İki kere yabancı
Rüzgâr gibi geldi geçti denilen kendisine karşı, kasırga gibi geçip giden yoldaşlar arıyordu. Bu yüzden kendini Lubtu’ya yabancı hissediyordu. Ama yeryüzüne inince ikinci kez yabancı, insanların deyimiyle yapyabancı olacağını nereden bilebilirdi ki. Adı Ze. Neş’in eşi. Gökteki Lubtu dünyasının bir eri.
“Ses’i duymak güzeldir.” - Sişuya Kanunları
Lubtu’da herkesin kendine has, dünyaya dokunuşunda saklı büyülü gücü vardı. Onun dokunuşu hızlı koşma ve uçma gücünde gizliydi. Yeryüzüne inip gücünü orada göstermeye karar vermişti. Çünkü ona göre gökyüzünde onunla yarışabilecek canlı artık yoktu. Kimse onun kadar hızlı koşup, kanatlarını onun gibi göğü titretecek kuvvette savuramıyordu. Daha güçlü rakipler istiyordu. Rüzgâr gibi geldi geçti denilen kendisine karşı, kasırga gibi geçip giden yoldaşlar arıyordu. Bu yüzden kendini Lubtu’ya yabancı hissediyordu. Ama yeryüzüne inince ikinci kez yabancı, insanların deyimiyle yapyabancı olacağını nereden bilebilirdi ki. Adı Ze. Neş’in eşi. Gökteki Lubtu dünyasının bir eri. Neş’in onu yaşlı gözlerle uğurladığı, halkının bir daha görmek istemediği. Güneşin ışıklarını derisinde hissede hissede, ayın aydınlığını yol gösterici kabul edip ışığını izleye izleye yeryüzüne indi. Canının yandığını, gözünün görmediğini bir onlara söyleyebildi. Neş’in sesine ihtiyacı olacağını, Lubtu’dan ayrılmadan önce bilememişti. Bir kez yola çıkmıştı, isyan etmişti. Lubtu’dakiler kendisini isteyene kadar gökyüzüne geri dönemezdi. Gökten yere indi. Ya yer onu kabul etmedi, ya da gök onu artık kendisinden sildi.
Toprağa tırnakları değer değmez kanatlarından oluverdi. Artık olmayan kanatlarının yerlerinde daha önce hiç hissetmediği bir acı duydu. Önceleri bunu önemsemedi. Oradan oraya koşarken tırnakları çatlamaya başlayınca acısı katlandı. Acısını kendine yoldaş bildi. Sonra sıcakta oluşan çatlaklar, soğukta çıkan esintiyi sanki içine çekti de çekti. Üşüdü. Güneş gibi yakıcı olan sıcaklığın bir gün soğukta titretebileceğini nereden bilebilirdi ki. Bilmiyordu güneş kaç kez göründü, kaç kez kayboldu. Ay bir tam, bir yarım, bir de yok oldu. Bu dönümlerde hep dağda, bayırda, çayırda yaşadı. Derelerin ve göllerin suyunu içti. Çimenlerin tazelerini kendine erzak edindi. Ama ne bir rakip bulabildi, ne de kendisine benzeyeni görebildi. Galiba yeryüzünde tekti. En çok yalnızlıktan, en çok sevgisizlikten yakındığı zamanlarda ölmek istedi. Ölmedi. Ne çok insanın önünden geçip gittiğini, kimisinin koşup oynadığını, kimisinin de birbirini kırıp geçirdiğini gördü.
İnsanlar çok değişkendi. En çok kendilerini, kendileriyle yok etme sanatında mahirdiler. Yüreklerinde “ah yandım” cümlesine yer yoktu. İnsanlarda galiba söze yer yoktu. “Aman” dileyenin karşısında, gücünü gösteren çoktu. Bağırdı, çağırdı, sesini duyurmaya çalıştı. “Siz Ses’i unuttunuz, sesin sahibini unuttunuz.” Bunu her zaman önce kendine söyledi. Nihayetinde o da söz dinlemeyenlerdendi. “Etme” diyen Ses’i, “gitme” diyen eşini duymamış gibi yeryüzüne gelmişti. Gökten indikten çok ama çok uzun bir zaman sonra, soğuk ve ıslak bir gün. Saklandığı yerden çıkamayacağı, yağmurun kokusunu içine çekemeyeceği bir gün insanlar ona yaklaştı. Nefes almadı. O kadar yaklaştılar ki gözlerini kirpiklerinin arasına sakladı. Ama nefes almamaya dayanamadı. Nefes. Nefesinin sesi izi oldu, o da insanların. Boynuna otlardan yapılmış bir acı taktılar. Evet, bu acıydı. Boynuna geçirildiğinde ve onunla çekile çekile götürüldüğünde, derisinde oynayan acının sıcak bir şeyleri vücudunda akıttığını hissetti. İnsanların nıspı dediği acı, derisine her sürtündüğünde canını daha çok yaktı.
Kanın adını o zaman duydu, rengini o zaman bildi. İnsanlar, kanı derisinden bir ağacın yaprağıyla sildiler. Yarası iyileşsin diye bir otun özünü sürdüler. Dilinde “ah kanatlarım olsaydı, uçardım, kaçardım”, yüreğinde “Neş”. O an bir kez daha bildi ki Ses’e karşı gelmenin cezasını çekmekteydi. Kanatları kırılmış Ze, bir de nıspıyla bağlanmıştı artık. Boynundaki nıspıyı ne yöne çekerlerse oraya gider olmuştu. Oysa derdi yüreğinin götürdüğü yere gitmekti. Gücünü yeryüzünde göstermekti. Büyüsünü gösteremeden yıllar geçip gitmekteydi. Başını göğe çevirdiği bir gecede gök yine yaşlı, yer yine ıslak. Toprakta pıt pıt sesleri, yağmur damlaları sesleriyle geceyi neşelendiriyordu. Ses. Ses’i duymak istedi. Toprakla buluşan yağmur damlaları sanki Ses’i kulağına taşıdı. “Sa” “ba” “ha” “u” “ya” “na” “cak” “sın” “ve” “baş” “ka” “bir” “gün.” Vakit sabah. Gece olunca yattıkları nabalarından gün ışığında çıkan insanların, kendileriyle ve onunla karşılaştıkları bir gün daha. Ama Ses yok.
Burada birbirinin aynı insan da yok. Biri yeri dinler, biri göğü. Bu yüzden biri çayıra gidelim der, diğeri dağa. Bir kısmı öndekini dinler, diğeri arkadakini. Ama çoğunlukla köyün en yaşlı iz göstericisinin sözüne kulak verirlerdi. O gün yine onun dediği yere, en yüksek dağa doğru yöneldiler. Ze’yi de hep yükseğe, daha yükseğe gidenlerin yanında gönderdikleri için yolculara yoldaş ettiler. İnsanların içinde su içtikleri tıkalarının, yemek yedikleri tapalarının taşıyıcısı oldu. Ze artık insanları seslerinden tanır olmuştu. Dağa çıkılan o gün de bir sesi duyduğuna çok sevinmişti. Doğduğu, yürüdüğü ve koşup oynadığına şahit olduğu, şimdi ise kocaman bir adam olan Tişi diye seslenilen gencin yanlarında gelmesi onu mutlu etmişti. Kimse yokken yanında hep o vardı. Tişi en çok kulaklarına fısıldardı. Bazen tek düze konuşur, bazen de uluyan bir kurdun genizden çıkan sesine benzer uğultular salardı. Ze gencin en çok bu sesini severdi, çünkü içindeki acının dışarıdaki hali gibi olduğunu hissederdi. Yolcular iki gece dağa tırmandı, sonraki gün yağmur yağmaya başladı. Yükseğe daha yükseğe diyen Tişi’nin babasının gösterdiği yere varmalarına ne kadar vardı, Ze bilmiyordu.
Suyla karışan toprağın oluşturduğu balçığımsı yolda ilerlemek zordu. Yağan yağmur arada bir diniyordu. Ama tekrar başladığında sanki şiddetini daha da arttırıyordu. O gece yağmur damlaları sanki Ze’nin dörtnala koşarkenki hızında idiler. Toprağa öyle sık ve sert iniyorlardı ki. Yeni düşen damlalar, oluşan gölcüklerin üzerinden zıplayıp etrafa sıçrıyordu. Toprak bu kadar birikmiş suya dayanamadı, yolcuların altından kaymaya başladı. Yürüyenleri sırayla sırtında taşıyan Ze’nin üstünde o sırada Tişi vardı. Ze’yi ise bütün yorgunluğu ve acısıyla Ses taşıyordu. Bunu hissediyordu. Yağmur damlalarından duyduğu “sa” “na” sab” “ret” “mek” “düş” “tü” sesi, yorulan ayaklarının, Lubtu’ya döneceğine olan inancının dermanı oluyordu. Yer sallandı, gök patladı. Ormandaki şelale gibi gökten inen yağmur yolcuların üzerine düşerken, yer de insanların ayaklarının altından kaydı. Ze gözlerini açtığında Tişi’nin kollarını boynunda, ıslak gözlerini ise yanaklarında buldu.
Gencin “sen de beni bırakma” diyen sesi, kulaklarından rüzgârın savurduğu tatlı bir esinti gibi geldi gitti. Ayağa kalktı. Herhangi bir yerinde sakatlık ya da yara var mı diye kendisini yoklayan Tişi’ye huysuzluk yapmadı. Bu esnada Ze etrafına bakındı. Tırmanmaya çalıştıkları dağın yarısının göçtüğünü gördü. Boynundaki nıspıyı çekiştiren Tişi, onun hareket edip edemeyeceğini anlamaya çalıştı. Ze iki adım attı, arı sokmasına benzeyen küçük sızılar dışında bir şey hissetmedi. Artık gidebileceklerini söyleyen Tişi’nin sözünü dinledi. Bu sefer sesin sahibini dinleyecekti. Ama ihtiyacı olan aslında başka bir sesti. Neş’e varmayı istedi, göğe baktı. Kulaklarında Neş’in sesini duyduğunu sandı. “Gitme Ze, Ses’in seni buraya bağlamasına izin ver. Şimdi özgür kaldım sanırsın, ama sonra Ses’i ve beni duymayınca ağlarsın.” “Çok ağladım Neş, çok özledim. Keşke beni duysan da ‘rüyamda yine seni gördüm’ desen.” İki yolcu nereye gideceklerini bilmiyordu.
Tişi bir yerin, bir toprağın, bir de birbirlerine vurduğunda şakır şakır sesler çıkaran, sanki birbirini gıdıklayan yaprakların sesini dinlerken, Ze de çiseleyen yağmur damlalarına kulaklarını dikti. Farklı şeyleri dinliyorlardı, ama aynı şeyi düşünüyorlardı. Hemen köye varmayı diliyorlardı. Yola koyuldular, yoruldukça dinlendiler, susadıkça yağmurun biriktirdiği sularla beslendiler. Ze yağmur sonrası ağaçların, çalıların yeni doğan filizlerini, Tişi de bunların meyvelerini yedi. Ama ikisinin de içinde olan açlık geçmedi. Aradığını bulamamanın, istediği yerde olamamanın verdiği açlık başkaydı. Ze koştuğu yol boyunca hep gökle konuştu. Beni kurtar diyen sesine karşılık aradı. Yağmur damlalarından duyduğu sesler bir zaman sonra tanıdık gelmeye başladı. Lubtu’daki arkadaşlarına ait sesler, sanki düşen her bir yağmur damlasıyla kulaklarını okşuyordu. Etrafındaki her şeyin sesini duymaya çalışarak gidecekleri yönü belirleyen Tişi’yi artık daha iyi anlıyordu. Her şey seni terk edebilir, ama ses asla.
Tişi’nin kendi kendine konuşmasından öğrendi ki ses yok olmuyordu. Boş bulduğu bir yerin içinde saklanıyordu. Vakti geldiği zaman kendisinin duyulmasına izin veriyordu. Ze, Ses’in Lubtu’da ona söylediklerini yağmur damlalarının içinde aramaya karar verdi. Evine dönmenin yolunu bulmak istiyordu. Henüz Tişi kadar başarılı değildi, pıt pıt seslerinden kelimeleri tam seçemiyordu. Ama yavaş yavaş Ses’e yaklaştığını hissediyordu. “Sa” “ba” “ha” “u” “ya” “na” “cak” “sın” “ve” “baş” “ka” “bir” “gün.” Bunu tekrar duyduğunu sandı Ze, belki gerçekten duymuştu. Ses’i bulmak için kendini zorluyordu. Tişi’nin etrafındaki sesleri dinlerken ne yaptığını daha dikkatle izliyordu. Dinlendikleri, susuzluklarını giderecekleri derenin kenarında bir ses duydu. “Ze”. Tılsım değdi sanki yüreğine de, içi kıpır kıpır oluverdi. Arka iki ayağının üzerinde şaha kalkası geldi. Kalktı da. Sesin geldiği yere baktı. Neş karşısında. Neş’in yaşlı bakışları gözlerinde. Derenin karşı yakasından ruhunu şaha kaldıran Neş’in sesi hala dipdiri.
Ama çok yorgun, çok kızgın bakışları. Lubtu’daki “gitme Ze” diyen acı bir ıslık gibi olan sesiyle ona yine haykırdı. Ze bakışlarını bir ağacın altında yön belirlemeye çalışan Tişi’ye çevirdi. Genç ağacın kalın bir dalına çıktı. Ağacın yapraklarını kurcaladı, bir de içi boşalmış kuş yuvasına göz attı. Sonra Ze’nin sırtına binip “yola devam edelim” dedi. “Bu sefer sesi dinlemeliyim Neş, bu sefer çıktığım yolu bitirmeli, yanımdakini yarı yolda bırakmamalıyım.”Neş cevap vermedi. Ze derenin orman yanında dörtnala koşarken, Neş de öte yakasından geçti gitti. İkisi de sesi dinlediler, duydukları sesin geldiği yöne ilerlediler. Onlar dörtnala koşarken havaya kalkan tozlar, esen rüzgâr sayesinde buluştu. Onlar ayrıldı, bıraktıkları izler buluştu. “Köye yaklaştık” diye bağıran Tişi’nin sesine, Ze’nin içindeki acıyı katlayan Neş’in yaşlı gözleri eşlik etti. Aralıklarla yağmaya devam eden yağmur yine hızlandı.
Kulaklarına çarpan damlalar, çiçeklerini rüzgârda dökmüş sapların çıkardığı ahenkli sesle fısıldar gibiydi. “Ze.” “Ar” “tık.” “Ev” “de” “sin.” Ze kendisiyle dalga geçtiğini sandığı yağmur damlalarına içinden kızgınlıkla bağırdı. “Evet evdeyim, Tişi’nin evinde. Bu sefer kavuşamadan ayrılığın acısını tattım. İki kere ayrılık, iki kere de yabancılık yaşadım. Ama ikisi de iki kere gözü yaşlı bıraktığım Neş’in halini görmek kadar acı vermedi bana. Neş söyle bana, kalbin nasıl?”Ses geldi yukarıdan. Sesler geldi yaklaştıkları köyden. Mutluluk çığlığı haykırdı Tişi ve yaşadığı yeri bulmuş olmanın verdiği sevinç gözyaşlarına, köyün en yaşlı iz belirleyicisinin sesi eşlik etti. “Onu bırak Tişi, boynundaki nıspıyı çıkar.” “Gök gönderdiğini geri istiyor, günlerdir onu alabilmek için göğü yere, yeri de toprağın en dibine katıyor. Yoldaşı bırak, yoksa hepimiz öleceğiz.” Gökte açılan delikten Ses’i duydu Ze. Ses’in ona “gel” deyişini işitti. Ses duyulmayınca hiçbir şey olmuyordu. O gelince de her şey aslını buluyordu.
Ze, Neş’in büyüsünün kulaklarını okşadığını hissetti. Herkesi uyutan, ama kendisini yanına çağıran sesini işitti. Neş’in ince ve tiz, ama kulaklara değdiğinde çipu çiçeğinin pamuksu dokusunu andıran büyülü sesi gökten yere indi. Ze değil ama Neş yeryüzünde büyülü gücünü gösterebilmişti. Köydeki herkes Ze ile geçen günleri unutacakları, derin ama kısa bir uykuya daldı. Tişi ve arkadaşları oldukları yere boylu boyunca uzandılar. Ze’nin ise ayakları yerden kesildi, kaybettiği kanatlarının yerinde, ormanda yaşayan beyaz kuşların kanatlarına benzeyen uzun ve parlak yeni kanatlar çıktı. Uçtu. Önce Ses’e yaklaştı. Konuştu Ses. “Evine giden yol, izlediğin yolu ve yoldaşını bırakmamaktan geçer, artık gidelim” dedi, arkasına döndü. Ze kendisini almaya gelen Lubtu halkı ile gözleriyle kucaklaştı. Kanatları ise Neş’in kanatlarıyla buluştu.