İstop: Demonoloji

EMRE ERGİN
Abone Ol

“Demonoloji nedir haberin var mı?” dedi. “Şeytan ilmi,” yani. “Yok,” dedim, “anlamam.” “İblis yahu,” dedi. “Estağfurullah.” “Mefisto? Marid? Duymadın mı hiç” dedi. Duymak mı gerekiyor yani, anlamadım ki. “Demonoloji der ki;” dedi, “eğer şeytanların adına sahip olsaydık onlara her istediğimizi yaptırabilirdik. Adını söyleyince onun efendisi oluyorsun, ne isterse onu yapıyorlar yani,” dedi.

  • İstop Öykü Atölyesi yeni yılda yeni kurallarla devam ediyor. Ortaya çıkan metinlerin kısıtları unutturmasını umut ediyoruz. Kimin ismini çağırırsak, öyküleri o okusun. İstop.
  • 1- Öyküdeki hiçbir kelime B harfi ile başlamasın.
  • 2- Öykü birinci tekil şahısla yazılsın.
  • 3- Peder, domates ve vardiya kelimeleri öyküde geçsin.
  • (E.E.)

İkinci vardiyamın sonrasında, yatakhaneye doğru yürürken gördüm. Kilisenin önündeki lahitin üstüne oturmuş peder. İki leğen domates koymuş sağına. Domateslere işkence ediyor. Nasıl olur işkence. Aklım almıyor. Soruyorum. “Şuradaki taşları görüyor musun?” diyor. Görüyorum. Çakıldan irice, parkeden küçük şekilsiz taşlar duruyor yanında. Taşları tek tek eline alıyor, domateslere vuruyor vuruyor vuruyor. Domatesler hiç oralı değil. Sağa sola kaçışıyorlar önce, sonra razı geliyorlar, salça oluyorlar. “Anladın mı şimdi işkence nasıl yapılırmış?” diye sordu rahip. “Evet,” diyorum. “Salça yapıyorsun, domateslerin hoşuna gitmiyor.” Kahkahayla güldü papaz. Gitmez mi hiç salça olmak domateslerin hoşuna. Çok severler. Salça yapmıyorum. Düşünüyor gibi yaptım ama aslında korktum. Delirmiş galiba.

“Eğer domatesi yemek amacıyla ezersen salça olur. Eğer yemek amacıyla ezersen onlar da amaçlarına ulaşmış olur.” Durdu. “Sen tanrıya inanıyor musun?” diye sordu. “Estağfurullah,” dedim. “Allah’a inanıyorum.”“Aynı şey,” dedi. “Estağfurullah,” dedim. “Şu domatesleri insanlar yiyince, domatesler seviniyorlar, çünkü onun için yaratmış onları Allah. Senin cennete gitmen gibi oluyor, çünkü Allah insanı da cennete koymak için yaratmış.” “Yani,” dedim. “Salça yapıyorsun sonra yemiyorsun onları öyle mi?”“Öyle değil,” dedi. “Sen yemesen de yiyen olur. Dışarıya terk etsem kuşlar gelir, üzerine çekirgeler konar, çöpe atsam küflenir, küfün de nimetini veren Tanrı.” “Estağfurullah.” “Allah mı diyeyim,” dedi. “Dinden mi çıkarsın desen.”

Nedense o gün anlatmadı. Domateslerin ne günahı varmış, neden onlara işkence ediyormuş. Yatakhaneme geçtim, kütük gibi uyumuşum. Sabah kalktım. Hanımın mektubunu okudum. Gözlerim yaşlandı. Radyonun sesini çok açmadım. Koğuştakiler uyanmasın. Dolabı açtım. Peder içeri gitmişti, herhalde tuvalete. Domateslerin altı yedisini kurtarmıştım. Mevsimi de değil ya, ziyan olmasın. Yazıktır. Üzerine tuz döktüm az, yedim. Dışarıyı seyrettim. Güneş doğmuyor daha. Yerin yüzünü yalamış da, en önce ortaları yalamış. Sıra Dortmund’a henüz gelmemiş.

Sonra çalıştım. Vardiya saat sekizden, ikiye kadar sürüyor salı günleri. Çıkınca dedim kiliseye gideyim, işçilerden gelen olursa diye yapmışlar zamanında. Tabi kimse gitmiyor. İçerisine yavaş yavaş deliren o garip rahibi koymuşlar. Tabi eğlence çıktı, hiç işe yaramıyor da diyemem. Normalde sabah çalışırım, akşam çalışırım, ne kadar para gelmiş, ne kadar para gidecek onun hesabını yaparım. Yarım yamalak kılarım namazlarımı. Gün sona erer, gece geri gelir, Nazife’nin mektubunu okurum, gözlerim hafif yaşlanır. Sonra uyurum uyanırım, makine kolumu kesmesin diye uyanık kalırım ama o kadar da uyanık kalmam.

Şimdi ise farklı azıcık. Heyecanlıyım hafif. Rahip domateslere neden işkence ediyor onu öğreneceğim. “Noldu lan?” dedi Cezmi Abi, “güzel haberler mi aldın?” O kadar fark ediyor demek ki kafamda neyin olduğu. Dikkat etmek lazım, içimi okumasınlar. “Haber neyin yok,” dedim. “Akşam kiliseye gideceğim de.”“Estağfurullah,” dedi ustabaşı arkasını döndü gitti. Zaten gitsin diye söyledim. İnanacak hali yok ya.

Akşam vardım rahibin yanına. “Hallo,” dedim. Domatesleri çuvallardan çıkarıp leğenlere dolduruyordu. “Sana yardım etmeye geldim,” dedim. “Hoş geldin,” dedi. “Tam zamanında geldin.” Dörde çıktı leğenlerin sayısı, içlerine domates doldurduk. Sonra taşla ezmeye giriştik domatesleri yeniden. Ara sıra gözü öteye kayınca, ufak olanlardan üç dört tane dolduruyordum ağzıma. Lastik gibi tadları, Almanya’da öyle güzeline denk gelmesi epey zor. Ama nimettir, israf olmasın.

Sessizce on dört yirmi dakika çalıştık. Cesaret edip de soramadım yaptığımız israfın sebebini. Ona sorsam israf demezdim tabii, işkence derdi o. Aniden “Konuşmayacak mısınız?” dedi. “Hâlâ direnecek misiniz? Sizin tercihiniz. Ömrüm uzun, genetik yani. Soyumdaki herkesin ömrü uzundu.” Sonra sustu, usul usul domatesleri ezmeye devam etti. Söylediği o kadar saçma gelmişti ki. Deli saçması. Güldüm. “Ne gülüyorsun Hasan?” dedi. “Gülmeyeyim mi? İyi, gülmeyeyim. Şaka yapıyorsun sandım,” dedim. “Şaka yapmıyorum,” dedi. “Annemin dedesi kaç yaşına kadar yaşadı söyleyeyim mi?” dedi. “Söyle,” dedim. “HAH! şaşırtmacalı soru,” dedi. “Hâlâ yaşıyor çünkü, şu an yüz kırk yedisinde.” Kafamda tarttım. Almanlar geç çocuk yapıyorlar, yani o yaşta olması. Ne diyorum yahu, adam uyduruyor işte. Üzerinde durduğuma değmez.

Sessizce yarım saat filan daha çalıştık. Domatesleri ağzıma atamıyordum artık, iyice doymuştum. Cesaretimi toplayıp “Domateslere neden işkence ediyorsun?” diye sordum. Şöyle kafasını çevirdi. “Rüya gördüm geçenlerde.” Sustu sonra. Karar veremedi nasıl anlatacağına. Ya da anlatsa mı ona karar veremedi. “Demonoloji nedir haberin var mı?” dedi. “Şeytan ilmi,” yani. “Yok,” dedim, “anlamam.” “İblis yahu,” dedi. “Estağfurullah.” “Mefisto? Marid? Duymadın mı hiç” dedi. Duymak mı gerekiyor yani, anlamadım ki. Tövbe estağfurullah. “İlmi mi olur yahu!” dedim. “Olur tabi,” dedi, “Olan ne varsa ilmi de vardır. Hatta ilmi yoksa yoktur. Önce tanrıya malum olur, sonra yeryüzüne mülhem olur.” Kafam karıştı, ama merağım da kabardı. “Ne diyorsun?” dedim.

“Neyse işte neyse,” dedi. İşe gömüldü. Artık anlatmaz diyordum da anlatası varmış meğer. “Demonoloji der ki;” dedi, “eğer şeytanların adına sahip olsaydık onlara her istediğimizi yaptırabilirdik. Adını söyleyince onun efendisi oluyorsun, ne isterse onu yapıyorlar yani,” dedi. Yok artık. “Domateslerle ne alakası var şimdi?” “Var işte,” dedi. “Ama sen rüyamı görmedin.” “Onu da anlatacak mısın?” dedim. “Yok,” dedi. “Şimdi sen inanmazsın. Aklımdan zorum olduğunu düşünürsün. İstemez. Hem. Ne malum seni o şeytan göndermemiş? Göndermiş olabilir. Olamaz mı.”

“O şeytan gönderdiyse, zaten ne anlatacağını da öğrenmişimdir,” dedim. “Doğru,” dedi. “Eğer şeytana hizmet ediyorsan, casussan filan, zaten malumatın fazladır. Doğru,” dedi tekrar. Sonra anlatmaya karar verdi. “Rüyamda gördüm. Civarlarda yetişmiş domateslerden tekinin adıyla etrafta dolaşan civardaki en rütbeli şeytanın ismi aynıymış.”

Neresine şaşırsam anlamadım. Domateslerin adlarının olduğuna o kadar şiddetle inanmasına mı şaşırayım, domateslerin adını koyanla şeytanların adını koyanın muzipliğine mi. Rahibin deliliğine mi şaşırayım, güya her domatese ismini soruyor, söyleyene kadar uğraşıyor, hepsini not edecek, dosyalayacak düzenleyecek. Sonra yüksek ihtimal o ismi yüksek sesle söyleyecek, tekrarlayacak, haykıracak. Karanlığın içinden şeytanın ortaya çıkmasını umut edecek. Geldim, efendim, diyecek şeytan. Ne isterseniz emriniz addederim.

“Ne isteyeceksin?” dedim rahibe. Acıklı şeyler düşünüyordum, olur da cevabı çok komik olursa adamın yüzüne gülmeyeyim.

Adamın yüzü değişti. Az önceki saplantılı, hafiften sıyırmış, hafif komik hafif tekinsiz adam gitti, yerine ihtiyarın tekinin yüzü geldi. “Kiliseye gelmiyorlar,” dedi. Gözleri mi doldu adamın hafiften? “Kimse kiliseye gelmiyor. O yüksek rütbeli şeytanın işi olacak. Diyeceğim ki, izin ver, gelsinler.”

“Geliyorum ya her gün,” dedim. “O sayılmaz,” dedi. Sonra kayboldu az önce gelen o mahzun ihtiyar. Domateslere işkence eden kaçık yeniden oturdu yanıma, domateslerin kabuklarına kürdanlar saplamaya girişti.

Sonra yanına gitmedim epey. Korktuğumu kendime itiraf edemiyordum ama gecenin geç saatlerinde gidebiliyordum yanına, hep de sadece ikimizdik. Tutup da karar değiştiririrse, aradığı ismin yanındaki adamın kafasının içinde olduğuna karar verirse ya? Domatesleri kaderine terk ettim, merağım da zamanla köreldi. Yine de her gün yanından geçiyordum küçük kilisenin. Göz ucuyla izliyordum geçip giderken. Rahip zamanla çığırından çıktı. Domateslerin üzerinde anırarak tepiniyordu artık her gün. Ağza alınmayacak, ama Almanca olduğu için duysanız yüzünüzün kızarmayacağı laflar ediyordu. Aklıma gidip onu yatıştırmak geldi, yaşlılığına hürmet ediyordum ister istemez. Lanet domatesler, hanginizin ismi, hanginizin ismi, deyip duruyordu.

Yine vardiyadan sonra gecenin geç vakti kilisenin yanından geçerken çağırdı. “Hasan,” dedi. “Gelsene.” Yanına gittim. Şimdi sakindi epey, tekinsiz halinden eser yoktu. Vakarı tavrı kaç gecenin yorgunluğuyla iç içe geçmişti. Yorgun ve mutlu gözüküyordu. Çabasının sonuna yaklaştığını düşünüyordu herhalde. “Konuştular,” dedi. “Hiç akla gelmeyecek işkenceler yaptım. Anlatmaya dahi çekiniyorum. Ama konuştular.”

“Hepsinin adı aynıymış domateslerin,” dedi. “Neymiş adları?” dedim. “Cezmi’ymiş,” dedi. “Arapça galiba?” “He Arapça da.” Fabrikadaki ustabaşının adı diye düşündüm. De söylemedim. Ne olur n’olmaz. Sıkıntı çıkarır sonra. Ellerini kavuşturdu peder. Almanya’nın ortasında Arapça isimli şeytan. Kiliseye kimseyi göndermez tabii, değil mi neden göndersin. “Nedenmiş?” dedim kızgın kızgın. “Araplar Müslüman olmuyorlar mı?” deyince “Şeytanın Müslüman’ı mı olur?” dedim. Olmaz mı. “Şeytan ilmi şeytan ilmi diye gezen sensin. Azıcık araştır ihtiyar,” dedim.

Araştırmış. Keşke araştırmasaymış. Gelmiş atölyeye, ilk vardiyanın sonuna kadar oyalanmış. “Cezmi,” dedi. Sesleniyor öyle, karşısına az sonra çıkacak şeytandan çekindiği için yanında sopa da getirmiş. Cezmi “Ne oluyor?” diye çıkar çıkmaz kafasına geçirdi sopayı rahip. Daha da vuracaktı, hemen araya girdik. Cezmi Abi’nin kaşı yarıldı, ama ayakta duruyordu hâlâ. “Derdin ne senin salak?” dedi. Rahip çocuk gibi ağlamasın mı? “Söyle,” dedi. “Tanrı’nın lafını değil de senin lafını dinleyenlere söyle. Söyle kalbi ışığa muhtaç takipçilerine. Söyle de kiliseye gelsinler. Kiliseye gelsinler. Kiliseye.”

Cezmi Abi’nin tersi normalde çok pistir, ama karşısında kilise de kilise diye ağlayan ihtiyara kıyamadı. Rahibi evine postaladıktan sonra akşamdaki arada yanına gidip anlattım olanları. “Yuh!” dedi. “Nerem şeytanmış yahu!” dedi kaşını gözünü oynattı. Güldüm. “Ne yapmak lazım?” dedi sonra. “İçeri giremez artık,” dedim, “Söyledim kapıdakilere durumu.” “Yok ya,” dedi. “Onu demiyorum. Sevindirsek mi ihtiyarı. Sevaptır.” “Sevap mıdır?” dedim. “Değil mi ki?” dedi. “Tüm gün alnı secdede olan sensin. Değil mi sevap. Yaşlı sevindirmek için yani.”

Emin olamadım. Kiliseye gitmenin sevabı mı olur. Ama sonra düşündüm. Şimdi kiliseye hepimiz gidecek filan olsak, rahip Cezmi’nin şeytan olduğuna iyice ikna olacak. İsmini de artık öğrendiğinden yarın öbür gün yeni emirler filan vermeye kalkar. Gitmedik kiliseye yani. Ama o gün rahibin kilise de kilise diye ağladığını gören aramızdaki tek tük Alman insafa gelmiş gitmişler.

Korktuğum gibi olmadı sonra, ondan haber almadık. Sesi çıkmadı hiç, gece çok geç vakitte oradan geçtiğimden görmüyordum da. Ama iki hafta sonra gördüm. Yine vardiyadan çıkmıştım, Ekim ayıydı, sipariş yetişsin diye fazladan çalışmıştık. Hafif yağış vardı, yine de yolumu uzatıp kilisenin önünden geçtim. Rahip uyanıktı ve işkenceden arta kalan domatesleri kavanozlara dolduruyordu. “Yenmez onlar yahu,” dedim. “Yemeyeceğim,” dedi. “Tohumlarını çıkarıp toprağa ekeceğim.” “Özür diledin mi?” dedim. “Anlamazlar ki,” dedi. “Domates. Nasıl anlasın.”