İslamcı Öykünün Uzlaşımları

CEMAL ŞAKAR
Abone Ol

Her alanda olduğu gibi uzlaşımlar bir vasat oluşturur. Vasat güvenli alandır. Güvenlidir, çünkü genel bir katılım söz konusudur. Öykülerin çoğunluğu bu atmosferden beslenir, bu atmosferden yazılır ve yine bu atmosferi besler.

İslamcılar, İslamcı öykü gibi bir tasnifi, isimlendirmeyi edebiyat dışı bir yaklaşım olarak gördükleri için genellikle karşı çıkarlar. Haklıdırlar da. İslami duyarlıklı öykü, geleneksel öykü, muhafazakar öykü gibi başkaca isimlendirmeler de benzer bir maluliyet taşır. Başından beri kendilerini sağda ya da solda konumlandırmayan İslamcılar, bu iki kesimden farklı bir dünya görüşleri olduklarını dillendirirler. Toplumsal bir tabana sahip olan bu dünya görüşünün mensupları zaman içinde kendilerine has bir edebiyat anlayışı da üretmiştir. Bizim derdimiz bu edebiyat anlayışına bir isim bulmak değil; yıllara şamil öykücülüğümüzün zaman içinde ürettiği uzlaşımlara, buradan doğan öykü tasavvuruna dikkat çekmektir.

Her alanda olduğu gibi uzlaşımlar bir vasat oluşturur. Vasat güvenli alandır. Güvenlidir, çünkü genel bir katılım söz konusudur. Öykülerin çoğunluğu bu atmosferden beslenir, bu atmosferden yazılır ve yine bu atmosferi besler. Okuyan ve yazanlar bir yabancılık, bir acayiplik yaşamazlar; her şey bildikleri üzere cevelan eder. Bu vasatta öykü kişileri, temalar, ifade biçimleri hazır kalıp olarak mevcuttur; vasat, kendi hayal sistemini, simgelerini, imgelerini yaratmıştır.

Dolayısıyla okurken ve yazarken zorluk çekilmez. Mesela sonbahar dersin, sararmış yaprakları rüzgar savuruyordu dersin, hemen hüzünden söz ettiğin anlaşılır, atmosfer otomatik olarak kurulmuştur. Sabah uyandım dersin, hemen bugün değişik bir şey olacağı sezdirilir. Ayna olunca yüzleşme gelecektir. Yolculuk, seyr-i süluktur. Her şeyi geride bırakıp çekip gitmek, geçmişinden kopmak, acı içinde yalnızlığa yuvarlanmaktır. Kuyu, bir karanlığa düşmekse de mutlaka bir aydınlanma yaşanacağına işarettir…

Uzlaşımların güvenli bir alan yarattığını söyledik, çünkü geniş anlamıyla bir dil dünyası oluşmuştur. Dil dünyasının oluşturduğu alan geniş olduğu için okurların ve yazarların büyük kesimi buradadır. Dolayısıyla bu alandan yazılacak öyküler, kötü öykü olmazlar. Doğdukları vasat onlara bir çıtayı garanti eder.

Şimdi bu uzlaşımların neler olduğuna daha yakından bakalım:

• Modernite ve gelenek karşılaşması başat konular arasındadır. Sadece konu da değil, öykülerin genel atmosferidir, her şey burada olup biter. Öykü için bu karşılaşmanın dışı yoktur.

Modernite bizatihi kötüyü, çirkini ve yanlışı; gelenekse bizatihi iyiyi, güzeli ve doğruyu temsil eder. Gri bölge hiç yoktur. Bu sert kontrast nedeniyle öyküler siyah-beyazdır; renklilik hafifliktir. Sert kontrast içinde anlatılan öykü kişileri hayat içinde yaşayan insanlar olmaktan çıkıp modernitenin veya geleneğin temsilcisi olurlar; bu yüzden de genellikle tek boyutludurlar.

• Modernite-gelenek çatışması iki şekilde ele alınır: Birincisi ve yaygın olanı birey üzerindeki sonuçları, ikincisiyse toplumsal alanda, halk üzerindeki etkileri.

Birey üzerinde her nasılsa taşıdığı geleneksel değerlerin gözden düşmesiyle hayata tutunamaz ve yaşamın kıyısına düşer. Hüzün baskın ruh halidir. Yaşadığı çatışmalardan, savrulmalardan çıkmasının mümkünü yoktur; ışık, ümit hep ufkun çok ötesindedir, hüzünle kıvranan bireyin oralara uzanacak, gidecek mecali yoktur. Tabii bu çatışmaların, bunalımların, buhranların modernist bir hazza dönüştüğünü söylemeye bile gerek yok.

Bireyin ve toplumun yaşadığı bu hal çoğunlukla yabancılaşma şeklinde adlandırılır. Böylesi bir adlandırmayla bireyin ve toplumun kendini kendi yapan değerlere sırt döndüğü, dolayısıyla özünden uzaklaştığı söylenmiş olur. Yapılacak olan kendi özüne dönmektir; dönse çatışma, dağılma, çözülme son bulacaktır. Ancak bu özün ne olduğu pek söylenmez; genel kabul olarak bilindiği varsayılır. Kendi özüne, geleneğe dönmek ikame ifade biçimleridir; aslında İslam’a sırt dönüldüğü söylenmek istenir.

• Modernite-gelenek çatışması bir kopma, bir yarılma olarak değerlendirildiği için iyi, güzel ve doğru olanlar eskide, uçurumun öteki yakasında kalmıştır. Bu kopuş düşüncesi nostaljiyi doğurur ve besler.

Sünnet, yaşayan bir gelenek olarak düşünülmediği için her geçen gün daha da kötüye gidilmekte, güzel günlerden uzaklaşılmaktadır.

• Eşya hep öteleri imler. Ama bu öte genellikle belirsizdir; daha çok Platon’un idelerine tekabül eder. Gerçekliği anlamakta, kavramakta Hz. Peygamberin eşyanın hakikatini talep eden duası genel bir şiar olmakla birlikte gerçeklik tek boyutlu olmaktan kurtulamaz. Dahası eşya genellikle öykülerde kendisi olarak yer alamaz, daha çok öykü kişisinin haleti ruhiyesini belirginleştirecek şekilde araçsallaştırılır. Bu yüzden öyküler alabildiğine özneldir; her şey sadece öykü kişisi için vardır. Sanırım bu duruma romantik romantizm demek yanıltıcı olmaz.

• Öykülerde, öykü kişisinin duygulanımları genellikle duygusallığa dönüştürülür. Birçok öyküdeki arabesk tını buradan gelir.

• Aşka yer yoktur. Kadın erkek ilişkileri ya olumluyu göstermek için nine, anne, hala, teyze üzerinden ya da kötüyü göstermek için asri kadınlar üzerinden kurulur. Kadın erkek ilişkileri kamusal alana taşınmaz.

• Öyküleri besleyen genel atmosfer modernite-gelenek karşılaşması olduğu için geleneksel temalara yer verilmez. Ölüm, vuslat, ilahi aşk, kahramanlık, yiğitlik, yaratılanlara yönelik sevgi vb. temalar yerini bunaltı, saçma, bireyin açmazları, hayata tutunamama, iletişim kuramama, yalnızlık.. illa yalnızlık vb. temalara bırakır.

• Modernist öykünün kurucu unsurlarından olan gerçekçiliğe sıkıca bağlıdır. Geleneksel tahkiyelerde yer alan melekler, cinler, devler, ejderhalar, Simurglar, Kaf Dağları bu gerçekçilik içinde yer bulamaz. Anlatabilmeye çok heves ettiği metafizik olanı hep kendinden uzakta, fiziğin çok ötesinde düşündüğü için oraya uzanamaz; bu duyuşu metafizik bir ürperti olarak tanımlar.

• Tasavvufun dönem öyküsü üzerindeki belirgin etkisi simge kullanımı, nedenselliğin terki ve zaman-mekan arasındaki çizgisel akışın kırılması şeklindedir.

Cumhuriyet Döneminin tepeden inmeci modernleştirici projelerinin toplum ve birey üzerinde yarattığı travmadan kaçmanın en güvenli yollarından birisi tasavvufun güçlü simge dünyasıdır. Orada çatışmaya yer yoktur; olsa olsa öykü kişisi kendi nefsiyle çatışır. Zaten dönemin en belirgin yanı bireysel çatışmalara, çözülmelere, dağılmalara ilgi duymasıdır. Ama nefs tezkiyesi bu öykülerde modernist bireysel iç hesaplaşmaya dönüşür.

Nedensellik olay örgüsünde işlemez. Öykü kişisi neden burada olduğunu, nereye gittiğini, niçin geldiğini bilmez; insanı aşan bir irade onu sevk ve kontrol eder. Çoğu kez gittiği yerde bekleniyordur.

Zaman da sürekli olarak kendi üzerine kapanır. Zamanın böyle kendi üzerine kapanması, mitik zaman kullanımlarında gördüğümüz doğal bir çevrim şeklinde değildir, daha çok öykü kişisinin kendi üzerine kapanmasına hizmet eder. Mekan ve kişi adları yer almaz. Çünkü eşyanın öykü kişisinin haleti ruhiyesine denk gelecek şekilde öznelleştirildiğini söylemiştik, isim vermek, isimleri anmak nesnellik demektir, eşyanın ve insanın kendisiyle var olması demektir. Bu kendilik, nesnellik öykünün atmosferini deleceği için özel isimlerden kaçınılır. Ayrıca bu isimsizlik, evrenselliğin de koşullarından biri olarak addedilir. Öyküdeki kişiler ve mekanlar istenir ki her insan olsun, her mekan olsun, böylece de evrensellik yakalanmış olsun.

• Bu uzlaşımlarda modernite-gelenek çatışmasının dışı olmadığı için güncel sorunlar öykülerde yer almaz. Ne Kürt meselesi, ne Ortadoğu’daki zulümler, ne mülteciler, ne açlık, ne sosyal adalet ilgi alanına girer.

• Öykülerin biçimleri insanın ve eşyanın tek boyutluluğuna uygun olarak yapılandırılır. Dil uzlaşımsaldır; simgeler, mecazlar, imgeler kolayca bilinenlerden seçilir. İmalar, göndermeler, çağrışımlar da bu dil dünyasına uygun olarak kurulur. Dili eğip büküp imkanlarını zorlamanın, kelimelere yeni anlam alanları açmanın ve buradan yeni imgeler, yeni ifade biçimleri üretmenin peşine düşmez. Dahası kelimeler ikincil, üçüncül anlamlarıyla da pek kullanılmaz.

• Olayın ve durumun kurgusu modernist öyküye uygundur. Zamanın çizgisel akışının kırılmasıyla parçalı kurgu ve bilinçaltı en sık başvurulan yöntemlerdendir. Ancak öykü kişisinin kendi dışında nesnel, ampirik bir dünya olmadığı için bilinçaltı eşyanın kendisinden uyarı almaz; öykü kişisinin kendine uygun kurduğu plastik dünyadan uyarılar alır. Bu yüzden bilinçaltı daha çok bilinçlilik hali olarak çalışır. Çünkü öykü kişisi duyularını, sadece hüzün ve acı içindeki ruh halini sürdürebilmek için açar.

• Seçkincidir. İlkesel olarak Müslümanların yekvücut olduğuna inanır, ama öykü kişisinin yaşadığı acıları daha ulvi gördüğü için vücuda batan dikenin acısını öykülerine taşımaz. Çünkü sıradan konuların yüksek estetiğe zarar vereceğini düşünür.

• Mesaj meselesine uzaktır. Mesajın öyküyü zayıflattığını düşünür. Bundan dolayı da öykünün anlatıldığı mekanda ve kişilerde dinsel simgelere pek rastlanmaz.

• Ciddidir. Yaşam sevinci, neşe, muhabbet, kıvanç, gülmek gibi kimi hallere mesafelidir. Öykülerdeki atmosfer genellikle alacakaranlık kuşağı gibidir. Asık suratlıdır demek belki de daha doğrudur.

• Sterildir. Öylesine sterildir ki, bilinçaltında kıpraşan kimi hallerin yüksek estetiğin ulviliğine halel getireceğini düşünür ve bilinci bunları engeller. Bu engelleme nedeniyle öykü kişisi sentetiktir. Zaten mekan, olay ve durum hep öykü kişisinin ruh hallerine uygun olarak düzenlendiği için bu sentetik kişilik başka bir yerde yaşayamaz.

• Yeraltına ilgi duymaz. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle burada sterillikle ilgili kaygı belirleyicidir. Yeraltının kirli dünyası sterilliğe mugayirdir.

Kullanılan dilin uzlaşımsal olması da yeraltına girmeyi engeller. Çünkü yeraltının diliyle öykülerin dili arasında derin bir çelişki vardır. Yeraltında nerdeyse hiçbir kelime asal anlamıyla kullanılmaz; orada her şey mecaza dönüşmüştür. Bu dil nedeniyle yeraltı neredeyse alegorinin kendisidir.

Merkezde yer alması da, yeraltına ilgi duymasını engeller. Çünkü merkez demek ortodoksi demektir, ortodoksinin dışında kalan her şey heterodoksidir ve heterodoksiler zehirlidir, baştan çıkmadır, şeytanidir. Şeytanidir, çünkü Foucaultcu anlamda iktidarın denetiminin dışındadır. Bu anlamda iktidarın aydınlattığı, ortak aklın onayladığı; yani meşru alanın, meşru olanların dışındadır. Şöyle de diyebiliriz; yeraltı, iktidarın gayri meşru çocuğudur ve gayri meşru çocuklar karanlığa terk edilir.

Uzlaşımları daha da çoğaltabiliriz, ama bu kadarının İslamcı öykünün genel uzlaşımlarını göstermek bakımından yeterli olduğunu düşünüyorum.

Burada büyük büyük genellemeler yaptığımın; genellemelerin, hele buradaki gibi büyük büyük genellemelerin çok önemli istisnaları yok saydığının farkındayım. Zaten bu tasavvurdan doğan iyi öykülerin de istisnalardan beslendiğini biliyoruz.

Benim de ucundan kıyısından mensubu olduğum uzlaşımların arkasında 50 Kuşağının, 70’lerin aşırı siyasallaşmış havasının ve 80 darbesinin olduğunu unutmamak gerekir. Toplumsal koşullar sanat edebiyatı da derinden etkiler. İslamcı öykücülük 70’lerden sonra belirginlik kazanmıştır. Dolayısıyla kendi uzlaşımlarını üretirken, sözünü ettiğimiz dönemlerin etkilerine açıktı. Doğal olarak dönem etkileriyle ve kendi geleneksel kaynaklarından devşirdiği hassasiyetlerle kimi sonuçlara vardı.

Sözünü ettiğimiz uzlaşımlarla kurulan öykü tasavvuru, İslamcı öykünün kuruluş yıllarını da kapsaması ve bu kurucuların hâlâ öykü yazıyor olmaları nedeniyle çok güçlü bir öykü anlayışına dönüştü. Andığımız tasavvur bugün de etkilerini devam ettirmektedir.

Şimdi! İslamcı öykü bu uzlaşımlarla kendine meşru bir alan açtı ve içinden üç-beş iyi öykücü çıkardı. Zaten bir kuşak bu üç-beş kişi için yürür.

2000’lerden sonra yeni bir dönemin eşiğindeyiz, hatta eşikten içeri atladık bile. Dünyanın küreselleşmesi, edebiyatımızın dünyayla eşzamanlı yürümesi ve bunun hem teorisine hem de pratiğine açık bir hale gelmemiz, internetin ve sanallığın aşırı etkisi, postmodern hakikatsizlik... Dünya değişiyor, bu değişen dünyada İslamcı öykünün ürettiği uzlaşımlar giderek bir hapishaneye dönüşüyor. Bu öykü anlayışı değişen dünya karşısında, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya devam ediyor.

Dahası bu değişimler karşısında giderek muhafazakarlaşıp köklerine sıkıca tutunuyor. Gerek kuşağın mensupları gerekse genç öykücüler bu uzlaşımlarla hızla yüzleşmeli, hesaplaşmalıdır. Aksi halde bu kuşağa mensup öykücüler kendilerini tekrar etmiş olacaklardır. Gençlerse ya kendilerini güvenli bir liman olarak söz konusu uzlaşımların içine atıp abilerini/ablalarını taklit edip çoğaltacaklar ya da içine doğdukları yeni durumların dil dünyasını kurup aralarından üç-beş kişiyi çıkarmak üzere yola çıkacaklardır.

  • Öykü yükseliyor mu yükselmiyor mu tartışmaları bütün şiddetiyle devam ediyor. Ama hanımlar beyler lütfen sakin olun. Sakin… Yükselirken haber vereceğiz biz size! (AE)