Kaybolduğun sularda yüzüyorum

ELİF SENA ERGİN
Abone Ol

Akşam yemeğinde pat diye söyledim havuza gittiğimi. Konuşmalar, çatal kaşık sesleri kesiliverdi. Eşim ve kızım gözlerini kocaman açmış ne diyeceklerini bilemez bir şekilde bana bakakaldı. Konuşmayı devam ettirmem gerektiğini hissettim.

Doğru düzgün yüzme bilmem. Bilirim ama beni derin sularda bırakın, beş dakikaya boğulurum. Suyun üstünde nasıl duracağımı bilmediğimden değil, dururum durmasına da beş dakikada gücüm sıfırlanır. Kollarım, bacaklarım hareket edemeyecek kadar yorulur o kadarcık zamanda. Kendimi suyun üzerinde tutmak için yaptığım hareketler yavaşlar, batarım yavaş yavaş. Sanki kalbim artık kollarıma bacaklarıma kan pompalamaz olur. Hızlı hızlı atar ama. Göğsümü parçalayıp benden kaçmaya çalışır gibi. Daha fazla dayanamayacağımı fark ettiğim an panik oluveririm. İşte vücudumdaki son enerji kırıntılarını paniğimle hiç ederim. Sanki bacaklarımı daha hızlı hareket ettirirsem, kollarımı daha hızlı sallarsam batmaktan daha kolay kurtulurmuşum gibi. Ama öyle olmaz, panik yalnızca daha hızlı batmama yarar. Bacaklarımı hızlıca hareket ettirerek beni içine doğru çeken bir akıntı yaratırım. Ağzım, burnum, genzim sularla dolar. Kılımı kıpırdatmaya mecalim olmadığı halde hayatta kalma güdüsüyle hareket etmeye çalışırım. İşe yaramaz. Bir bakmışım ki ciğerlerime sular dolmuş. Akıntı beni ayak bileklerimden tutup çekmiş içine.

  • - Yüzmenin birinci kuralı kuzum, panik yapmamak. Ağzına, burnuna su kaçsa bile heyecanlanmaman lazım. Su seni istemesen de kaldırır ama kendini kasarsan batarsın. O yüzden ilk olarak suda batma alıştırmaları yapacağız tamam mı? Bakalım suyun içinde nefesini ne kadar süre tutabiliyorsun.

Ha, tabii havuza girmek için doldurduğum formdaki “yüzme biliyor musunuz” sorusunun cevap yerine tüm bunlar sığmıyor. Küçücük bir yer bırakmışlar, belli ki evet ya da hayır dememizi bekliyorlar. Hoş, binanın her yerine de “yüzme bilmeyenlerin havuza girmesi yasaktır” yazıyor. Demek ki sorunun cevabı yalnızca “evet” olabilir. Eh, ne yapayım, yüzmeye geldim buraya. Ne zamandır yüzmesem de cevabımın hâlâ “evet” olduğunu umarak “evet” yazıyorum cevap kısmına. Seviyorum formun bu halini. Kendimle gurur duyuyorum bir anlığına. Yüzme bilen bir insan olma fikri çok hoşuma gidiyor.

- Baba ne zaman yüzmeye gideceğiz?

- Önümüzdeki günlerde bakarız.

- Bugün hava güzel görünüyor lütfen lütfen lütfen yüzmeye gideliiim!

- Bugün hava pek iyi değil, deniz dalgalıdır.

- Yaa olsun çok durmayız, birazcık yüzer hemen döneriz geri, lütfen baba lütfen.

Devam ediyorum elimdeki kâğıdı doldurmaya. “Herhangi bir sağlık sorununuz var mı?” Şimdi hangi birini sayayım? Migren, hipotiroid, polikistik over sendromu, panik atak, saman nezlesi, yılda en az iki kere şiddetli soğuk algınlığı... Ama cevap yeri yine minicik. Belli ki duymak istemiyorlar hastalıklarımızı. Alelade sorulan “nasılsın” sorusu gibi, “iyiyim” deyip geçmeni bekliyorlar. Ne manası var tüm bunların, Allah’ım çıldıracağım.

“Yok.” yazıp geçiyorum.

Formun en korkunç sorusunu sona bırakmışlar. Tam bir soru sayılmaz, sorudansa bir talep daha çok. İnsanın tüylerini diken diken ediyor. Ruhumu omuzlarından tutup sertçe sarsıyor. İçim acıyor. “Yakınınızın telefon numarası”

Kızımın numarasını yazıyorum oraya.

Muhatabının ben olup olmadığını anlamak için sesin geldiği yöne bakmaya çalışıyorum.

- Alo iyi günler, ben Etimesgut Havuzu’ndan arıyorum. Sena Öztürk’ün nesi oluyorsunuz? Sakin olun, evet, ambulans az önce geldi, anneniz hastanede şu an, durumunu bilmiyoruz... Belediyenin arkasındaki devlet hastanesinde, çok geçmiş olsun.

Acaba kızımın değil de eşimin numarasını mı yazsam diyorum, belki o daha az panik yapar.

Neyse, kızımınkini yazdım gitti.

- Hanımefendi durun! Yüzme biliyorsunuz değil mi? Şu işaretli yerin sonrası iki metreyi geçiyor haberiniz olsun.

Muhatabının ben olup olmadığını anlamak için sesin geldiği yöne bakmaya çalışıyorum. Bana değilmiş bu uyarı. Cankurtaran olduğunu tahmin ettiğim gençten bir kız başka biriyle konuşuyor. Beni niye uyarmadın da benden sonra gelen kadını uyarıyorsun sevgili cankurtaran? Duruşum, yürüyüşüm o kadar mı yüzme bilir gibi duruyor? Hoşuma gitmedi değil aslında. Yaşa be, biliyorum tabii ki yüzmeyi, ben ufacık bir çocukken babam öğretti. Peki benim işareti hiç fark etmeden iki metrelik yere kadar yüzmüş olmama ne demeli? Ya havuzun bu bölümünün iki metreyi aştığını öğrendikten sonra paniklememe, can havliyle elimi kolumu çırpmama ve havuzun kenarını tutabilene kadar kalbimin yerinden çıkarcasına atmasına ne demeli? Sonra birileri beni görmüş olmasın diye etrafımı kolaçan etmeme. Neyse ki neredeyse herkes cankurtaranla yüzme bildiğini nasıl ispatlayacağını şaşıran kadının konuşmasına dikkat kesilmiş.

- Baba bu kayaları niye buraya böyle koymuşlar?

- Dalgakıran onun adı, dalgaları engellemeye yarıyor. Onlar olmasa burası yüzülecek gibi olmazdı.

- E ama hâlâ bir sürü dalga var.

- Bu azalmış hali işte düşün, benim boyumdan büyük dalgalar olurdu yoksa.

- Senin boyundan bile mi büyük? Korkuuunç.

Millet şap diye atlıyor ya havuza, seviyorum onları izlemeyi.

Millet şap diye atlıyor ya havuza, seviyorum onları izlemeyi. Atlamanın gençlik hevesi olduğunu düşünmeye başladım yeni yeni. Çocukken ben de çok severdim, gülle atlayışı olsun, çivileme olsun. İlk atlayışımı hatırlıyorum da. Kaç yaşındaydım? Beş belki altı. Karadeniz’in pek de yüzülesi olmayan kayalıklı yerlerinden biriydi. Su boyumu aştığı için can yeleği giydirmişlerdi bana. Can yeleğine güvenerek babamın atladığı kayalardan atlayıvermiştim suya. Kendimi suyun altında bulunca epey bir afallamıştım. Can yeleğinin beni ne olursa olsun suyun üzerinde tutacağını sanıyordum. Atladıktan sonra bir süreliğine de olsa suya batmayı hiç mi hiç beklemiyordum. Suyun üstüne çıkabildiğimde bana kızacaklarından korktuğum için babamlara ne kadar paniklediğimi hiç çaktırmamıştım. Hatta bilerek yaptığımı düşünmeleri için gidip ikinci kere o kayadan atlamıştım. Ama şimdi canım suya atlamayı hiç istemiyor. İzliyorum sadece. Yanlış atlayanlarla birlikte canım yanıyor. Kız öyle atlanır mı, betona çakılsan daha iyiydi diye yorumlar yapıyorum içimden. Bak bak, bir de takla atmaya çalışıyor. Kıracaksın kafanı yavrucuğum, değer mi hiç?

- Sena, bu tarafa gel.

- Yaa ben kayalardan atlamak istiyorum.

- Oralar tehlikeli kızım, yanımda yüz.

- Bir kere atlayacağım lütfen.

- Olmaz dedim, gel yanıma. Dalgakıranın orada yüzmek tehlikeli.

- Öff tamam ya geliyorum.

Derinde durmayı bir türlü öğrenemedim. Havuza gitmeden internetten arattım derdimi. Bir güzel videolar hazırlamışlar ki hayatında suya ayağını sokmamış biri bile yüzmeyi öğrenir gibi geliyor insana. “Ellerinizle ekmeğe tereyağı sürme hareketi, bacaklarınızla da boyacı merdivenine çıkıyormuş gibi yapın” diyor. Ne tuhaf benzetmeler bunlar, babam hiç böyle benzetmeler yapmaya çalışmazdı. Ekmeğine tereyağı sürerken merdiven tırmanan bir boyacı olmaya çalışıyorum suyun içinde. Ağzıma su doluyor, panikliyorum. Ekmeğini soğutmaya çalışan bir yengece dönüyor hareketlerim. Sonunda dayanamayıp kulaç atmaya başlıyorum. Kulaçlarım hiç de fena değildir hani. Ah şu hemencecik bastırıveren yorgunluk da olmasa.

- Baba, baba, baba, hığk...

- Bababababa...hığkk...

- Nefes al hığkkkk...

- Babababa...

- Nefes al...

- Baba!

- Sena... hığhığk... se... hıığk... nefesal...

Bugünlük bu kadar heyecan yeter deyip havuzun kenarındaki duşun altına giriyorum.

Onaylanmayı bu kadar mı çok istedim de hiçbir muhabbetim olmayan bir insan durup dururken gelip yüzüşümü övüyor? Allah’ın işi.

Bugünlük bu kadar heyecan yeter deyip havuzun kenarındaki duşun altına giriyorum. Başka bir hanım geliyor yanıma. “Çok iyi yüzdün, inşallah bir gün ben de senin gibi yüzebilirim” diyor bana. Ne diyeceğimi bilemiyorum başta. Kaşlarımı çatmamaya çalışarak “Eh işte yüzmeye çalışıyorum” diyorum. Onaylanma ihtiyacım bu kadar mı alnımdan okunuyor? Onaylanmayı bu kadar mı çok istedim de hiçbir muhabbetim olmayan bir insan durup dururken gelip yüzüşümü övüyor? Allah’ın işi. Duştan sonra bir köşeye gidip hüngür hüngür ağlamadıysam bu kadın ve övgüsü sayesinde. Halbuki ağlamanın tam sırası. Yılların acısını çıkartarak bağıra çağıra. Hiçbir ayrıntısını unutamadığım o günle dolu içim dışım.

- Babam nerede? Baba!

- Şşt tamam, şu suyu iç, kusmaya çalış, çok su yuttun.

- Babam diyorum babam nerede?

- Bak şuradaki amcalar onu almaya gittiler, gelecek baban, şu suyu iç hadi.

- Babamı istiyorum, baba, baba, baba...

- Bak bende vişne suyu var, su içmek istemiyorsan bunu iç.

- Babam neden hâlâ çıkmadı?

- Kek ister misin? Acıkmışsındır. Meyveli kek sever misin?

- Baba! Ben sadece kayalardan atlamak istemiştim, özür dilerim babacığım, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.

- Off ne akıntı olur dalgakıranların yanında...

- Tabii ya, yazık.

- Şşt, çocuk duyacak. Hah çıkarttılar. Hay Allah...

- BABA!

- Dur, sen burada bizimle dur canım tamam mı, bak babanla ilgileniyorlar, biz seninle burada bekleyelim, baban iyi olunca yanımıza gelir. Biraz çikolata ister misin?

- Yazık be, çocuğu kurtaracağım derken...

- Susun dedim yeter ama, duyacak şimdi.

Bizimkilere söylemedim havuza gittiğimi. Söylemeyi de düşünmüyordum. Panik yaparlar, engel olmaya çalışırlar sonra diye düşündüm. Ama içimde cereyan eden duygular o kadar yoğundu ki. Göğüs kafesimdeki ağırlık birileriyle konuşmadan geçmeyecekti. Panik yapacak bir şey yoktu. Bugün bana acemilere yapılan uyarılar yapılmamıştı, üstelik bana “çok iyi yüzdün” bile denilmişti. Bisiklete binmek gibiydi demek yüzmek. Yirmi sene küvete bile girmekten dahi kaçınsan unutulmuyordu.

- Annenlerin numarasını ezbere biliyor musun canım?

Akşam yemeğinde pat diye söyledim havuza gittiğimi. Konuşmalar, çatal kaşık sesleri kesiliverdi. Eşim ve kızım gözlerini kocaman açmış ne diyeceklerini bilemez bir şekilde bana bakakaldı. Konuşmayı devam ettirmem gerektiğini hissettim. Kızıma döndüm, “senin numaranı verdim girişte, bir sorun çıkması ihtimaline karşı.” Yutkundu. Alnını kaşıdı. Önce tabağına, sonra bana sonra tekrar tabağına baktı. “Demek o yüzden havuz reklam mesajı atmış” dedi. Sustu. Belli belirsiz mırıldandı. “Ben de numaramı nereden bulduklarını merak etmiştim.”