Karyağdı beyaza belenince

CEMAL ŞAKAR
Abone Ol

Karyağdı'nın tepeleri beyaza beleniyordu. Bir şeyler yapmak lazımdı. Nerdeyse çalı çırpı kökü yemeye başlayacaktık. Olmazdı böyle; ya yine bir iki köy basıp nevaleyi düzecektik ya da ovaya inecektik. "Olmaz böyle." dedi, Efe. "Beri bak... En iyisi benim köye inelim. Bakalım bakam Mevla'm ne gösterecek."

Bu işte bir terslik vardı. Son baskınımızdan beri günler, haftalar, aylar geçmiş olmasına rağmen jandarma ortalıkta görünmüyordu. Normalde bizi peşelemeleri ya da çoktan baskın vermeleri gerekiyordu. Kayalıkların, ağaçların tepesinde nöbet tuta tuta ağaca dönmüştük. Rüzgâr poyraza dönmüş, yağmurlar başlamış, ağaçlar yapraklarını dökmeye durmuştu. Kış hazırlıkları için çoktan kalkışmamız gerekiyordu, ama bu bekleyiş bizde alışmadığımız bir korkuyu büyütüyordu. Karyağdı'nın tepesinde karlar kelebekler gibi uçuşmaya başlamıştı. Yakında beyaza belenirdi. Bu bizim kış hazırlıklarına başlamamız için son işaretti. Ama kafamızı çıkarsak sanki pusudaki jandarma bizi hemen tepeleyecek diye korkuyorduk.

Efe haber salmış, nöbet yerlerini terk edip mağarada toplandık. Bu ilk defa oluyordu. Fakir soframızın başında "Efe, bundan sonra nöbet möbet yok, gelecekse gelsinler bakam." dedi. İçimizdeki korku daha da büyüdü. Bir şeyleri ilk defa yapmak cesaret işidir, oysa bizim cesaretimiz giderek kırılıyordu. Efe'nin kahvesi geldi. Mustafaların Mustafa kahvemiz de bitti Efe, deyip ateşin kenarına ilişti. Alev sarı saçlarını kızıla döndürüyordu. Onunla nerdeyse yaşıttık; grubun en gençleriydik, en gençleriydik ama yaşımız belki de otuz beşi aşmıştı. Ne zamandır yeni kızanlar bize katılmıyordu. Kala kala on kişi kalmıştık.

Efe'ye baktım. Gözlerini kucağına devirmiş; bir zamanlar mağara duvarlarına sığmayan gölgesi şimdi duvarlarda dal gibi kıpraşıyordu. "Bu işte bir bit yeniği var," dedi, "hiç böyle olmadıydı." Mavzerlerin bakımı muntazam yapılıyor, bıçaklar, kamalar bileniyordu; hepsi pek yavuzdu, ama nafile! Kullanılmaya kullanılmaya pas tutacaklardı. En son Gerdeme köyünü bastığımızda bir değişiklik yoktu, ne ihtiyacımız varsa güzelce tedarik etmiştik. Normalde daha gece çıkmadan jandarma bizi illa peşeler; peşimizde olduklarını belli etmek için rastgele ateş açardı. Oysa bu kez nerdeyse elimizi kolumuzu sallaya sallaya dönmüştük. Bu da Efe'yi tedirgin ediyordu. Büyük plan var hakkımızda deyip duruyordu; hepimizin işini aynı anda bitirmek istiyorlar bu kez.

Komutan da değişmişti. Onun planlarını, taktiklerini pek bilmiyorduk. Eskisiyle kedi fare gibi oynaşırdık. Ne saz çalınıyordu ne türkü söyleniyordu. Alevin feri geçtikçe biz de içimize çöküyorduk. Kimsenin ateşe odun atmak ya aklına gelmiyordu ya da içinden gelmiyordu. "Böyleyken böyle." dedi Yörük Veli. "He ya..." dedi Sarıların Hüseyin. Efe başını kaldırdı. O ne surattı öyle, bildiğin katran karası. Korktuk valla, sanki dünya üstüne devrilmişti. Saçları daha beyaz, çizgiler daha derin, sakalı daha uzun, gözleri daha içine gömülmüş. Feri gitmiş alev, çökmüş avurtlarını bir uçuruma çeviriyordu."Eeee? Ne yani?" dedi Efe. Ama sesi nasıl çatal çatal öyle... Yırtıla yırtıla çıkıyordu. Yine aynı lafı tekrarladı Yörük Ali. Efe onu haklı buldu. "Beri bak... Böyleyken böyle. O zaman," deyip bana doğru döndü; "en okumuşumuz sensin Karaların Mehmet. Kasabaya bir in bakam. Bu jandarma neden gelmez olmuş."

*

En okumuşları bendim, bendim de ilk mektep üçü ancak bir ay okuyabilmiş, sonra babam okuyup ne olacak, sanki ormancı mı olacaksın deyip beni çift çubuğa yollamıştı. Çift çubuk peşinde yapamamıştım. Bir gün tarlanın sınırındaki meşenin altında serinlerken, Efe kızanlarıyla beygirlerin sırtında rüzgâr gibi geçti. Sesimi zor yetiştirmiştim onlara, beni de alın diye. Mustafaların Mustafa gel len deyip terkisine atmıştı beni. Sanki yele kapılmıştım, sanki ayaklarım yerden kesilmiş rüzgârın içinden geçiyordum. Geriye dönüp baktım; ana, baba, çift çubuk... Hepsi bir sise dönüşüyordu.

Kasabadaki hiçbir yazıyı okuyamıyordum. Her şey değişmişti. Değişmeden kalmış birkaç eski tabelayı görünce heceleye kekeleye okuyabiliyordum, ama yeni tabelalar başka bir şeye dönüşmüştü, hiçbirini çözemedim. Zaten kasabanın derinlerine girmeye korkuyordum. Bize hep yakınlık gösteren Kahveci Ali'ye vardım, eskisi gibi sinsi sinsi... Arka bahçede bir iki hışırtı çıkardım, öksürdüm, aksırdım. Ali işi çaktı, geldi. Şaşkın şaşkın baktı bana.

"Ne o len? Çocuk gibi oynaşıyon arkada. "Eskiden bizi görünce çekinir, sus pus olurdu. Şimdi beni çocuk gibi paylıyordu. "Kes len!" dedim, sertçe. Mostrasını bozmadı. Beni ilk masaya çekti. Ben çay katem, deyip ocağa sıvıştı. İki çay kapıp geldi. "Anlaşılan sizin bi şeyden haberiniz yok." dedi. "Neyden len?" "Ohooo..." dedi, bilmiş bilmiş. "Neler olmadı ki!" O anlattıkça kafam allak bullak oldu. Bir şey anlayamaz oldum. Ben, iyi ama, diye sordukça o da üşenmedi anlattı. Padişah sürülmüş, Osmanlı gitmiş, Cumhuriyet gelmiş, Ankara'da hükümet kurulmuş, harfler, elbiseler değişmiş, genel af çıkmış... Olmuş da olmuş... Gitmek ne gelmek ne değişmek ne değişmemek ne... Kafam oldu çorba. Aman diye düşündüm, Ankara nere Madra Dağları nere? "Sizin anlayacağınız her şey değişti. Size de af çıktı. İnin artık köyünüze, kasabanıza." Kasabadan sanki çırılçıplak çıktım, yeni doğmuş gibiydim, sırtımdaki mavzerden, altımdaki beygirden, üzerimdeki kıyafetlerden bir utandım, bir utandım... Beygiri nasıl koşturdum, nasıl koşturdum, ikimiz de şaştık bu işe. Bizim bölgeye gelince göğsüm ferahladı. Rahatladım. Derin derin nefes aldım.

*

Beri bak... Ne olmuş şimdi diye üçüncüye soruyordu Efe. Üçüncü kez anlattım. Ama ben kahveci kadar güzel anlatamıyordum. Anlattıkça herkesin kafa oldu çorba. "Beri bak... Tamam anladım da biz ne olacağız şimdi, onu anlamadım." dedi Efe. "Bizi mizi yok Efe... Af çıkmış... Elimizi kolumuzu sallaya sallaya ineceğiz köyümüze, kasabamıza." "Onu anladım. Beri bak... İnince ne bok yiyeceğiz?" Birden durdum. Herkes bana bakıyordu. Gerçekten ne bok yiyecektik? Bildiğimiz tek iş elimizden alınmıştı. "Onlar değişirse değişsin, biz bildiğimizi okuyacağız." dedi Kahyaların İbrahim. "İyi ama... Ben de kahveciye öyle dediydim, ama kazın ayağı öyle değilmiş. Köyler artık daha iyi korunuyor, yollar tutuluyormuş, silahlar değişmiş... Sizi anında tepelerler deyip duru." "O senin gözünü korkutmak için öyle demiştir." dedi Pehlivan Salih.

"İyi ama... Benim gözüm harbiden korktu valla. Kasabada herkes efe gibi geziyor. Kahveci bile beni görünce çocukla alay eder gibi konuştu. Eskiden olsa mümkün mü?" "Böyle olmayacak." dedi Efe. "Madem af çıkmış, madem her şey değişmiş, madem o olmuş, madem bu olmuş, o zaman biz de kasabaya inip kendi gözlerimizle görelim; bakalım bakam neler olmuş. Beri bak... Şimdi uyuyun, sabaha karşı varalım kasabaya." "İyi ama," dedim, "öyle eskisi gibi yılan gibi sokulmaya gerek yok kasabaya; madem öyle olmuş, elimizi kolumuzu sallaya sallaya gidelim." Efe yine de tedbiri elden bırakmamaktan yanaydı. Yatmadan önce tüfekleri, cephaneyi, kamaları, bıçakları mağaranın derinlerinde bir yere gömdük. Yorulmuştuk. Nöbetçi filan bırakmadan uyuduk.

*

Beygirleri kasabanın yakınındaki koruya bıraktık. Çıkınlarımızda ne varsa oturup güzelce atıştırdık. Efe önde biz arkada kasabaya girdikçe tedirginliğimiz artıyordu. Ne olacaktı? Girişteki mahalleyi geçince sokaklarda hareket başlamıştı. Herkes bize tuhaf tuhaf bakıp kikirdiyordu. Üstümüze başımıza baktık, açıkta bir şey var mı diye; ama her zamanki bizdik. Yanımızdan geçen birkaç çocuk, şaşkın şakın bizi süzüyordu. Len sadıç bugün kasabanın kurtuluşu mu, diye manalı manalı sordu biri. Diğeri güldü, belki mektebin birinde müsamere varsa diye kikirdedi diğeri. Anlamıyorduk bize yönelmiş bakışları. Yürüdükçe omuzlarımız düştü, başımız eğildi, birbirimize biraz daha sokulduk. Arkamızdan birileri sesleniyordu. "Hey siz! Ne bu kumpanya len?" Dönüp baktık. Birkaç jandarma gibi, ama değil gibi, üniformalar bir değişik...

Efe bozuldu, bir efelenesi geldi; hemen Yörük koluna girdi. Dut yemiş bülbül gibiydik. Ne diyecektik şimdi jandarmalara? Efe'nin morali zaten iyice bozulmuştu. "Beri bak... Biz," dedi, "dağdan indik." Dağ filan deyince belki kalplerine korku salmayı ummuştu. Ama öyle olmadı. Daha da madara olduk. "Belli," dedi, "dağdan indiğiniz. "Efe bu sefer, paçayı ele vermişiz gibi korktu. "Af çıkmış diye duyduk da... Beri bak..." "Af eşkıyalara çıktı, sizin gibi kumpanyacılara değil." deyip gülüştü jandarmalar. "Hele," dedi, "bir karakola varalım, bakalım size de af çıkmış mı?" Yol boyu bizimle maytap geçtiler. "Şimdi sıçtık." dedi, Pehlivan. Karakol tamam... Bizim bildiğimiz bina. Duvardaki fotoğraflar değişmiş, yazılar değişmiş, her bir şey değişmiş. Komutanı tanımıyoruz, erlerden hiçbirini gözümüz ısırmıyor. Ama duvardaki fotoğraflara bakınca Ankara'nın buralara kadar geldiğini anladım.

"Ee?" dedi, komutan. "Böyleyken böyle." dedi Yörük Veli. "He ya..." dedi Sarıların Hüseyin. Erlere döndü komutan, niye bizi karakola getirdiklerini sordu; sesinde açık bir alay vardı. Uzatmalının gözüne şüpheli görünmüşüz. Komutan bastı kahkahayı. "Ne şüphelisi oğlum?" deyip deyip güldü. Efe'nin suratı karardıkça karardı. Yörük tutmasa maraza çıkması an meselesiydi. Hazır af çıkmışken, hiç yere zindanı boylamak istemiyorduk. "Anlaşılan sizin canınız sıkılmış, kendinize kumpanya çıkarmışsınız, sizi gidi hergeleler!" deyip gülmeye devam etti. "Sen en iyisi bahçede bunlara bir zeybek oynat da sonra salıver gitsin. Baksana adamlar bir güzel giyinmiş, boşa gitmesin bari. Ceplerine de üç beş kuruş koyuverin." Allah'tan öyle zeybek meybek diye tutturmadılar da biz de maraza çıkarmadan uzaklaştık karakoldan.

Çocukların gülüşmelerinin arasından hızlıca geçtik. Kahvenin önünden geçerken bizi tanıyan bir iki kişi seslendi. Bi aşağı bi yukarı... Nere gidip durun... Gelin bir soluklanın, çay kahve için... Bizden len, bizden... Oralı bile olmadık. Tam kahveyi geçmişken Gerdemeli Osman bağırdı: "Bizim eve uğrayın da yengeniz size bir iki tavuk, yumurta filan versin. Torbanızı tarhana, bulgurla doldursun. Önümüz kış ha!" Masada bir kahkaha patladı. Köye son gittiğimizde çocuk gibi yalvardıydı puşt, kışın biz ne yiyeceğiz, diye. Efe'yi hiçbirimiz tutamadık. Masaya bir daldı, pir daldı. Biz varıncaya kadar hepsinin ağzını burnunu dümdüz etmişti. Efe kendine geldi, omuzları dikleşti, yüzü yerden kalktı. Hızlı hızlı koruya doğru yollandık.

*

Karyağdı'nın tepeleri beyaza beleniyordu. Bir şeyler yapmak lazımdı. Nerdeyse çalı çırpı kökü yemeye başlayacaktık. Olmazdı böyle; ya yine bir iki köy basıp nevaleyi düzecektik ya da ovaya inecektik. "Olmaz böyle." dedi, Efe. "Beri bak... En iyisi benim köye inelim. Bakalım bakam Mevla'm ne gösterecek."

Eve yıllardır giren yoktu. Çatı yer yer çökmüş, divanlarda sıçan bokları... Yaz olsa yılan çıyan korkusundan girilmez zaten. Çaresizce birbirimize bakarken muhtar geldi. Duymuş. Sözde biz kimseye çaktırmadan girmiştik köye. Herkesin her şeyden hemen haberi olmuş. Üzülmüşler bize. Köy odasına doğru yöneldik mahcup mahcup. Azalar, ihtiyarlar hepsi orada. Kimse bize gülmedi. İnsanın köyü gibisi yoktu. Ama Allah için biz de bu köye hiç ilişmemiştik.

Köyde elinden iş gelen birkaç kişi evi elden geçirinceye kadar köy odasında kalacaktık. Kış boyu köylü elbirliğiyle bize bakacaktı. Bahar gelince biz de çifte çubuğa girişecektik. Birkaç küçük ve büyükbaş edinecektik. Böyle uygun görmüşler. Köy işi kolaydır, dediler, hiçbir şey bilmiyorsan köylüyü takip et, çifte başlamışsa sen de başla, tohum atıyorsa sen de at, biçiyorsa sen de biç. Gönlümüzü ferahlatmak istiyorlardı. Elimizden bir şey gelmiyordu. Boynumuzu büktük. Münasip bulduk. Efe kuşağında sakladığı bilezikleri, küpeleri, halkaları, beşibiryerdeleri ortalığa döktü. Muhtardan, bize yapılacak katkıya uygun bir şekilde köylüye pay etmesini istedi. "En iyisi bunları karakola teslim edelim." dedi Muhtar. "Kimlerden aldıysanız söylersiniz, onlar da sahiplerine iade eder." "Hepsi bizim." dedi, birden Efe, kendinin de beklemediği bir tepkiyle. "Kim bilir kimlerden aldık. Bunlar yılların... Beri bak..." Sustu.