İçimde garip bir bulantı
Teyze bütün acılarını kapımın önüne bırakıp mahcup bir edayla evine dönerken ben taş kesilmiş halde eşikte bekliyordum. Merdivenlerden inerken terliğinin çıkardığı ses hâlâ kulaklarımdaydı.
İçimde garip bir bulantı. Hafta sonu evde yalnız kalmanın verdiği bir bulantı olabilir. Düşünmekten yorulan beynimi dinlendirememiş de olabilirim. Belki kötü bir akşamdı. Geçti gitti. Huzursuzum. Gerçi kimseyi arayasım, oturup muhabbet edesim yok, sabahın köründe niye uyandım ki?
İş alışkanlığı. Kaçta uyursam uyuyayım sabahın yedisinde zınk diye uyanıyorum, hafta sonu gayri ihtiyari gözlerim açıldığında, yeni bir güne uyandığımı fark ettiğimde kendime kızıyorum, biraz daha uyuyamaz mısın?
Remzi çekip gitti. Doğu’da bir yerlerde, ne yaptığını kimse bilmiyor. İşten atıldıktan sonra eline geçen tazminatı kül etmenin derdinde. Bence en iyisini yaptı. Benim için kötü oldu. En azından akşam ya da sabah kahvaltıda bir şeyler yiyor, şuradan buradan konuşuyorduk, şimdi ise sofrada tek başıma çatalı oflaya puflaya batırıyorum zeytin tanelerine.
İflah olmaz bir bulantı. Kapılara çarpa çarpa banyoya gidip yüzümü yıkıyorum. Aynanın karşısında yarım saat oyalanıyorum, art arda su çarpıyorum yüzüme.
Boş ver şimdi, müzik dinleyelim, diyorum, insan yirmi beş yaşından sonra müziğe sanırım daha fazla ihtiyaç duyuyor.
Şöyle böyle derken bilgisayarı açıp sıradaki parçayı kendime armağan ediyorum. Bir sigara yakıyorum; benim için nefes, perdeler için duman.
Dönen koltukta dönerek müziğin ritmine bırakıyorum kendimi.
- “Belki benim kağıt param, döne dolaşa senin cebine girmiştir. Hiçbir neden yokken, ya da biz bilmezken, tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur… Onca neden varken ve tam sırası gelmişken hiçbir şey yapmamış ve susmuşuzdur… Aynı anda aynı sessiz geceye doğru içim sıkılıyor demişizdir. Aynı sabaha uyanırken Kimbilir, aynı düşü görmüşüzdür olamaz mı? Olabilir.”
“Olabilir” diyorum kendi kendime. Neden olmasın?
Daha şarkının yarısına bile gelmeden kapının zili çalıyor. Umursamıyorum. “Kim olabilir ki?” Bir kez daha çalınca “Yanlış zil çalınmıştır” diye söylene söylene gidip kapıyı açıyorum.
Merdivenlerin başında hafif kısa boylu, lacivert kazağı ve başında yaşmağıyla ihtiyar bir kadın. Tanıdım, alt kattaki yaşlı teyze. Bazen merdivenlerde rastlıyorum, kızının yanında kalıyor, ona bakıyor... Ya da kızı ona bakıyor diyelim, her ikisi de olabilir aslında. Belki de kızı bile değil. Hiç bilmiyorum.
Teyze biraz mahcubiyet biraz da heyecanla, “Yavrum sizin bu tuvaletten tepemize su akıyor, beton bile kavladı, tamir ettirmeyecek misiniz?” diyor.
“Hiç fark etmedim teyze, birini çağırıp baktırırım.”
“Aman oğlum eksik etme. Binanın sahibi arada gelip soruyor, adam biraz aksi birine benziyor. Bela olmasın.”
“Tamam teyze, sağ olasın,” deyip kapıyı kapatıyorum. Bir kaç saniye sonra tam salona geri dönecekken kapıyı yeniden açıyorum.
Kapı aralığından bakınca teyzenin, olduğu yerde öylece beklediğini görüyorum. Kapıyı yeniden niçin açtım? Hiç bilmiyorum. Teyze neden gitmedi? Biliyor muydu?
Bir kaç saniye öylece bakıştık. Sonra teyze toparlanarak lafa girdi: “Evladım, sen ne iş yapıyorsun?"
“Gazeteciyim ben teyze.”
“Televizyonlara mı çıkıyorsun?”
“Hayır teyze, haber yazıyorum.”
Hiçbir halt anlamadığının farkındayım ama ne yapabilirim, mesleğim bu. Teyze “Benim kızım da hemşire...’’ (kızı olduğunu doğru tahmin etmişim) diye söze başlayıp kızının bütün ayıplarını, eski kocasına yaptıklarını, adamın iyi biri olduğunu ancak kızının aksi biri olduğunu, ayrıldıklarını, ah keşke babası yaşasaydı, her şeyin daha farklı olacağını uzun uzun anlatıyor. “Söz geçiremiyorum, eve geç geliyor, soru bile soramıyorum. Abisi yurt dışından gelince her şeyi anlatacağım.”
Yaklaşık yarım saat dinliyorum, çoğu yeri kaçırıyorum ağlayarak anlattığı yerler dışında. Dinliyormuş gibi hissettirmek için dinledim. Teyzeyi mutlu etmek istiyorum. Neden? Bilmiyorum. Bir insanı mutlu etmek için, en azından mutlu olmasını dileyerek. O an sesi bir arı vızıldamasını andırsa da yalnızlıktan patlamak üzere olduğum için dinledim. Toplu konutlar için dinledim, evde kalmış iktisatçı kızlar için, terk edilmişler için, tükenmişler için. Teyze bütün acılarını kapımın önüne bırakıp mahcup bir edayla evine dönerken ben taş kesilmiş halde eşikte bekliyordum. Merdivenlerden inerken terliğinin çıkardığı ses hâlâ kulaklarımdaydı.
İkimiz de tükenmiş halde ve aynı anda kapıları kapadık. O sırada, günlerce, haftalarca, aylarca teyzenin kapımın önüne bırakıp gittiği acılarına çarpmadan evime girmenin yolunu arayacağımı, bulamayacağımı, evi değiştirmeyi deneyip oradan ayrılamayacağımı, sonunda kızı -en başından beri biliyordum kızı olduğunu- ile evlenmek zorunda kalacağımı bilmiyordum.
Teyze yani kayınvalidemin düğünümüzden on beş gün sonra öleceğini de. Yıllar sonra yine böyle bir hafta sonu, sigara dumanı perdelerimizi sarartıyor diye nefesimi tutmuş, kayınvalidem Mahmure Hanım’ın apartman merdivenlerinden evin koridorlarına taşıdığı terlik seslerini dinlemeye devam ederken kapıyı ikinci kez açmasam olacakları düşünürken içimde o garip bulantıyı duyacağımı da. Salona gidiyorum, zeytin tanelerine…
- Bu da bir ilk öykü. Samet Doğan’dan yeni öyküler bekliyorum. (A.E.)