Kadim Bir Anlatı Olarak Av Öyküleri Etrafında Bir Okuma Denemesi
Ben Alageyik kitabı isminden ve ilk üç öyküsünden mülhem, etkileyici bir kitap olarak karşıladı. Yazarın, “av” olgusu üzerine düşünmesi, oluşturduğu sağlam atmosferler, dilin okuru her daim diri tutacak şekilde bir anlatı oluşturması güçlü bir kitap izlenimi verdi.
Türk öyküsünde kendimce sezdiğim bir durum var. İyi bir hikâyenin içinde yol alırken, farklı bir patika bulmak amacıyla hedefi kaybediyoruz. Bu durum maalesef yola yeni koyulan çoğu arkadaşımızda da usta olarak gördüğümüz, kitapları baskı üzerine baskı yapan bazı yazarlarımızda da mevcut. Eleştirmenlerin eksik yönlere değinmesi kitap baskı yaptıktan sonra gerçekleşiyor, peki metinler kitap haline dönüşmeden önce alanın önde gelenleri, edebi muhit metnin nasıl daha iyiye ulaşabileceği konusunda yorum yapmaz mı? Okuru sarsan bir damar bulmuşken, niye o damara basmak yerine başka alanlara da bakmak isteriz? Son dönem okurun beğeni algısını tutan, eleştirmenlerin ve edebiyat camiasının öve öve bitiremediği kitapların hep bir mesele etrafında oluşturulduğunu görüyoruz. ‘Öteki’ meselesinin birçok farklı bakış açısından yazılmasını bu duruma örnek gösterebiliriz. Hikâyeler, karakterler, kurgular farklılaşsa da tek bir meselenin etrafında yoğunlaşıyor, bu durum da okuru her daim diri tutuyor.
Bu merkeze ister teknolojiyi ister toplumsal meseleyi koyalım; kurguları etrafında toplamaya başlıyor ve bunu yaparken hiçbir şeyi dikte etmiyorsa yazarını belli bir çıtaya çıkartıyor. Ben Alageyik kitabı isminden ve ilk üç öyküsünden mülhem, etkileyici bir kitap olarak karşıladı. Yazarın, “av” olgusu üzerine düşünmesi, oluşturduğu sağlam atmosferler, dilin okuru her daim diri tutacak şekilde bir anlatı oluşturması güçlü bir kitap izlenimi verdi. Ama yazarın ilk öykülerden itibaren topladığı bu güç, özellikle kısa öykülere yönelmesiyle kaybolmaya başladı. Peki bir yazar uzun soluklu öykülerde bu kadar sağlam kurgular yapabilirken neden kısaya yönelme ihtiyacı duyar? Şüphesiz ki öykünün, dilin gücünü aslında kısa öyküler belirler. Kelimeleri eksilte eksilte yazmak, derdini kısada sunmak farklı bir meziyettir.
Ferid Edgü’nün, Vüsat O’Bener’in hem kurguları hem de dilleriyle öykümüzün çıtasını göklere taşıdıkları âşikardır. Öyküyü mükemmele en yakın tür olarak tanımlarken, kısa öyküyü bu işin uç noktası sayabiliriz. Uzun öyküde ise yazar, karakterini rahat ifade eder. Kullandığı her nesneyi, var olduğu her mekânı ustaca birbirine bağlayarak gücünü gösterebilir. Toplumsal meselelere değinerek, sorunsallar üzerine yoğunlaşarak niteliğini ortaya koyar. Kısa öyküde ise bunları yapması çok daha zor olduğundan belki de dilini tamamen kurduğunda, meselesini tamamen oturttuğunda bu alana yönelmelidir. Ama edebiyatımızda yazarlarımızın öykülerinin soluklarını kısa tuttuğunu görüyoruz. Peki ama neden? Bu durumu biraz da dergilere yazma hevesimiz sağlıyor. Dergilerin büyük bir bölümü uzun öykülere yer vermediği için, yazar soluğunu kısa tutmaktan yana kullanıyor.
O öyküler sayesinde görünür olduğu için de kitabında yer vererek hem vefa borcunu ödüyor hem de zaten dergide yayımlanma sürecinde editörlerin beğenisinden geçtiği için öyküsüne bir destek bulmuş oluyor. Benim şahsi kanaatim bu yönde, elbette ki senelerdir bu bölümde yazdığım diğer yazılar gibi bu görüşler de tartışmaya açılabilir. Av, kadim kültür unsurlarımızdandır. Türk, var olduğundan beri av avlamış, kuş kuşlamış, bu konuda hikâyeler anlatıp türküler yakmıştır. Edebiyatımızda da bu konu çokça işlenmiştir. Özellikle Faruk Duman’ın av öyküleri unutulmaz. Arda Arel’in de dar bir patikayı adımladığı, dağı yavaş yavaş sırtladığı “Ben Ala Geyik ve Diğer Masallar” öyküsü kurduğu atmosferle iyi av öykülerindendir. Yazarın, özellikle bu öyküde mekânı yaratış biçimi, okurun öykü atmosferine hemen girmesini sağlar.
“Ayağımın altında ezilen yeşil otların canlılığı biraz önce dinen yağmurdan olsa gerek. Kokusu ormanın, her zamankinden daha yoğun. Derinin içinde oynattığım parmaklarım, havadaki nemden ıslak geliyor. Çıkarıp ayakkabımı, yoklasam tabanımı, kuru olduğunu göreceğim. Soğuk ama kuru. Gün yarılamadan sırtı aşar düzlüğe varırım, biliyorum. Bu yolları daha önce de geçmiştim, hatırlıyorum.” Yazarın öykü dili kurgusunu destekler. Türk töresinin hüküm sürdüğü kadim anlatıya yaslanan öyküde, ad kazanmak, artık kendi hikâyesini anlatmak için ormana, ava giden oğulun düşünceleri anlatılır. Baba ve dedenin yaşıtı olmadığı için isimlerini anamaması, sadece onların ismini nasıl aldığı kahramanlık hikâyelerini anlatması, artık kendisinin de birey olma isteği, bu isteğin çıkardığı yolda ormanın gizemi, alageyik motifi önemlidir. Yazarın kullandığı tüm unsurlar öykü evrenini destekler ve okuru sarmalar.
Ayrıca dili de masal atmosferi kurmasına yardım eder. Ancak yer yer kullandığı “içimde iş görmenin saadeti” gibi cümleler okuru metinden uzaklaştırarak başka bir metne geçişe neden olur. Öykülerde yer yer karşımıza çıkan bu cümleler okuru, bir av öyküsünden Orhan Veli şiirine götürebilir. Bu da şahsi fikrime göre metni desteklemiyorsa öykü içinde aksamalara sebebiyet vermekte. Oysa kültür ögeleri, ata-dede ilişkilerinin öyküye iyi bir şekilde yedirilmesi, oğulun benlik arayışıyla son derece başarılı bir öykü. “Beyaz Aslan Bekliyor” öyküsünde Arda Arel, “ Güney sıradağların öte ucunda avcı nöbet tutar. Batıda ormanın bittiği yerden doğuda ilk atın taze yoncayı topraktan söküp aldığı yere kadar, sahra. İki değil beş hörgücü olsa bile develerin, avcı yol vermedikçe, toprağa karışır yüküyle beraber. Toprak olur, ot olur. Kızgın güneşte yeniden kavrulur. Derler ki, yedi umman buharlaşsa, yüce dağları aşıp aylarca yağsa sahraya, avcının susuzluğu dinmez.” Der.
Bu öyküde yazarın bir masal havasında mekân yaratma başarısını görürüz. Avcı, keşiş karakterleri üzerinden rüyaların, beklentilerin, totemlerin bir araya gelmesiyle okuru masalsı bira atmosferde her daim diri tutan yazar; bu öyküsünde de av üzerine sağlam bir kurgu yapmış. Beyaz aslan imgesini her yönüyle işlemiş durumda. “Dedem Korkut’u Çelik Çulluk’tan Kurtardığım Boyu” öyküsü hem bir yeniden yazım hem de av üzerine incelikli kurgulanmış öykülerden birisi. Geçmişin bugünün kavramlarıyla yeniden ele alındığı öyküde hikâye anlatmak, destan okumak veya ağıt yakmak dedenin ölümü ile biter ancak kahramanın karşısına çıkan bir avuç toprak, meşe palamudu ve aksakallı dede yeniden canlanır ve kahramanı yönlendirmeye başlar. Kahraman böylece av avlar, kuş kuşlar. Masalsı anlatımı ile okuru her daim diri tutan, Dede Korkut metinlerine götüren, kullandığı dille kurgu atmosferinden okuru koparmayan bir öyküdür.
Yeniden yazımın güzel örneklerindendir. Av konusuna eğilmiş olması, kadim anlatıları yeniden canlandırmasıyla dikkate değerdir. Arda Arel bu üç öyküden sonra meselesini av üstünden çekiyor. “Ehembuhur Lekesi” iki sıkı dostun hikâyesi. Sahilde oyun oynayan iki yakın arkadaşın arasında Zahir’in yüzündeki lekenin önemi olmamasına karşın anne ve çocuk öykü atmosferine girince bir ötekileştirme söz konusu. Ötekileştirme kavramı güzel bir atmosferde işlenmiş. Daha önceki öykülerde gördüğümüz masalsı atmosfer de yerini gerçekçi bir zamana bırakıyor. Masalsı atmosfer “Ejderha Koi” öyküsüyle tekrar kitaba hâkim oluyor. Öncekilere öykülerden ayrılan bir yanı İşte bu da Fui Fui’nin hikâyesini anlatacağım ayağına kendi hikâyemi nasıl anlattığımdır gibi sözlerle sıkça arayan giren anlatıcı, postmodern oyunlarla yeni bir öykü inşa ediyor. Şahsi kanaatimce ilk öykülerin atmosferine ve öykü diline nazaran biraz daha zayıf bir yapıda.
“Maya’nın Ölümü ve Yeşim” de rüya üzerinden kurgulanan bir öykü olarak karşımıza çıkıyor. “Nenemin Saçları ya da I’m too Old for This Shit!” öyküsü, masalsı bir atmosferle başlayan bir av hikâyesi. Köpeği Poşo ile keklik avına giden karakterin Poşo ile yaşadıklarını konu ediniyor. Yazarın postmodern oyunlara sığınması, postmodern ögelerin özellikle öykü dilini değiştirmesiyle hikâyenin gücünü yer yer kırdığını görüyoruz. Av üzerine bir başka pencereden bakıyor olması ile ilk öyküleri bütünler bir yapıda görünüyor. Lakin ilk öyküdeki karakterler gibi kahramanlara dönüşmekten ziyade bu öyküdeki karakter salt anlatıcı havası taşıyor. “Yaban TV” av teması üzerine kurulmuş bir başka öykü. Baba- oğul, rüya motifleri bu öyküde de karşımıza çıkıyor. Bir gün avcı bana bütün avcıların biraz yalancı olduğunu söylemişti. Yalancı yahut değil ama babam kesinlikle iyi bir anlatıcı. Ve bir hikâye nasıl başlar, nasıl biter benden daha iyi biliyor. Yazar da bu öyküde atmosferden çok hikâye anlatmaya yoğunlaşmış.
Bu bence öyküsünün tılsımını biraz yitirmesine neden oluyor. Uzun soluklu öykülerinde hem atmosferi hem de kurgusu daha güçlü. Yedi Kat Fazlası öyküsünde de bu sefer bir köpeğin gözünden iyi bir hikâye kuruyor yazar. Av, sadece insanlara değil hayvanlara da mahsustur. Av arkadaşı, başka bir mekânda avcı, başka bir zamanda av olabilir. Yazarın bu kadar farklı pencereden bakabilmesi bence en önemli başarısı. “Fatma Hanım Neden FM Oynar?”, “Başa Döneme”, “Yazmazsam Ölürüm”, “Knight Online Hayat Offline” öyküleri ise bence kitabın gücünün tükendiği öyküler. Yazar hem odak meselesini kaybediyor hem de ilk kitaptaki gibi postmodern dünyaya dönmek istiyor. Oysa ilk öykülerdeki masal atmosferiyle modern öyküyü harmanladığı damarda çok daha başarılı. Ben Alageyik, genç bir yazarın ikinci kitabı. Kendi yatağını arayan bir ırmak. Mekân ve bu mekâna bağlı olarak yaratılan etkili atmosferleriyle ön plana çıkıyor. Güçlü olduğu yerler kadar güçsüz olduğu yerler de var. İlk kitabındaki oyunların numaraların yerini anlatı ve atmosfer gücüyle var ettiği hikâyeler almış.
Sonlarda tekrar bu zemine yönelmeye başlaması gücünü tüketse de yazar, başlarda bulduğu kaynaktan beslenmeye devam eder, meselesine odaklanır ve öykü dünyasını bu yönde oluşturursa yeni kitaplarında bambaşka bir kimliğe bürünebilir.