Kan bağı
Isfahan’ın ilk uykusu beni bekliyor. Güneş meydandan elini eteğini çekmiş. Akşam mavisinden kör edici karanlığa doğru meşaleler yanıyor bir bir. Dumanlı bir gök duruyor tepemde. Ali Kapu karşımda. Dükkanın önündeyim. Sarayın balkonunda akşam yemeği koşuşturması var. Ahşap sütunlar arasında cariyeler, halayıklar, uşaklar. Manzara artık daha tanıdık geliyor.
Dünyaya ilk kez bir atın sırtından bakıyorum. Ama bir acemi gibi değilim. Yılların tanışlığı var sanki. Duruşumda da bir eğretilik yok. Hafif eğiliyorum. Bacaklarım hayvanın karnını sıkıca kavrıyor. Seğiren kasları ritimsiz. Dizgini tutuyorum. Atın iki kulağı arasından seyrediyorum etrafı. Onlarca adam var karşımda. Üzerime doğru geliyorlar. At nefes nefese, ben halsizim. Soluyoruz. Atın boynuna yaslıyorum başımı. Hırıltılı nefesi. Olduğum yerde kalakalıyorum. Atlılar canımın derdindeler sanki. Yüzlerindeki hırs, yüzlerindeki kin, öyle bir hırs öyle bir kin. İki grup var meydanda. Bir taraf beyaz giyinmiş, diğeri siyah. Ellerinde tüfekler. Uzunca tüfekler var. Kuşanmışlar tek elleriyle. Hepsi birden, soluksuz üzerime geliyor. Hız kesmiyorlar. Benim at, adım atamıyor. Olduğu yere mıhlanmış. Karşımdakiler durmuyor. Bakıyorum. Onların elindeki tüfeklerden bir tanesi de benim elimde. Ama yok! Tüfek değil bunlar. Ucu eğri sopalar. Yaklaştıkça gürültüleri artıyor. Siyahlılardan bir tanesi bağırarak atımın ayağını işaret ediyor.
Meydana turkuaz kubbeler bakıyor, ışıyorlar ikindi güneşinde. Ardımda kocaman bir kapı. Üzerinde dünyanın süsü.
Kafamı uzatıyorum. Yerde, atın ayağının yanında, adam kellesi kadar bir yuvarlak. Dışı siyah deri kaplı. Bir atlı elindeki sopayı hırsla savuruyor benden tarafa. Sopa atın dizini yalayıp yerdeki topa isabet ediyor. Hemen sonra deliler gibi bir çığlık. Atlıların sevinç çığlığı. Kalabalığın göğü delen çığlığı. O an anlıyorum neredeyim. Bir meydan ki dünya kadar. Meydana turkuaz kubbeler bakıyor, ışıyorlar ikindi güneşinde. Ardımda kocaman bir kapı. Üzerinde dünyanın süsü. El işi çiniler. Beyaz, mavi, yeşil, sarı. Gözümü alamıyorum bir süre. Çığlıklar devam ediyor. Sahanın etrafı, damlar, yer gök insan kaynıyor. Meydanın dört bir tarafında dükkânlar. Toprak rengi sıvaları, pürüzsüz. Dükkânların birinden bir adam çıkıyor. Bir adam. Tellal olmalı: “Şah Efendimizin Çevgandârbaşı Ağa Rüstem Hazretleriiii” diye birisini takdim ediyor. Yönümü kalabalıktan alıp ardıma bakıyorum. Az evvel ayağımın dibindeki siyah deri kaplı top, şimdi iki mermer direğin arasında duruyor. Siyahlı atlılardan birisi yanıma doğru seğirtiyor.
Elini ağzına götürüp boru yapıyor: “Hadisene be şaşkın çevganbaz, ödül zamanıdır, ne beklersin?” Metro, bir istasyondan çıkıp diğerine giriyor. “Bir sonraki istasyon havalimanı” Sağa sola savrularak yol alıyor. Kendimi yine o meydanda buluyorum. Ortalıkta alev ateş bir yaz. Dükkânlar işliyor. İki yana açıyorum kollarımı gökler gibi. Nüh felek nizam tutmuş gelip göğsüme konuyor. İçime kocaman bir yaşama isteği doluyor durduk yere. Başsız sonsuz bir çayırda tek başıma gibiyim. Sanki tüm sorularım cevap bulmuş. Her su, yolunu bulmuş. Her dağ kendi karını tutmuş gibi. Ellerim büyüyor sevinçten, sığmıyor gövdeme, meydana, sığmıyor dünyaya. Meydanın uğultusu doluyor kafama. Kar suyu satanlar, buzlu şerbet satanlar, helva satanlar. Elimi gözüme siper ediyorum. Günlerin uykusu çöküyor gözlerime. Çantam düşüyor yere. Anonsla metroya dönüyorum. “Havalimanı.” Kontrolden geçip doğruca dış hatlara yöneliyorum. Bileti çıkarttırıp kapıda bekliyorum. Çok sürmeden uçağa alımlar başlıyor.
Adımlarım sorularımın cevaplarına. Adımlarım bilincimin tüm dehlizlerine gidiyor. Adımlarımla renkler yerini buluyor. Yerime kuruluyorum. Uçak, yavaştan yerle vedalaşıyor. Süzülürken mavi boşlukta, içimin tüm boşlukları dolmaya doğru. Ellerimi göğsümde birleştirip gözlerimi kapatıyorum. O ilk anı hatırlıyorum. Kendimi orada ilk buluşumu. Çevgan yarışını. Sonrasında doğunun tüm meydanlarını aramaya koyuluşumu. Buluşumu. Nakş-ı Cihan’ı buluşumu. İlkin rüya sandığım o git gel anları. Çevgandan sonra nehre geliyoruz. Soyunup dökünüp Zayenderud’un koynuna atıyoruz kendimizi. Kiri pası sıyırıyoruz üzerimizden. Zayenderud, yaşayan nehir. Yani ölmeyen. Bizler gibi keyifli keyifli akıyor. Nehrin etrafı bayram yeri. Siesepol’ün bir başından diğerine akıyor kalabalık. Köprü hınca hınç. Yalnız çevganbazlar değil bütün Isfahan soluğu burada almış hani. Çevganbazların neşesi bir başka. Siyah takım, herkesten keyifli. Siyah takım ki Nakş-ı Cihan’ın esnaf takımı.
Yani ki bizler. Şahın ad günü şerefine düzenlenen müsabakalarda, şehrin tüm takımlarını teker teker yendik. En son saray takımını. Şah saray takımına öfkelense de hak ettiğimiz ödülü avuçlarımıza kondurmakta gecikmedi. Birer berat. Siz sayın ki dünyanın tapusu. Nakş-ı Cihan’ın tüm dükkânları şah efendimizin malı değil mi, öyle. Ama şahın çevgan tutkusu öyle bir sardı ki başını bahsi büyüttü büyüttü de kazanan takıma Nakş-ı Cihan’dan dükkân beratı vermeye dayandı. Nakş-ı Cihan’ın esnafları olarak bizler kazanınca tüm müsabakaları, kendi dükkânlarımızın beratlı sahibi olduk on yedi kuşak. Meydanda maç sonrası bin sevinç bin neşe ki sanırsın Âdemoğulları yeniden cennete alınmış. Anında yazdırdı şah efendimiz beratları. Müsabaka sonrası ellerimize tutuşturdu. Ben Şahap oğlu Ekber, bu dünya yüzünde bir mülk sahibi Ekber. Nakş-ı Cihan’ın tek camcısı Ekber. Cam vazo, cam lamba, cam kılıç, sürmedanlıklar, enfiye kutuları, iksirlikler, ecza şişeleri.
Isfahan’ın tek hür camcısı. Şahtan beratlı. Nerdeyse şu Zayenderud’un suyunu cam yapıp satan Ekber. İşte şimdi bir kazık çaktın dünyaya. Yıkanırken kırk defa düşünüyorum. Say ki kurtardın kendini, yedi ceddini Ağa Ekber! Suya boylu boyuna dalıyorum. Zayenderud’un buza kesen soğuğu aklımı başıma getiriyor. Nehirden çıktığımızda on günün ahır kokusu çıkmış oluyor üstümüzden. Akşam olmasına rağmen üşütmüyor hava. Gün tam düştüğünde, ışık karanlığa yenildiğinde, yıldızlar serpildiğinde yavaştan ürpermeler başlıyor. Koyuluyoruz yola. Köprünün tam tepesinde bir çocuk iki elini sallayarak bağırıyor: “Kervaaan. Bir kervan Ateşgâh Dağı taraftan şehre yaklaşıyor.” Bilmediğim bir dilin bilmediğim tabelaları geçiyor taksinin ön camından. Meraklı gözlerle sağı solu izliyorum. Latin harfleri ile yazılmış ne görsem deli bir iştahla okuyorum. Hospital, Hotel, City Center, Emam Square parantez içinde Naqshe Jehan. Nakş-ı Cihan diye fısıldıyorum.
Nakş-ı Cihan kendiliğinden nısf-i cihana dönüyor dilimde. Isfahan, nısf-i cihan. Isfahan, dünyanın yarısıdır. Ağız dolusu bir Farsça ile nısf-i cihon diye düzeltiyor taksici. A’dan o’ya bir geçişle. Gülümsüyorum. Isfahan, dünyanın yarısıdır. Isfahan adı geçen her cümlemde başrole bu tamlama kuruluyor. Taksicinin yarım İngilizcesi benim olmayan Farsçam ile birleşiyor. Oteli buluyoruz. Varıyoruz. Şehrin ortasında bir otel. İran’ın aykırı gençlerinden oldukları, giyim kuşamlarından ve de dinledikleri müziklerden belli bir grup genç işletiyor oteli. Rezervasyonumu hatırlatıyorum. Sıcakça karşılıyorlar. Fonda İngilizce bir şarkı. Lose Yourself.Ritmik Amerikan Poem. RAP. Eşlik ediyorum. Resepsiyonistin arkasındaki Humeyni ile göz göze geliyoruz. Çatık kaşları ile azarlar gibi bakıyor. Şarkıyı kesiyorum. Resepsiyonist fotoğrafa baktığımı fark edince gülümsüyor. Başımı sallayarak ben de gülümsüyorum. İnsanlar konuşmadan da aynı şeyi söyleyebiliyorlar. Oda numaramı öğrenip birer ikişer çıkıyorum merdivenleri.
Isfahan’ın ilk uykusu beni bekliyor. Güneş meydandan elini eteğini çekmiş. Akşam mavisinden kör edici karanlığa doğru meşaleler yanıyor bir bir. Dumanlı bir gök duruyor tepemde. Ali Kapu karşımda. Dükkanın önündeyim. Sarayın balkonunda akşam yemeği koşuşturması var. Ahşap sütunlar arasında cariyeler, halayıklar, uşaklar. Manzara artık daha tanıdık geliyor. Başka zamanlarda da olsa ikimiz de Isfahan’dayız artık. Yadırgamıyorum. Şah Camii’nin minaresinden bir ezan yankılanıyor. Sufe Dağı’nı, Zayenderud’u dolanıyor. Meydanın diğer camisinin, Şeyh Lütfullah’ın kubbesinden süzülüyor kulağıma. Sanki dünya, sanki ihtiyar koca dünya sadece bu an oluyor. Isfahan dünyanın yarısı olmaktan vazgeçip tamamı oluyor. Doluyor aldığım nefesle bütün bilincime. Bu hâl diyorum. Bitmesin. Dünya yalnız şimdiden ibaret olsun. Öleyim bu andan sonra. Sırtıma bir el dokunuyor. İrkiliyorum. Bir adam. Elindeki çerçeveyi bana uzatıyor. “Al bakalım Ağa Ekber.” Bu nedir diye soracak oluyorum bir an. Nasıl oluyorsa vazgeçiyorum.
Hatırlıyorum birden. Beratı şahın verdiği silindir mahfazadan çıkarışımı. Masaya koyuşumu. Üzerine az kalsın dökülecek olan erik şerbetini. Beratı çerçeveletme kararımı anımsıyorum onun bilinciyle. Bütün bunlar koca bir ordunun, şehrin kapılarını zorlaması gibi hücum ediyor zihnime. Yaşamışım gibi yer ediyor. “Sağol usta.” diyorum. Duraksıyorum “Sağol Rıza Usta. Borcum nedir?” Cebimdeki paranın değerini dahi hesap edemezken kafamda hesap yapmaya çalışıyorum. “Sabah ödedin ya Ağa Ekber.” diyor. “Adamakıllı dalgın oldun sen.” Kervan, Meşhed’den gelmiş. Yolda eşkıyanın, uğursuzun, haydudun, çapulcunun elinden ne kurtardılarsa getirip Isfahan pazarında satmaya başlıyor garipler. Geze geze dermandan düşmüşler. Az gidip uz gidememişler de Nakş-ı Cihan’a düşmüş yolları. Soluklanır soluklanmaz açılıyor yükler. İniyor denkler. Hayvanlar sulanıyor. Çerçiler, Hint baharatlarından; halıcılar göz değmez Özbek kilimlerinden; biz camcılar da Çin’in kristallerinden gözümüze kestirdiğimizi yığıyoruz dükkânlara.
Bir lamba bir de gümüş işlemeli sürahi düşüyor bahtıma. Üst raflardan birisine yerleştirirken bunları. Kapıda bir öksürük. Bir kadın. Sürmeli yeşil gözleri, dükkândaki aynalarda renk buluyor. Yeşil gözleri Isfahan’ın bahçeleri gibi aydınlık. “Buyur hanım.” diye karşılıyorum. Ses yok. Merdivenden inip yanına gidiyorum. Avucunda sıktığı bir şey var. Bir şişe. Uzatıyor. Önce anlamaz gözlerle bakıyorum. Elini tekrar uzatırken al diye işaret ediyor. Alıyorum. İşaret parmağımdan az büyük bir silindir şişe. Üzerine beyaz bir kağıt yapıştırılmış. Frenk harfleri ile bir şeyler yazıyor. Frenk sayıları. Ağzında bir tıpa. Tam alacakken şişe yere düşüyor. Elimde bir yanma duyuyorum o sıra. Belli belirsiz bir kesik, işaret parmağımda. Yere düşen şişe kırılıyor. İçindeki kırmızı sıvı yere dökülüyor. Eğilip şişenin parçalarını toplamaya çalışıyorum. Yerdeki sıvı yavaştan pıhtılaşıyor. Kan bu. Besbelli. Kesik parmağımdaki kan gibi. İki kan birbirine karışıyor.
Parmağımdaki mi benim yerdeki mi ayırt edemiyorum. Bir oluyor ikisi. Kafamı kaldırıyorum. Kadın çoktan gitmiş. Başım dönüyor. Ne zaman kan görsem... Başım dönüyor. Çırağa el ediyorum. Tabure veriyor altıma. Bilmenin bütün halleri, zihnime hücum ediyor o an. Şişedeki kanın elimdeki kesiğe dolduğu an. Dünya bir an oluyor, gelip Isfahanlı Ekber’in zihnine yağıyor. Bir ben daha ekleniyor bedenime. İçime kocaman bir yaşama isteği doluyor durduk yere. Sanki başsız sonsuz bir çayırda tek başımayım. Sanki tüm sorularım cevap bulmuş. Her su, yolunu bulmuş. Her dağ kendi karını tutmuş gibi. Ellerim büyüyor sevinçten, sığmıyor Nakş-ı Cihan’a. Sığmıyor dünyaya. Taksi otelden alıp Nakş-ı Cihan’a çıkan caddelerden birisine bırakıyor beni. Nakş-ı Cihan dilimde zikir gibi dönüp duruyor geceden beri. Nakş-ı Cihan. Dünyanın süsü. Nısf-ı Cihan, Isfahan. Dünyanın süsü. Meydana girdiğim an sanki bin yıldır ayağımın altında olan bir toprak var. Duyuyorum. Dünyanın tam kalbine basıyorum. Dünyanın kalbini çiğniyorum. Dünyalı olmanın yüküyle eziyorum Nakş-ı Cihan’ın toprağını. Yine karışıyorum onun bilincine.
Meydana gelince büsbütün hissediyorum. Bir grup atlı geliyor karşımdan. Ellerinde sopalarıyla çevganbazlar bunlar, artık tanıyorum. Bir solukta üzerime geliyorlar. Tam ezildim derken bir dumanla havaya karışıyorlar. Öğlen güneşi altındaki faytonlar alıyor onların yerini. Oradan oraya koşturuyorlar. Atların dilleri dışarıda. Turistleri gezdiriyorlar. Nakş-ı Cihan’ın her saniyesi bilincime işliyor. Geçmişi, bugünü, yarını. Şah Camii, Lütfullah Camii, Ali Kapu Sarayı. İşte Nakş-ı Cihan’ın bütün güzelleri karşımda. Turkuaz kubbeler öğlen güneşinde ayna gibi. Ali Kapu’nun balkonuna çıkıp kendimi boşluğa salma hissi sarıyor bütün ruhumu. Sanki ayağımı kessem yerden Sufe Dağı’nın göğsüne konacağım. Ateşgâh Dağı’nın kubbesine. Hiçbirisi olmuyor ayaklarım beni bir dükkâna doğru sürüklüyor. Ali Kapu’nun tam karşısındakine. İleri geri adımlarla varıyorum. Dükkânın kapısına vardığımda çevganbazlar geçiyor yanımdan yine.
Dükkandan kaçan kadını görüyorum. Sürmeli yeşil gözleri ile süzüyor baştan ayağa bedenimi. Gülümsüyor. Sendeleyip düşecek oluyorum.
Dükkandan kaçan kadını görüyorum. Sürmeli yeşil gözleri ile süzüyor baştan ayağa bedenimi. Gülümsüyor. Sendeleyip düşecek oluyorum. Yığılıyorum yere. Başımı kaldırdığımda kadın kervan kalabalığının içinde kayboluyor. Dükkâna giriyorum. Çırak, bir merdivenden iniyor. “Koydum Ağa Ekber.” diyor. “Artık bırak Meşhed’in sürmeli, yılan gözlü hırsızını; Yezd’in, Şiraz’ın, Kaşan’ın cümle hırsızları toplanıp gelse bulamazlar dükkânın beratını. Tavandaki dolaba koydum.” Bir sesle irkiliyorum. Dükkanın içindeyim ama Isfahan’ın bugününde. Benim zamanım mı desem artık. Çünkü artık hangi zamanın bugünündeyiz bilmiyorum. “Selam Ağa.” diyor ihtiyar satıcı. Başımla karşılıyorum. Geçmiş geçmişte kalıyor. Çırak yok. Kervan kalabalığı yok. Dükkân aynı dükkân. Farsça bir şeyler söylüyor ihtiyar. Anlamaz gözlerle bakıyorum. İçeriden genç birisi çıkıyor. İngilizce selamlıyor. “Hoşgeldiniz. Neye bakmıştınız?” diyor.
“Bir merdiven var mı?” diyorum. Bir turistin merdiven istemesine şaşırıyor ama kırmıyor da. Birkaç dükkân ileriden bulduğu demir bir merdivenle geliyor. Alıyorum. Dükkânın arka tarafına doğru geçiyorum. Tam çırağın koyduğu yere bırakıyorum merdiveni. Tavan sanki bin yıldır hiç değişmemiş. Taş örmesi. Çırağın hangi taşa dokunduğunu hesap etmeye çalışıyorum. İhtiyar ve oğlu beni izliyorlar, sonucun varacağı yeri merak ederek. Taşları elimle yokluyorum. Birisi yerinden oynuyor. Bileğimi kırarak yukarı doğru itiyorum. Bir karanlık boşluk. Elimi daldırıyorum. Sağı solu yokluyorum. Orada. Sedef çerçeve sanki bugün konulmuş gibi. Tozunu siliyorum kolumla. Merdivenden aşağı iniyorum. Genç olana uzatıyorum. “Bu sizin galiba.” Eline alıp okuyunca gözleri parlıyor. İhtiyara veriyor. İhtiyar gözlüğünü takıyor. Bir sevinç çığlığı. Baba oğul önce birbirlerine sonra bana sarılıyorlar.
Öyle sıkıyorlar ki cennet beratı verdim sanıyorum. Genç olan “Siz,” diyor “Babama dünyaya bağışladınız. Şah devrinden beri süren bir tapu davamız var bizim. Babam, yıllardır bu dükkânın atalarından kendisine kaldığını ve devlet malı olmaktan çoktan çıktığını ispatlamaya çalışıyor. Ne şah verdi tapuyu babama, ne mollalar. Şimdi bu berat sayesinde, tabi Allah’ın izniyle tapu bizim olacaktır. Nakş-ı Cihan’da mülkümüz olacak...” duruyor. “Ama siz nerden, nasıl yani? Nasıl bilebildiniz bunu? Durun ama lütfen oturun önce, serin bir şeyler için. Ne istersiniz? Hemen söyleyin. Hem nerelisiniz adınız nedir, hay Allah doğru dürüst tanışmadık bile.” Soruların bitmeyeceğini anlayıp araya giriyorum. “Adım Ali, Türk’üm.” diyorum. “Ne güzel, ne güzel.” diyor. “Bakın lütfen şu şerbetten tadın. Bizim hanımın kendi yaptığı erik şerbetidir.” Cevabımı beklemeden bir bardak doldurup veriyor.
Şerbetin keskin şekeri genzimi yakarken aradığım soruların cevapları içimde çözülüyor bir bir. Her su, yolunu buluyor. Her dağ kendi karını tutuyor. Bütün kapılar açılıyor, bütün boşluklar doluyor. Renkler oturuyor. Her şeyin bilincine varıyorum. Her şeyi hatırlıyorum. Yarıda kalan hafızamı, annemin aldığı ilk oyuncak arabayı, babamın intiharını, çevganın kurallarını, kervandan aldığım sürahinin kırık çıktığını, Meşhedli kadının yeşil gözlerini. Kadının tüpteki kanı, kanıma karıştırmak için elime açtığı yaranın acısını. Kadının aynı zamanda geçen ay benden kan alan hemşire olduğunu fark ediyorum. Sürmeli yeşil gözleri şimdi bile zihnimi bıçak gibi deliyor.