Kara delik
Burası benim odam, ama o da kesinlikle bir kara delik. Geriye yapılacak tek bir şey kaldığını tahmin etmek çok da güç olmasa gerek: Eller bele konulur, nefesler alınır ve mümkünse verilir, şöyle bir bakılır boş duvarlara, burada yaşamanın bir yolu olmadığında karar kılınır, şöyle bir düşünülür, ağır ağır geriye doğru ilk adım atılır ve kara deliklerin sadece senin odanda olmadığı sonucuna varılır.
Odamda bir kara delik var.
Buna inanması güç, biliyorum, ama insanın yıllardır olduğu yerde duran kitapları birer ikişer kaybolduğunda, buna bir açıklama bulmak hiç de sanıldığı kadar kolay olmuyor. Elbette ilkin kitaplar değildi yitenler; masanın üzerine bıraktığım üç beş kuruştu, bir türlü nerede olduğunu bulamadığım kalemlerdi, kutusundan eksilen ilaçlardı, hatta kimi zaman bir kenara not ettiğim bölük pörçük cümlelerdi. Odadan sürekli bir şeyler eksiliyordu, bense her aynaya baktığımda hiçbir şey olmamış gibi kendimi eksiksiz görüyor veya eksiksiz gördüğümü sanıyordum. Buna bir anlam vermek çok güçtü, ta ki bir gün hışımla odaya girip babamdan kalma saatimi çıkarıp elimden düşürürken ve saatin yere çarpmasını yüzümü buruşturarak beklerken saatin aniden yok olduğunu görünceye dek. Böyle bir durumda önce gözler kırpıştırılır, elbette nefes alışlar sıklaşır; kaşları çatmak ve gerilemek, sonra kaçacak bir yer olmadığını hatırlayıp ağır ağır eğilmek yapılacak işlerin en doğalıdır.
Avuçla yer şöyle bir yoklanır. Soğuktur. Sanki daha yeni bir saati yutmamış gibi kendi halindedir. Orada öylece durmanın bir fayda etmediğini anlamak uzun sürmez. Aniden kalkılır. Şöyle bir etrafa bakılır, hiç kuşkusuz atılacak, daha doğrusu yere bırakılacak bir şeyler aranır. Böylesi bir mucizenin içindeyken bile insan ilk eline geleni atmayı başaramaz. Düşünür, neyi kaybederse en az üzüleceğini hesap eder. Eski bir defterden bir sayfa yırtılır ve tam saatin yok olduğu yere bırakılır. Bir parça kâğıt asla bir saat kadar hızlı düşmez; oysa iş yere değme anına geldiğinde, tıpkı bir saat kadar hızla yok olur. Artık insanın gözlerine inanamadığı safhaya geçilir. Gerçek apaçık ortadadır: Odamda bir kara delik var-dır. Odanın bir ucundan öbürüne yürüyüp dururken, her seferinde, tam da adımın oraya gelecekken kendine hâkim olursun. Çoktan elinle yoklamış olsan bile, sanki üzerine basarsan içine düşecekmişsin gibi hissedersin.
Oysa bilirsin, daha önce defalarca kez basmışsındır oraya, muhakkak basmışsındır, basmamış olman mümkün müdür? Değildir. Olmaması gerekir. Yine de basmamayı seçersin, bunun senin özgür seçimin olduğuna inanırsın. Ve elbette ki kendini kandıran her insanın yapacağı o kadim geleneği sürdürürsün: Durursun. İnsan ha deyince kendine inanmaz, hele ki yalnız başına bir odanın içinde hiç olmayacak bir işe bulaşmışsa, hiç inanmaz. Ben de aldım elime kalınca bir kitap bu sefer. "Peki," dedim içimden, "Bu, bir savaş." Elbette ki meseleyi olduğundan büyük gösteriyor da olabilirdim. Ortada bir savaş olmayabilirdi pekala, çoktan yenilmiş ve gelip esir alınmayı bekliyor, ama bunu fark edemiyor olabilirdim. Ama insan bir kere bir savaşın içinde olduğunu düşündü mü, tek hedefi kazanmak olur, kazanmadığı sürece, her şey bitse bile, savaş bitmez. Bundan olsa gerek, aniden parmaklarımı araladım ve kitap gözümü bile kısmaya fırsat bulamadan yere çarpar çarpmaz, ama hiç ses çıkarmadan yok oldu. Sanki içimde bir boşluk büyüdü.
Henüz okumamıştım bile onu, ne gerek vardı? Hırsla döndüm ve fırlatabileceğim bir şeyler aradım. Anlıyorsunuz değil mi, benim odamda, benim kitabımı, hem de daha onu henüz okumamışken, tutup yere atsam bile, hiçbir kara deliğin oburlukla onu yutmasına izin veremezdim. Dedim ya, bir savaş bu! Gözüme ilişen kupa bardağı aldım ve dişlerimi gıcırdatırken ya attığımda kaybolmazsa diye düşündüm, çünkü o zaman kırılırdı bardak, oysa severdim bardağımı. Kara deliğin içine girip yok olsaydı da üzülürdüm elbet; ama en azından savaşta yitip giderdi o zaman, diğer türlüsü pisi pisine bir ölüm olurdu. Ama artık geri dönemezdim, her şey için çok geçti, kolumu kaldırmıştım bile, usulca bardağı fırlatmaktan vazgeçersem korkmuş olduğumu göstermiş olurdum. Hayır, anlamalıydı, bir kara delik olabilirdi o, ama burası benim odamdı. Kayboldu. İlk fırlattığım bardak, daha sonra fırlatacağım her şey gibi kayboldu. Bir sonu yok muydu, bilmem, belki de bunu öğrenmek istemiştim.
Dizlerimin üstüne çökmüşken ve kulağımı dayamışken yere, ama tam da değdirmemişken bir şeyler duymayı ummuştum. Hayır, hiçbir şey duyulmuyordu. Ne kalmıştı atacak, bırakacak, fırlatacak, koyacak, uzatacak; şöyle bir bakmak gerek etrafa, denebilir ki, boş odaya. Geriye hiçbir şey kalmamış gibiydi. Dolapların içleri boşalmıştı, tek bir çift çorabım bile kalmamıştı. Her şeyi, her şeyi mi cidden atmıştım? İşte asıl buna inanmak güç. Hadi diyelim son attığım anahtarı yutmadı, ne olacak o zaman, o kadar şeyi bir kara deliğe kaptırdıktan sonra elde kalan anahtarla hayatıma nasıl devam edecektim? Hiç mi utanmayacaktım? Söylesenize, böyle savaş kazanmak mı olur, bu nasıl kazanmak? Ama neyse ki, odamdaki kara delik anahtarlarımı da yutmuştu. Böyle şeyleri dert etmem gereksizdi o an. Koca dolap, kitaplık, masa, sandalye, koltuk kalmıştı geriye. Hadi canım! Bunları da alamaz ya içine. Yoksa? Hakikaten de her şeyimi yitirecek miydim?
Artık bunun cevabını merak bile etmiyordum, bir işti sadece onları ite kaka, zorla, terleyerek kara deliğin olduğu yere getirmek. Tek düşündüğüm, onları da taşımak ve odayı boşaltmaktı artık. Sonrasına bakacağız, bakacaktık, başka ne gelir elden? Ve son parça eşya da kara deliğin sessiz sedasız süren akşam yemeğinin bir parçası olarak yutulunca, dört tarafı duvarlarla çevrili odanın boşluğuna bakılır ve alında biriken terler şöyle bir silinir. Artık her şey daha da apaçıklığıyla ortadadır: Burası benim odam, ama o da kesinlikle bir kara delik. Geriye yapılacak tek bir şey kaldığını tahmin etmek çok da güç olmasa gerek: Eller bele konulur, nefesler alınır ve mümkünse verilir, şöyle bir bakılır boş duvarlara, burada yaşamanın bir yolu olmadığında karar kılınır, şöyle bir düşünülür, ağır ağır geriye doğru ilk adım atılır ve kara deliklerin sadece senin odanda olmadığı sonucuna varılır; geriye atılan ikinci adımda hatırlarsın köşe başındaki kara deliği, üçüncü adımda kalabalık pazar yerindeki kara delik gelir aklına, dördüncü adım merdivenlerini çıktığın binanın çatısını canlandırır zihninde, beşinci adımla anlarsın her yerin kara deliklerle çevrili olduğunu.
Sırtın duvara değer ve geril(e)men son bulur böylece, eller iner belden, gözler kapatılır ve mümkünse açılır; şimdi sırada hızla koşmak ve zıplamak ve odandaki kara deliğin içine süzülmek vardır; evet, her yerdedir belki kara delikler, ama insan ne olursa olsun kendi odasındaki kara deliğin içinde yok olmayı seçer. Koştum, zıpladım, kara deliğin olduğu yere doğru düştüm; hiçbir şey olmadı; her şeyimi yutan kara delik beni kabul etmedi; her şeyim yitip gitti ama ben yok olmayı beceremedim.