İmgeler sûretler: B. Nihan Eren
Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges'e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun “oyun”, Tanpınar içinse pekala “zaman” olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden?
B. Nihan Eren:
Düşünmeye ve hayal kurmaya toprağı seyrederek, kendi zamanını bizden böylesine bağımsız belirlemesine, kendi halinde bir oluş içinde yaşamasına hayret ederek başladım diyebilirim. İnsanlık ortadan kalksa bile dünya dönmeye, mevsimler geçip gitmeye devam eder. Tabiat tarafından ele geçirilmiş, terkedilmiş, insansız mekanların fotoğraflarına uzun uzun bakmaya bayılırım. İşte o zaman hiçbir şey olmadığımızı görüyorum. Bir hiç olduğumuzu, merdivenleri, duvarları kaplayan ağaçları, kabarıp mekanı yutan otları gördükçe daha iyi anlıyorum. Kendimi yaşam içinde konumlandırma şeklimi bana tabiat öğretti. Merak ettiklerimin, anlayamadıklarımın, sorup cevap alamadıklarımın dilini ağaçlara sordum. Topraktan şifa dilendim. Onun kendi zamanını, bizden bağımsızlığını, kendi halindeliğini ve durmadan bize kim olduğumuzu hatırlatmasını her zaman büyük bir saygıyla karşılıyor ve yalnızca ona bakarak hem kendi halime, hem dünyanın ahvaline dair bir cevap ve konum arıyorum.
Yazmak da bu değil mi? Benim için bu. Dünyaya, insana dair bir soru, bütünlüklü bir kavrayışın çabası. Tabiat ve karakterler hep koşut ilerlediler. Tabiatı izlerim, sezgilerimle, yüreğimle izlerim. Hala ağaçlar altındayken, bir çiçek yetiştirirken, bir hayvanın doğumunu izlerken, ilkbahar gelirken, fidanları seyrederken, yıllar öncesinden bir parçanın gelerek bana bir idiyet aktardığını düşünürüm. Pusulamız her zaman çocukluktadır; yalnızca yaşarken değil, yazarken de. Neyi yazacağımızın, nasıl yazacağımızın pusulası hep orada. Artık yalnızca bu rabıtamı kaybetmemeyi diliyorum. Yazarken de, yaşarken de. Hayatın temel mantığının tabiatta gizli olduğuna inanıyorum. Hani ders kitaplarında bile dendiği gibi; doğmak, büyümek ve ölmek. Dünya bu kadar. Bunu tabiat bize her mevsim söylüyor. Yeni bir bilgi değil. İlginç bir şey söylüyor da değilim.
- Ama bir tohumun uyanışını, büyüyüşünü, bir ağacın meyveye durmasını nasıl bir heyecan ve şükranla karşıladığımı size kelimelerle anlatabilmem gerçekten çok zor. Bu arada ben zaten insanları ağaçlara benzetirim. Tanıdığım, sevdiğim veya benimseyemediğim çoğu insanın bende mutlaka bir ağaç, bir bitki adı olarak renkleriyle birlikte karşılığı vardır. Bu anlamda ses de çok önemli bir yere sahip benim için. Önce duyuyorum. Öykünün sesini duyuyor ve bunu bütün atmosferiyle, sesleriyle duyurmak istiyorum. Tabiat sessiz değildir. Dolayısıyla başta onun sesleri olmak üzere, bütün seslerin bir anlam karşılığı var diyebilirim. Hep dilin, bir ses gibi ritimli olmasını hem de seslerin bir bütünü yaratmasını önemsiyorum. Tabiatın benim için önemli parçalarından biri de su. Boğulmak, fırtınaya yakalanmak, sulara kapılmak her zaman çok ilgimi çeken temalar.
Ve bunu tabiattan koparmadan anlatabilmek önemli benim için. Kör Pencerede Uyuyan'da da Hayal Otel'de de boğulan birileri, suyun tahrip gücünü aşamayan insanın çaresizliği var. Yazının, sesle, suyla, fırtınayla, ağaç, dağ ve ormanla kendini, kendi doğasını yaratması, peşinde olduğum şey bu. Ama tüm bunların bir kendiliğindenlik ve sezgiyle varolmaları, yani kendi tabiatında. İşte bu. Aradığım hep bu.