İnsan nereye gidiyor?
Yazarın belki yaşadığı, belki de tanık olduğu toplum kesiminin kötümser hayatının ruhu anlatılırken yalnızlık ön plana çıkıyor. Karakterlerin yalnızlığı, mekânın yalnızlığı, bakışların yalnızlığı ve dahası. Olumsuz yönde yaşanan hayatlarla bu vesileyle karşılaşılıyor.
Mutluluğun tesellisi olabiliyorsa, mutsuzluğun da olabiliyor galiba. Banu Özyürek Poz (Everest yay., 2019, 135 s.) adlı ikinci kitabıyla insanın en duygusal, en hassas, belki biraz da karamsar ve boşvermiş yanını yazdığı öykülerini okuyucuyla paylaşırken, sanki böyle bir mesaj veriyor. Oluş ve bozuluş dünyasında etkilenen hayatları anlatılıyor. Kadın ya da erkek, her yaşta görülebilecek karakterler tüm apaçıklığıyla satırlarda okunuyor. Yazarın hayatı, tam da bu apaçıklıkta aradığı hissediliyor. Aile, çocukluk, kadın-erkek arasındaki ilişkiler, sert ve cesur bir duruşla ifade ediliyor. Eser, temel olan bazı temaları üzerinden irdelenebilir: Acı ve sert anlatım, pornografiyi çağrıştıran unsurlar ve uzuvlar, tabii ki yoğun duygusal hissiyat. Eserin ruhuna girebilmek için sadece bu nüanslar tabii ki yeterli değil. Ama tüm temaları da burada işlemek zor. Belirtilen temalarla kitabın geneli hakkında bir şeyler anlatmaya çalışmak ve bu temaların bazı tespitlerin altında işlenmesi ise mümkün. Aşk ile ayrılık birlikte sahneye çıkan duygular. Artı ve eksi noktalardaki hisler söz konusu.
Tabii olan duyguların sahihliğinin sorgulanmasıyla karşılaşmak mümkün: “(...) başkasıyla da yaşıyor mudur bunları?” diyor adını öğrenemediğimiz karakterin öyküsünü anlatan “Bu Senin Çiçeğin”de. Bu şekilde sorgulanan heyecanların bir karşılık bulamaması ya da içte kalması işleniyor genel itibariyle. Umut besleyen kalp bu nedenle küçümsenebiliyor, “Kalbime bak sen” (s. 23) cümlesi satırlara yerleşiyor.
Ağlamanın güçsüz bir görünüş getireceği ve dikkate alınmama hissiyatını yaşatacağını düşünüyor karakter. Ağlamak, güçsüz düşürecek bir fiziksel dışa vurum gibi işlenip, görmezden gelinmeye çalışılıyor. Belki kibirden belki de öykünün geçtiği andaki umutsuzluk içinde güçlü durma çabasından dolayı “(...) gözyaşları beni pek ciddi göstermezdi” (s. 38) cümlesi okunuyor. Ama aslında yalnızlığa itilen karakterlerin beklediği şeyin “İşte hep böyle bir gülümseme istememiş miydi? Böyle insanın kalbinden çıkan bir gülümseme” (s. 73) olduğu satır aralarından seçiliyor.
Yalnızlık. Ne illet bir şeysin sen!
Yazarın belki yaşadığı, belki de tanık olduğu toplum kesiminin kötümser hayatının ruhu anlatılırken yalnızlık ön plana çıkıyor. Karakterlerin yalnızlığı, mekânın yalnızlığı, bakışların yalnızlığı ve dahası. Olumsuz yönde yaşanan hayatlarla bu vesileyle karşılaşılıyor. Bohem hayatı merkeze alan, dağınık, gününün ya da hayatının zevkini almaktan ziyade, daha fazla nasıl acı çekerim diyen karakterler ön planda olduğu zaman, yalnızlık daha da barizleşiyor. Bir şeyler olmaklık ya da bir yere ait olmak fikrinden ziyade, bunlardan yoksun olmak anlatılıyor, bireysellik öne çıkıyor. Okura kimi zaman, “ille de bunlar olmalı mı” sorusunu sorduruyor. “Yapış Yapış” adlı öyküde geçen puantiyeli çoraplardan sonra, küçük şeylerle mutlu olalım lütfen, bu mümkün demek geliyor insanın içinden. Yalnızlığın içinden mi yoksa yalnızlık içinde mi öykülerini yazdı yazar bilinmez ama yalnızlık içindeki karakterler yazılmış.
Belki de yazar “Ben insanın ancak yalnızlığından geçenlere değer veririm” diyen Selahattin Batu’ya katılıyordur. Karakterlerin sertliği ve acı/nası durumları bir beton binanın sertliği ya da gökyüzünün kasvetli rengiyle özdeşleşiyor. “Yok, hiçbir yumuşaklık göremiyordum ona ölesiye katıydı. Ama bir binayı korkunç yapan bunlar mı?” (s. 32) diye sorduruyor anlatıcı ve karakterini elleri cebinde binanın önünden başka bir yola sürüklerken, yaşamaktan yorulan oyuncusuna nefesini kusturarak, yaşamaktan yorulmasını işliyor. Ruhu vaat edilmiş güzel yaşamın içine giremeyince, neticenin arzusuna ulaşamayınca, ruhunu emip bitiren yalnızlık ve soğukluğu ile arafta kalıyor. Aslında belki yalnızlık içinde kaybolan karakterlere verilebilecek bir şifa vardır: Kayboluşun ancak düşüncenin varlığı ile mümkün olacağını karakterin aklına getirmek ve soğuk mekânlardan ziyade, ruhu okşayıp yaşama sevinci verecek yerlere karakteri göndermek. Ama tabii öncelikle yazarın bunu anlatmak istemesi lazım diyerek bir sonraki tema öne çıkarılabilir.
Bazı öykülerde, pornografiyi çağrıştıran duygular ya da hareketlerin sesini duyuyor okur. Ben duyguları ve ben sınırları arasında dalgalanan hisler dans ediyor. Öykülerdeki anlatım şekli konuyu çağrıştırıyor. İlgili anımsatmanın görüldüğü satırlarda yazarın dil tercihinin farkında olmak gerekiyor. Buradaki asıl eleştiri; yazarın temas etmek istediği problem noktaları ve hayatın içinde olan bir gerçekliği yansıtması değil, konuyu ifade ederken kullandığı dil tercihinin kendisi. Bedenin çok kullanışlı olması, bunun tensel temaslarla dile getirilmesi sanki onun varlık derecesinde tamamlanmamış eksik bir yan olduğunu hissettiriyor. Gerçeğin yerini görüntünün, görüntünün yerini de gerçeğin aldığı bu husustaki satırlar, öykülerin sahip olduğu gücü sarsabilecek bir durum. Pornografiyi, talep içeren alanların tümünün işaret edilmesi amacıyla kullanıldığını düşünmek de mümkün.
Yazarın bu unsuru hayal dünyasından ziyade yaşanmışlıkların dünyasının içinden konuşturduğu karakterlerini ve iyi olan fikirlerini sunmakta kullandığı yöntem olarak algılamak gerekir. Olay ya da durumu bir anlatıcı ya da kişi dile getiriyor; bazen bir çocuk, bazen bir sevgili, bazen de bugün de kaybettim hissini yaşayan karakterler. Yazar kaleme aldıklarının okurda yaratacağı etkilerden ziyade başka şeyleri düşündüğünü hissettiriyor. Kafa sesinin estirdiği rüzgârla yazmış öykülerini, bildiği en doğru cümleleri konuşturmuş. “Hayvan Yalnızlığı”nda geçen şu cümle kitaptaki tercihinin özeti gibi: “Olayı elimden geldiğince düz anlatacağım. Ki olayları rahat bıraksak, düz halleriyle de gayet olaylar yani.” (s. 80) Bir şeylerin daha iyi olacağına dair umut görmüyoruz, işler hep daha kötü oluyor gidişatı yaşıyoruz. “Mutluluğun aç bir canavar olduğunu bilmiyordum” (s. 120) cümlesi bu tespite örnek teşkil edebilir. Efsanevi değil de bilinen duygular arasındaki geçişkenliklerin aurasını yakalamaya ve bunları baltalamaya çalışıyor sanki yazar. Çok geniş bir zamana yayılmıyor hiçbir öykü, bir âna, küçük bir mekâna sığdırılmış hayatlar aktarılıyor.
Anlatılanların çirkinliklerinin özden gelen bir kötülük nedeniyle mi, yoksa insanın çocukluğunu kaybettikçe giden masumiyetinin eksikliğinden mi kaynaklandığı kestirilemiyor.
Dünyaya olan inancını, aldığı yaralarla kaybeden insanların öyküsü var. Yazar bunları insanlarla iletişim kurma yolu olarak seçmiş gibi. Anlatılanların çirkinliklerinin özden gelen bir kötülük nedeniyle mi, yoksa insanın çocukluğunu kaybettikçe giden masumiyetinin eksikliğinden mi kaynaklandığı kestirilemiyor. Çünkü karakterler kurtuluşa gidecek bir yol aramaktan yoksun ya da kendi sınırlarını genişletebilecek kadar cesur değil. Öykülerin sıkıntısı içinde kalıyor insan. Ruhun bendenle yaşadığı tuhaf deneyimleri okuduğunuz kitapta, aslında ruhtan ziyade bedenlerin ön planda olduğunun hissedilmesi, “Nereye gidiyoruz ki biz?” sorusunu sordurabilir. Ama dil, üslup, bir duygu ya da düşünceyi aktarma kabiliyeti gayet başarılı yazarın. Söylemek istediğini çekinmeden, içinden geldiği ve hissettiği gibi yazmış. Aslında en özetle modern dünyanın getirdiği savrukluğun içinde kendi konumunu bulamayan insanların, duygusal boşluklarda yüzen zihnî, fizikî ve ruhî arafını anlatmış.