriyordu. Buraya kadar getirdiği yüklerini bir kenara atıp ağaçlara doğru koşanlar vardı bir de. Durdurmak istedi Samora onları. Ama durdurup ne diyecekti? “Oraya gitmeyin.” Neden? Çünkü sizi öldürecekler. Belki de yapması gereken buydu, belki onlara durup dinlenmelerini ve en azından ışığın sonundaki açıklığa nefes nefese çıkmamalarını söylemelilerdi. Ama kendilerini razı edemediler bunu söylemeye. Hem... Hem belli mi olurdu, değil mi? “Efendiler”in insafa geleceği tutardı.
Dereye yaklaştılar. Çömelip su içti Nandiler, dünyadaki içecekleri son damlaymış gibi, kana kana tükettiler ırmağı. Hanımların bir kısmı ellerindeki mataraları doldurdu. Her şeyden habersiz çocuklar bu duraksamayı fırsat bilip suda oynamaya başladılar. Bitkinlik onları yeniden yola düşmeye ikna edemeyen annelerin gözlerinden okunuyordu. Kalabalık, en azından kalabalığın çoğu yeniden yola koyuldu. Tepelere vardılar. Bitkinliğin pençesine önce yaşlılar düştü. Bir kısmı yere çömeldi, daha fazla kaçmayacaklarını söylediler. Kimse ikna edemedi onları, kimse zorlayamadı, yürümekten başkasına güçleri kalmamıştı. Annelerin bir kısmı çocuklarıyla beraber yaşlıların yanına oturdu. Kabile onlarla üstünkörü vedalaşıp yürüyüşüne devam etti. Yerlerdeki otların boyu uzadı. Kilimanjaro uzaklardan göründü. Kataraktlı gözleriyle Nandilere doğru baktı, ama acınacak şey. Görmedi onları.
Nandiler defalarca gördükleri manzarayı başka bir gözle gördüler şimdi. Son kez görür gibi dikkatle baktılar karşıya. Yukarıdaki hava bulutsuzdu. Güneş Kilimanjaro’nun omuzlarındaki pelerini parlatıyordu, altın rengiyle. Kilimanjaro, her zamanki azametiyle oturuyordu. Akasyalar taşıyordu tahtını, incecik şemsiyeler gibi narin, ama ezelden beri bir kez kırılmamış. Uzun otlardan sarı yeşil bir halı, akasyaların bittiği yerden ayaklarına kadar uzanıyordu. Savananın üzerinde filler geziniyordu, anneler ve çocuklar. Kimisi yemek yiyordu, kimisi öylesine geziniyordu, kimisi yavrusuyla oynuyordu, kimisi kendisine Güneş’ten sığınacak bir ağaçaltı bulmuş, uyuyordu orada. Rüzgâr estikçe akasyalar hafifçe sallanıyordu, aralarında saklanan renk renk kuş havalanıyordu sonra. Her şeyi görüyordu Nandiler, son gördükleri şeymiş gibi dikkatle bakıyorlardı önlerindeki manzaraya, gözleri havaya bakıyordu, yere bakıyordu, tepesi karlı Kilimanjaro’ya bakıyordu, akasyalara, kuşlara, fillere, otlara, otların arasında yer yer beliren kahverengi toprağa. Her şeyi görüyordu Nandiler, ama askerleri göremiyorlardı.
Arkalarındaki avcılar yaklaştı, yaklaştı. Nandiler gitgide yavaşlayan adımlarla yürüyorlardı, hem yorgunluktan, hem de durup durup daha dikkatle süzmek için ağaçları. Aralara saklanan askerleri görebilmek için, bir tümseğin arkasına mevzilenmiş bir nişancıyı seçebilmek için, ısrarla süzüyorlardı ağaçları. Samora yüzünde tarifsiz bir acı ifadesiyle ilk silah sesini bekliyordu, ilk cinayeti duymayı bekliyordu, ama olmuyordu hiçbir şey. Tamasun, ormanı süzdü, fillere baktı, ağaçların arasına baktı, Kilimanjaro’yla gözgöze gelmeye çalıştı. Sonra elini gözlerine siper ederek havaya baktı ve gördü görmesi gerekeni. Üç helikopter, dağın doğusundan ağır ağır uzaklaşıyordu.
Kilimanjaro, kaçanları da görmedi, kaçmaktan vazgeçenleri de. Kovalayanları da görmedi, yakalananları da. Ufka baktı o, gözlerindeki karların arasından sızan ışığın manasını arıyordu, farketmedi olanları. Tahtının önünde dökülen kan, eteklerine bulaşmadı.