Kan Portakalı ve Uçurtma
Sinemada minimal bir yol tutturup eski zaman yönetmenlerinden destur almanın ve kült olmuşlara selam çakmanın devriydi. Önce sinefil olmalıydı sinema yapan. Edebiyatta da durum farksız. Çokça okumuş olmayı göstermenin; eski yazar-üstatları kutsamanın devriydi bu devir. Ciddiyetsizliğin ve ekabirliğin devri…
“Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi”
Yunus Emre
Mehdi, elindeki yarım domatesi akıta akıta yerken birden gülmeye başlamıştı. Bu sahneyi üçüncü kez çekiyorduk ve yine aynı şey olmuştu.
“Tamam abi kestik! Mehdi neden gülüyorsun?”
“Domatesi ısırınca ses çıkıyor abi.”
Mithat bir şey diyecek gibi nefeslendi, vazgeçti sustu. Mültecilerle ilgili bir film çekiyorduk. Mithat parmaklarını çıtırdatıyordu. Sinirlenince böyle yapar. Benim gözüm parkın içinden geçen seyyar meyveciye ve portakallarına takıldı. Bu mevsimde bulunmaları enteresandı.
Kan portakalına Sicilya portakalı denildiğini ilk kez bir İtalyan’dan değil Rumen’den öğrenmiştim. Aynı muhabbet ortamında Nofel adlı, soyadını hatırlamadığım Suriyeli bir arkadaş, Suriye’de izlediği bir kısa filmi anlatmıştı:
İki çocuktan biri elindeki portakalı küçük parmaklarını batıra batıra soyarken diğeri hayran hayran O’nu izlemekteymiş. Sonra şöyle demiş izleyen:
“Keşke benim bir elmam olsaydı da yarısını sana verseydim.”
Öteki soymayı bitirdiği portakalı şapur şupur yerken “Keşke” demiş ebleh sıfatıyla sırıtarak ve zıkkımlanmaya devam etmiş.
Mithat mültecilerle ilgili bir film yapmak istediğini söylediğinde aklıma bu hikaye geldi. Hemen anlattım. Biraz düşündü. Ali Fuat Erden’in Kanal Cephesi’nde sakladığı portakalla ilgili hikayeyi anlattı. Sonra cephe kızıştığında kum fırtınasında portakalı yiyemediğini anlatıyordu Erden. Duygusu çok farklı bir portakal hikayesiydi bu. Benim de aklıma Çadlı bir arkadaşımın memleketine gittiğinde; gelen misafirlerine dilim dilim ikram ettiği portakallar geldi. Tüm bu portakal hikayeleri içinde sürekli Nofel’in hikayesinin nasıl bizim filme uyarlanabileceğini düşünüyordum
Mithat’ı tanıyalı daha iki yıl olmuştu Bir dizinin çekiminde tanışmıştık Onun bir küçük rolü vardı dizide ben ise yapım işlerini koşturuyordum. Mithat bir yandan da kameranın arkasında olmak, film çekmek istiyordu; tıpkı benim bir yandan yazmaya çabalamam gibi. Onunla bu üçüncü denememiz olmuştu. İlk iki film istediğimiz gibi olmamıştı. Her seferinde aklına orijinal bir fikir gelmesine rağmen ortaya nasıl böyle berbat filmler çıktığını anlamıyordum. Sanırım bir şeyi gözden kaçırıyordu, tıpkı benim yazarken kaçırdığım gibi. Devir hız ve kısa cümlelerin devri; devir Twitter’ın, zekice cümleler kurma çabalarının, beğenmeme ve eleştirmenin devriydi.
Sinemada minimal bir yol tutturup eski zaman yönetmenlerinden destur almanın ve kült olmuşlara selam çakmanın devriydi. Önce sinefil olmalıydı sinema yapan. Edebiyatta da durum farksız. Çokça okumuş olmayı göstermenin; eski yazar-üstatları kutsamanın devriydi bu devir. Ciddiyetsizliğin ve ekabirliğin devri… Çokça laf, bolca mizansen ve atıfların devri…Devir başkalarının hayallerinden hayaller devşirme devriydi. Başarısız olmamız kaçınılmaz. Mithat eski usul bir yönetmen olma çabasıyla ideal olanı söyletmeye çalışıyordu karakterlerine. Mesela çekimlerden birinde Mehdi şu repliği söylemeye çalışıyordu:
“Bu durum içimi burkuyor. Sanki ne desem ,derin bir bulantı...”
Oysa senaryoda Mehdi bir mülteci Bu cümleyi söyleyemez. Filmin hikayesinde parkta kalan bir evsiz meczuba mülteciler bakıyordu. Mehdi senaryoda sokakta kalmak durumunda olan bu mültecilerden biri ve aslında gerçekten bir mülteci! Onu ben buldum. Bir Türkmen. Hep tıraş olduğum berber onu yanına almış, çalıştırıyor. Üç kardeşler. Berber Mehdi’nin daha karlı işler peşinde koştuğunu, bazen İkitelli’deki atölyelere gittiğini; sonra orada sefaletten burnu sürtünce tekrar yanına geldiğini anlatıyordu gizli bir kıvançla. Berber bunları anlatırken ben portakalları düşünüyordum. Şeker Portakalı’nı, Otomatik Portakal’ı, Godfather’daki portakal efsanesini…
İlginçtir portakal bana ölümü hatırlatıyordu. Berberin -ancak dikkatli baktığınızda titrediğini fark edeceğiniz- elinde tuttuğu usturanın bir kan portakalını böldüğünü hayal ediyordum. Mithat, Mehdi’yi oynatmayı kabul ettiği için pişmandır belki çünkü bir sahneyi üç beş kez çekiyorduk. Bence bana teşekkür etmeli. Çünkü biraz zahmetli de olsa bu rol için O’ndan iyisini bulamazdı.
Mehdi nihayet repliğini söyleyebildi. Sonraki sahnede Atakan parkta uçurtma uçuracaktı. Atakan, Mithat’ın komşu çocuğu. Anne babası da izliyordu çocuğu. Atakan tombulca, al yanaklı. Tertemiz kıyafeti ve parıldayan gözleriyle uçurtmaya bakıyordu. Etrafında beşer lira verip oturttuğumuz Suriyeli çocuklar vardı. İsimlerini bilmiyorum. Senaryo gereği iç geçirmeleri gerekiyordu uçurtmaya. Oysa ben biliyordum. Onlar gerçekten iç geçiriyorlardı.
“Beyler koşun! Patlama olmuş!”
Çekim aracının içinden biri bağırmıştı. İçerdeki monitörde sıcak haber olarak geçiyorlardı patlamayı. Ölü ve yaralılar vardı. Atakan’›n tuttuğu uçurtmanın ipi kopuyordu. İpi kopmuş uçurtmalar gibi savrulmuş Suriyeli mülteci çocukların Atakan’a. “Keşke bir gemimiz olsaydı kağıttan; senle yüzdürseydi,” dediklerini hayal ettim.
Tadımız kaçmıştı. Ekranın etrafında toplandık. Anlamsız homurdanmalar içinde, neye tepki vereceğini şaşırmış insanlardık. Biraz sonra sete getirilecek hamburger ve kolalar belki bu üzüntüyü dağıtacaktı. Çünkü Allah’ın cezası bu devir, hız devriydi. Hüznümüzü çalmıştı birileri. Ekipten biri bağırdı:
“Kamera yok!”
Kamera yok. İpi kopmuş uçurtma yok. Suriyeli çocuklar yok. Kan portakalları, ipi kopmuş uçurtmalar, Suriyeli düşkün çocuklar, bombalar, ölü Can’lar var. Alıp kaçmış çocuklar kamerayı tüm saçma senaryomuza, kurgumuza, hamburger ve kolalarımıza lanet edercesine.
Mithat film çekmeyi bilmiyor, uzun replikler kurduruyor karakterlere. Ben hikaye yazmayı bilmiyorum, uzatıyorum lafı.
- Kimse bana “gelenekle moderni harmanladım, onları bir potada erittim” dedirtemez. (Dedi) (AE)