Hüseyin Su ile söyleşi
Dilimizin kesik damarları hala sımsıcak kanıyor! Yüz yıllık edebiyatımıza genel olarak bakıldığında bu kanamayı görmemek mümkün mü? Somut bir örnekle bu durumu anlatmak isterim. Bir öğretmen arkadaşım, ders yaptığı bir sınıfta, ‘minder’ sözcüğünü bilen tek bir öğrencinin bile olmadığını fark edince donup kaldığını anlatmıştı.
Sizinle Hece dergisinin, Ağustos 2001 (56.) sayısında yaptığımız söyleşide: “İnsanımızın içindeki, bilincindeki kavga yalnızca toprağın üzerindeki hayatta değil, adeta bu toprakla kendi kalbi arasındaki damarda da sürüyor. Hatta, daha çok da bu damarda sürüyor. İşte bu damara girmeden, bu damarda uzun yolculuklara çıkmadan özelde öykümüzü, genelde de edebiyatımızı, kültürümüzü anlayamayacağımızı, kuramayacağımızı düşünüyorum.” diyordunuz. Öykümüzü, kültürümüzü kurmak öncelikle bir dil sorunu. Sizin de vurguladığınız gibi medeniyetimizin aldığı bunca tahribatla birlikte kelimeler delaletlerini yitirdi. Geriye sadece bol çağrışımları olan, dileyenin dilediği gibi anlamlar yükleyebildiği kelimeler kaldı elimizde. Bu bağlamda öykünün tek malzemesi olan dile bakışınızı öğrenebilir miyim?
Eğer bugün gerçekten düşünce ve kültür çağrışımları olan bir dille yazıp konuşabilseydik, hem hayatımız hem de hayatımıza yansıyan kültürel değerler açısından elde ettiğimiz sonuç ne kadar iyi ve ne kadar güzel olurdu. Delaletini yitirdikten sonra dilin çağrışımlarının olması hiçbir şekilde mümkün değil. Bir dilin çağrışım zenginliği delalet ettiği değerlerle mümkündür ancak. Ne yazık ki bugün konuşup yazdığımız sözcüklerin neredeyse üçte ikisi çağrışımsız ve delaletini yitirmiş durumda. Bir kısmı da zaten yapıları itibariyle çağrışımsız sözcükler. Hatta sessiz, yani mûsikîsiz sözcükler. Siz de zaten geriye ‘dileyenin dilediği anlamları yükleyebildiği’ bir dilin kaldığını söylüyorsunuz. Dilimiz, bu duruma kendiliğinden ve durup dururken gelmedi. Her dil, ait olduğu toplumun edebiyat, kültür, sanat, tarih ve en genel anlamda da coğrafyasının birikimini zaman içerisinde bütünüyle özümser ve yansıtır.
Her toplumun dilinde, kendi tarihi, hayatı ve hayat felsefesi konuşur. Bunlar aşırı yorumlar ve aşırı anlam yükleme çabaları değil, sanatçılar ve bilim insanları tarafından nüfûz edilmesi gereken toplumsal dokulardır. Bunun farkında olunmadığı zaman, iletişim yolları bütünüyle bir kör döğüşüne, giderek de kördüğüme dönüşür; örnek olarak kendi toplumumuzun yüz yıllık yakın tarihinde yaşadığımız somut gerçekliklere bakarak sorunu çok daha iyi anlayabiliriz. Hiçbir yüceltme, yakınma ve yazıklanma gibi duygulara yakamızı kaptırmadan, hangi siyasal dünya görüşü görüngesinden bakarsak bakalım, kültür, sanat ve edebiyat insanı olarak rahatlıkla şu tespiti yapabiliriz:
Dilimizin kesik damarları hala sımsıcak kanıyor! Yüz yıllık edebiyatımıza genel olarak bakıldığında bu kanamayı görmemek mümkün mü? Somut bir örnekle bu durumu anlatmak isterim. Bir öğretmen arkadaşım, ders yaptığı bir sınıfta, ‘minder’ sözcüğünü bilen tek bir öğrencinin bile olmadığını fark edince donup kaldığını anlatmıştı. Bir dilin toplumsal, kültürel, tarihsel delaletini ve idiyetini nasıl yitirdiğini görmemiz açısından yeterli bir örnektir sanırım. Bu sınıftaki öğrenciler de Türkçe konuşuyor, aile, okul ve bütünüyle toplum içinde ana dilleriyle bir iletişimleri de var kuşkusuz. Bu açıdan bakınca, dilimizin ‘kısırlaşmasından’ söz etmenin pek bir anlamının kalmadığını düşünüyorum. Daha derin bir yaradan, daha büyük bir ‘dil sorunu’ndan söz etmek gerekmez mi sizce de?..
Böylesine büyük ve derin bir sorun üzerinde kültür, edebiyat ve sanat yapmaktan söz ediyoruz. Dilsiz eserleri, sözcüklerin takır tukur dolaştığı bir edebiyat eserini okumanın ne denli zor, hatta okunmaz olduğunu hepimiz çok iyi biliriz. Bir edebiyat ve sanat metninin dili, aynı zamanda, o eserin ait olduğu medeniyetin, hayatın, tarihin ve toprakların da dilidir. Bu bağlamda her dilin kullanım alanına, sanat türüne göre de ayrı bir anlam ve ifade özelliği kazandığı da bir gerçektir. Şiir dili, öykü dili, eleştiri dili, felsefe dili, mimarlık dili, mûsikî dili, heykelcilik dili... dediğimizde bir tanıma gerek duymadan anladığımız da bu değil midir? Öykü dilinin de bütün bu düşünceler bağlamında çok derin bağlarının olması gerektiğine inanıyorum. En eski tahkiye metinlerinin oluşturduğu duyarlıklarla kurulan, dilbilgisi kurallarını da kapsayan ama onu mutlaka aşan bir dildir bu da.
Büyük sanat eserinin ve elbette güzelliğin kaynağı da bu yaratışın, oluşun, ‘kün’ emrinin farkında olmaktadır.
Bir öykü sempozyumunda sunduğunuz ‘Hikaye Anlatıcısı’ adlı bildirinizde: “İnsan, zaten oluşun hikayesine bitişik bir tanık olarak yaşıyor. (…) Tersi bir durumda, bütünüyle varlığın, özelde de insanın mevzilendirilişini ve bu mevzilendirilişin kurgusal yapısını, amacını ve bütünlüğünü tutarlı bir biçimde anlamlandırmak mümkün olmazdı.” diyorsunuz. William Chittick, Varolmanın Boyutları’nda: “İnsanlar Allah’tan bîgane kalarak bir iş yapmaya yeltendiklerinde çirkin olanı yaparlar; çirkin bir iş yapanları ise Allah sevmez.” diyor. Birbirini destekleyen ve tamamlayan bu iki görüşten: Sahih/Fıtrî/Güzel olanın Tevhidle; çirkinliğin, çözülmenin, gayr-i insanîliğin şirkle ilişkili olduğu görüşünü çıkarabiliriz. Bu çerçeve içinde -Tevhidi inkar edenlerin ortaya koyduğu ürünleri de gözardı etmeden- nasıl bir öykü/sanat anlayışı çizebiliriz?
Kuşkusuz birlikte ontolojik bir sorundan ve düşünüşten söz ediyoruz. Ben varlığın yaratılış hikayesinden ve bu hikayeye insanın tanıklığından söz ediyorum. William Chittick de insanın tanık olarak yaşadığı hikayesinin içindeki sınırlı ‘yaratımı’ sırasında, asıl ve kapsamlı kurgunun içinde gerçekleşen oluştan habersiz ya da bağını koparmış olarak bulunuşunun sonucundan söz ediyor. İşte bu durumda ben; “bütünüyle varlığın, özelde de insanın mevzilendirilişinin ve bu mevzilendirilişin kurgusal yapısını, amacını ve bütünlüğünü tutarlı bir biçimde anlamlandırmak mümkün olmazdı.” diye düşünüyorum. Yıllar önce sizinle yaptığımız o sözünü ettiğiniz söyleşide şöyle bir cümle söylediğimi hatırlıyorum:
“Öykü yazarının kulağı, ‘kün’ emrine aşina olmalıdır.” Yaratıcının çeşitli sıfatları vardır biliyorsunuz. Bizler, O’nu bu sıfatlarıyla tanımaya çalışırız. Biliriz ki bu sıfatlardaki fiillerin hepsi de ‘kendince’dir. Yaratır, konuşur, görür, işitir... ‘Kendince’ yaratır, konuşur, görür ve işitir... O’nun yarattığı insanlar olarak bizler de yaratır, konuşur, görür ve işitiriz... Hepsi de ‘bizce’ tabiki... Bizdeki bu fiiller, O’nun sıfatlarından kulluğa yansıyanlardan ibarettir.
Sanatsal yaratımın, işte bu beşerî sınırlar içindeki yansımalardan mülhem olduğunu ve gerçekleştiğini düşünüyorum. ‘Kün’ emrine aşinalıktan kastım da budur. Bu aşinalık, hem çok ince bir dikkati hem de çok büyük bir sorumluluğu îma eder. Yani, hiçbirimiz eninde sonunda bir ‘öykü yazıp geçmiyoruz’ aslına bakılırsa; eğer farkındaysak; farkında değilsek, zaten hepsi içeriksiz bir kuruntudan, yani ‘taşa tohum ekmekten’ ibarettir. Büyük sanat eserinin ve elbette güzelliğin kaynağı da bu yaratışın, oluşun, ‘kün’ emrinin farkında olmaktadır. Yalnız burada önemli bir ayrımı da gözden kaçırmamak gerekir.
Bu ‘farkında oluşu’ bir dinle, inanan, Müslüman olan veya olmayan bir insanla sınırlayamayız. ‘Farkında oluş’un sırrına ulaşan, künhüne vakıf olan her sanatçı güzel ve büyük eser verebilir; inanmasa ve Müslüman olmasa da verebilir. Bu ‘sırra’ ulaşamayan inanan, Müslüman bir sanatçı ise güzel ve büyük sanat eseri veremez. Bu durumu sayısız sanatçı ve eser üzerinden örnekleyerek somutlaştırmak mümkündür. Sanatsal yaratımın temel dinamiklerinin farkında olan ve olmayan bir ayrımı görmek durumundadır sanatçı. Burada bir inançtan söz etmediğimizi belirtmeye ayrıca gerek yok kuşkusuz. Sorunuz bağlamında, ‘tevhid’i, Yaratıcı ve yaratılış bağlamında kavramış ve bu kavrayışla eser veren bir sanatçı ise elbette büyük ve güzel eser verebilmelidir; ama bunu bir ‘şart’ olarak ileri süreriz, sonuç olarak değil...
Ömer Seyfettin, Memduh Şevket, Sabahattin Ali ve Sait Faik... Bu yazarları Modern Türk Öykücülüğünün köşe taşları olarak görüyorsunuz. Genel olarak öykü dendiğinde üç ana damardan sözedilir: Poe, Maupassant, Çehov. Öykünün bu ana damarların dışına çıkma, yeni bir damar oluşturma imkanı olup olmadığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, yirminci yüzyılın başlarından itibaren adlarını andığınız bu dört öykü yazarı, verdikleri eserlerin toplamıyla yüz yılı aşkın bir zamandan beri Türk öyküsünün sınırlarını belirlemeye, dört köşesini tutmaya devam ediyorlar. Bu öykücülerin dördü de bizim edebiyat, sanat ve kültür geleneğimizle beslenmişler; edebiyatımızın modernleşme dönemiyle başlayan süreçte de adeta bir kavşakta bulmuşlar kendilerini. Bu açıdan hem geçmiş hem de yeni dönemin birikimini çok iyi özümsemiş olmalarının, eserlerinin değerine ve etkisine önemli katkıları olmuştur. Sadece bu kadar da değil, bu yazarlardan sonra da elbette çok iyi öykücüler gelmiş ama hepsi de bu dört yazarın oluşturduğu edebiyat ve öykü aurası içinde yer almıştır.
Bugün de hala böyle olduğunu düşünüyorum. Bu yazarların dördü de ayrı ayrı öyküler yazmışlar ve adeta öykü tarihimizin yüz yılında baştan sona dört ayrı çizgi çekmişler. Genel olarak öykülerine bakıldığında, Ömer Seyfettin’in öykülerinin içeriği kısmen eskimiş olmasına karşın, hala öncü öykücüler olarak yaşıyorlar. Dünya öyküsünde de sözünü ettiğiniz Poe, Maupassant ve Çehov, hemen hemen bizim öykücülerimizle çağdaş sayılırlar. Özellikle Maupassant ve Çehov tarzı öykü anlayışı bizim öykü tarihimizde belirleyici olmuştur. Ömer Seyfettin ve Sabahattin Ali, Maupassant; bütün öyküleriyle olmasa da genel olarak Memduh Şevket ve Sait Faik ise Çehov tarzı öykü anlayışı içinde ve çizgisinde değerlendirilir. Memduh Şevket Esendal’ın ‘Hayat Ne Tatlı’ adlı öyküsü, tipik bir Çehov tarzı öyküdür.
Poe öyküsünün ise bir tarz olarak, bu iki öykücü kadar genel anlamda olmasa da Samet Ağaoğlu gibi bazı öykücüler üzerinde etkisi olmuştur. Elbette dünya ve Türk öykücülüğünde bu öykü tarzlarının hem içinde hem de dışında pek çok iyi öyküler yazılmıştır, kuşkusuz bundan sonra da yazılacaktır. Hiçbir edebiyat türünü, belli dönemlerle ve belli yazarlarla sınırlamak mümkün değildir. Her sanatçı, kendisinden öncekini aşmak amacıyla yazar; bunu başarıp başaramadığı ayrı bir konu. 1950’li yıllara kadar Kenan Hulusi, Refik Halit Karay, Samet Ağaoğlu, Abdülhak Şinasi, Ziya Osman Saba, Orhan Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Kudret Aksal... gibi daha birçok yazarın öykülerini bu bağlamda anabiliriz. Ellili yıllardan günümüze kadar Türk öykücülüğü her açıdan önemli gelişmelerle hem öykücü hem de öykü anlayışları açısından büyük mesafe kat etti. Ayrıca her dönem aynı öykü anlayışıyla iyi eserler vermek, sanatın ve edebiyatın doğası açısından zaten mümkün değildir.
Öykümüzün Hikayesi adlı kitabınızda Türk öykücülüğünün geldiği yolu belirginleştirmeye çalıştınız. 1870’lerde başlayan Türk öykücülüğü içinde Müslümanların ortaya koyduğu öyküyü, bir önceki söylediklerinizle birlikte değerlendirerek nasıl bir çizgi içinde görüyorsunuz?
Siz de biliyorsunuz, ben, özelde bir ülke edebiyatını, genel olarak da dünya edebiyatını siyasal dünya görüşleri ve inançların başlığı altında adlandırmayı, tanımlamayı ve değerlendirmeyi doğru bulmam. Bu tür çabalar, bir edebiyat yaklaşımı değil bana göre. Edebiyat tarihi açısından gerek dönem tanımlamaları, gerekse edebiyat anlayışları, bu tür yaklaşımlarla ancak anlam kargaşasına yol açar. Ancak edebiyat eserlerinin incelenmesi ve eleştirilmesi sırasında işlenen düşünce ve duyarlık izlekleri, karakterlerin olaylar içindeki kültürel, siyasal açıdan tutumları ve tavırları, yazarın konuları ve sorunları ele alıp irdelerken tuttuğu açı itibariyle eserin yorumlanması ve anlaşılmasına yarayacak bir yaklaşım olabilir.
Bu bağlamda Türk öykücülüğünde, Müslüman öykücülerin yüz elli yıllık bir süre içinde verdiği eserlerin toplamını bir çizgi üzerinde değerlendirdiğimizde, bazen ‘yerlilik’, bazen ‘metafizik’, bazen ‘İslamî’ edebiyat, şiir ya da öykü diye tanımlandığına tanık oluruz. İşte edebiyat eseri böyle değerlendirildiğinde, bir süre sonra yanıldığımızı görürüz. Siyasal çalkantıların da etkisiyle bir dönem bazı yazarların eserleri ‘marksist edebiyat’ diye tanımlanmıştı. Bugün aynı yazarların eserleri ‘ulusalcı’ sanat ve edebiyat diye de tanımlanabilir pekala. Her zaman bir yazarın inancına ya da siyasal dünya görüşüne göre yapılan tanımlamaların sınırlarının dışına düşen eserleri de olabiliyor.
İslamî duyarlıklarla eser veren bir yazarın sosyal gerçekçi, toplumsal gerçekçi bir açıyla da eserler verdiğini görebiliyoruz. Seküler dünya görüşüne sahip olduğunu bildiğimiz bir yazarın, sanatçının rahatlıkla metafizik bir izlek içinde değerlendirilebilecek eserler verdiğini de görebiliyoruz. Örneğin, Ömer Seyfettin’in, Ziya Osman Saba’nın, Memduh Şevket Esendal’ın kimi öyküleri böyle görülebilir. Rasim Özdenören’in, Şevket Bulut’un, Mustafa Kutlu’nun kimi öyküleri de böyle bir yanılsamaya yol açabilir. Dolayısıyla ‘Müslümanların ortaya koyduğu öyküyü’ önce, Türk öykücülüğü toplamı içinde değerlendirmek gerekir.
Zaten siz de bu toplam içindeki yerini, daha doğrusu bu toplama katkısını soruyorsunuz. Bu bağlamda yazar öznesi Müslüman yazarlar olan öykü, Türk öykücülüğü içinde nitelik açısından olmasa bile nicelik açısından önemli bir yer tutuyor. Öykümüzün son kırk, elli yılına baktığımızda bu yerin önemi daha da artıyor. Bugün en önemli öykü dergileri bu düzlemde yayımlanıyor. Ne yazık ki buna karşın edebiyat iktidarının hala başkalarında olduğu gibi psikolojik bir yanılgı içindeler kendileri. Ayrıca öykümüzün kotları itibariyle de bu yazarların daha çok nitelikli bir öykü potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum; çoğu farkında olmasa da böyle.
Edebiyatımızın geneli açısından da hemen her siyasal dünya görüşünden çoğu yazarların bugün bu imkanın farkına vardığını ve bu dikkatle eser verdiğini söyleyebiliriz. Necip Fazıl’dan itibaren de öykümüzde sürekli belirginleşen bir ‘metafizik izlek’ten söz edebilir ve böyle bir okuma yapabiliriz. Daha sonra bu izleği derinleştirip büyüten önemli öykücüler oldu: Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Şevket Bulut, Mustafa Kutlu, Yaşar Kaplan, Kamil Doruk, Ali Haydar Haksal, Nazan Bekiroğlu, Cihan Aktaş, Fatma K. Barbarosoğlu, Mihriban İnan... gibi günümüze dek bu birikime katkı veren değerli daha pek çok öykücüyü sayabiliriz.
Her sanat eseri, yalnızca bir sanat eseri olarak elbette bir dünya görüşünden, temel bir düşüncenin belirlediği istikametten ve poetikadan beslenir, oradan bakar; doğal olarak varlık sorununu da buradan kavrar.
Yukarıda belirlediğiniz damar içindeki sizin öykünüzü konuşalım isterseniz. Geleneği, geleceğimiz olarak görüyorsunuz. Buna paralel olarak kahramanlarınızı bugünden seçip onları geleneğin içinde başarılı bir şekilde anlatıyorsunuz. Bunu yaparken ne nostaljinin hazır kalıplarla bize sunduğu ‘sadece iyinin, güzelin kaldığı çelişkisiz’ dünyaya yaslanıyorsunuz ne de anakronizme düşüyorsunuz. Gelenek şimdiki zamanda, güncelin içinde hayatiyetini sürdürebiliyor. Şimdi bu saptamamı Adnan Benk’ten bir alıntıyla soruya dönüştürmek istiyorum: “Bir eseri yargılarken, ister istemez, bir dünya görüşünü savunuruz; kendimizce bir dünya yaratır, bu eser o dünyaya götüren yollardan biri midir, değil midir, diye bir soruyu cevaplandırırız.” Sizce de öyle midir? ‘Bağlanma’sız sanat olabilir mi?
Ontolojik ve poetik bir bütünlük içinde bağlanma olmadan doğru bir sanatın da edebiyatın da olamayacağını, kurulamayacağını düşünüyorum. Bildiğiniz gibi edebiyatta ve sanatta bağlanma bir sorun olarak her zaman tartışılagelmiştir. J. P. Sartre örneğinde olduğu gibi başlı başına bir kitap bütünlüğü içinde (Edebiyat Nedir) ele alınmıştır. Bir başka açıdan Nuri Pakdil’in Bağlanma adlı kitabını da bu kategoride değerlendirebiliriz. Şunu hemen belirtmeliyim: Bağlanmayı, siyasal sözcülükten, hatta yazarın, kalemin tetikçi durumuna düşürülmesinden çok farklı bir yerde, bağlamda görüyor ve anlıyorum. Sanata ve yazıya rağmen bir siyasal dile yaslanmanın, hatta sanatı ve yazıyı araç olarak görmenin, bağlanma değil, bir tür bağlamsızlık olduğu kanaatindeyim. Yani yazarın, kalemin, sanatın ve edebiyatın ipotek edilmesidir bu durum. Bağlanma, bir yazar için düşüncenin, sanatın ve edebiyatın odağıdır; derinliğe doğru kat kat açılması gereken poetik bir zorunluluktur.
Çelişik bir durum gibi görülebilir belki ama yine de söyleyeyim; yazar, siyasal, politik ve bilinçli bir öznedir; apolitik yazarın ve sanatçının, varlık sorununu kavrayabilmesi hiçbir zaman ve hiçbir şartta mümkün değildir. Ne ki sekter ve bilinçsiz tetikçiyi, bu bilinçli politik özneden ayrı tuttuğumu bir kez daha belirtmek isterim. Dostoyevski’yi, Shakespeare’i, Faulkner’ı, Sezai Karakoç’u ve bir de Oğuz Atay’ı burada anmak doğru birer örnek olabilir. İşte bu bağlamda sanat, edebiyat düşüncem (poetikam) ve gerek öykü, gerekse deneme, inceleme olsun yazdıklarım, elbette bana göre, doğru yerde duruyor. Alıntıladığınız cümledeki temel düşünceyi sağlıklı buluyorum; ama ben söylesem kuşkusuz öyle söylemezdim, ne ki bu da o doğrudan bir şey eksiltmez. Yalnızca farklı söylemiş olurduk.
Her sanat eseri, yalnızca bir sanat eseri olarak elbette bir dünya görüşünden, temel bir düşüncenin belirlediği istikametten ve poetikadan beslenir, oradan bakar; doğal olarak varlık sorununu da buradan kavrar. En iddiasız sandığımız sanat eseri bile, gerçekten başarılmış bir sanat eseriyse eğer, çok sağlam bir düşünceye açılan sağlıklı damarlara sahiptir. Gelenek de bu damarlardan yalnızca birisidir. Ancak günümüzün sanat algısıyla yaklaşıldığında gelenek üzerine konuşmanın muhataralı bir durum olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Genel algı zaviyesinden bakıldığında gelenek, eskimiş kültür ve değerler enkazı olarak görülüyor. Bu algıda, bir anlamda da doğruluk payı vardır ve bu durum, gerçekten sanata, sanatçıya ayak bağı olabilir. Sanatçının elbette bunun da farkında olması gerekir. Oysa sanatın geçmişten geleceğe yenilenerek taşınmasında, gelenek, geçmişe ve geleceğe bir anlamda eklemlenme şartı olarak karşımıza çıkar ki hiçbir sanatçı bu karşılaşmadan kaçamaz: Sanatçı, bu durumda hem bir gelenek üzerindedir hem de bir yandan kendisi de bir başka anlamda gelenek kurucusudur.
Yazılarınızda sıkça ‘içhikaye’mize vurgu yapıyorsunuz. Öyküyle bu ‘içhikaye’ arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Bu bağı kurmak ya da kurulmuş olan bağı bulmak bütünüyle yazarın, öykücünün yeteneğine ve genelde sanatı, edebiyatı ve yazıyı, özelde de tahkiyeyi, öyküyü ontolojik anlamda kavrayıp kavrayamadığına bağlı bir durumdur. Ne yaptığının farkında olan bir sanatçı, eğer oyunda ve oynaşta değilse, bu bağı mutlaka görmüştür; bu kaçınılmaz bir zorunluluktur. Kısmen konuştuk; hilkatin ilk anından beri bütünüyle varlık, sürekli bir oluş içinde ve halinde akıyor; kuşkusuz insan da bu oluşun içindedir. Bunun bir hikayesinin olduğunu biliyoruz; rivayetler muhtelif de olsa biliyoruz. İşte bu büyük oluşun hikayesini, tek bir insanın içinde, benliğinde, bütün varlığında, yani ferdî hikayesinde bulmamız mümkündür; aradığımızda buluruz da. İnsanın, varlığın özeti, özü (züpde-i alem) olarak tanımlanışı da kuşkusuz bu hakikatle birebir ilgilidir.
İçhikayemiz de ana hatlarıyla budur. Sanatçı, yazar, nereden bakarsa baksın, bütünüyle gördüğü ve yaptığı, her zaman bu hakikatin çevresinde dönüp durmaktan ibarettir. Ondan sonrası ise bu hakikate ne denli yaklaşıp kavrayabildiği, açısını ne denli sağlıklı kurabildiği, bir istikamet sorununun olup olmadığı... gibi insanın sınavıyla ilgili bariyerlerin başarıyla aşılmasından ibarettir. Sorunu öyküyle içhikaye arasındaki ilişkinin kuruluşuna getirdiğimizde, kuşkusuz, bir öykücünün, poetikasını (varsa eğer) ontolojik bağlamda sorgulaması gerekir. Bunu başarıyorsa eğer, bu bağı görmüş ya da kurmuş demektir. Sanatçı böyle bir şeyin farkında değil de oyunda ve oynaştaysa, bulanık bir akıntıyı konuşuyoruz demektir. Sözün özü; öykücünün yazdığı öykü, insan olarak kendi içhikayesinin dip akıntılarıyla irtibat halinde olmalı, bu akıntıya değmeli... Bir ağacın köklerinin, yer altı sularına değdiği gibi... Değilse, ne söylese bir eksik kalacaktır.
Yıllarca yönettiğiniz Hece ve Heceöykü dergilerine yayımlanmak üzere birçok ‘ilk öykü’ler gelmiştir. Derginin yayın yönetmeni olarak mutlaka onları dikkatli bir şekilde değerlendirmişsinizdir. Bu değerlendirmelerinizden ve son dönemde yayımlanan öykülerden yola çıkarak öykücülüğümüzün geleceğini sormak istiyorum. Son on yılda öyküye karşı artan bu ilgi niteliğe de yansıyor mu?
Evet, öyle oldu. Bir tür dergisi yayımlamak, yalnızca gelen ürünleri değerlendirmekle bırakmıyor insanı, yüklenilen sorumluluk duygusu, o türde neler yayımlanıyorsa hepsini izlemeyi ve görmeyi de gerektiriyor. Benim için de öyle oldu öykü dergisi yayımlamak. Her iki dergiyi de on sekiz yıl başarıyla yayımlayabilmemizin temelinde elbette sizlerin, arkadaşlarımızın çok büyük emeği var; bunu her zaman onurla anarım. Öykü dergisini yayımlamaya başlarken önümüzdeki temel amacımız, ‘Türk öykücülüğünün soy kütüğünü çıkarmak’tı; hamdolsun bugün bu amacımızı başardığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. En azından kendi adıma öğretici bir süreç oldu. İnsan, doğal olarak bir işi yaparken, bir konuda yazarken bir yandan da o işi ve konuyu öğreniyor.
Özellikle Ömer Lekesiz’le hazırladığımız ‘Türk Öykü Yazarları ve Öykü Kitapları Sözlüğü’ öğretici bir çalışma süreci oldu. Öykü dergisi, bir anlamda son on yıllık Türk öyküsünün nabzını da tuttu. Ben, sanatta ve edebiyatta, ‘zar atma’ söyleyişini pek anlamlı ve şık bulmam. En azından eseri üzerine konuşulan sanatçının kişiliği açısından böyle düşünürüm. Öykü dergisinde hem önceden beri öykü yazan hem de öykü yazmaya yeni başlayan birçok arkadaşımız oldu. Hepsinin de çok güzel öykülerini, öykü kitaplarını yayımladık. Hem bu arkadaşlarımız hem de öykü dergisi için bir kazançtı bütün bunlar. Özellikle öykü yazmaya bizim öykü dergimizde başlayan arkadaşlarımızdan bir gelecek vadettiğini gördüklerimiz arasından kaybolanlar da oldu, umutlarımızı boşa çıkarmayıp devam edenler de oldu. Bu açıdan bakıldığında Türk öykücülüğüne önemli öykücüler kazandırdı öykü dergisi.
Genel olarak öykümüzün son on, on beş, hatta yirmi yılına bakıldığında olumlu bir ivmeden söz edebiliriz. Öykü dergileri, öykü toplantıları, öykü kitaplarının yayını, öykü ödülleri... gibi sadece öykü kamusu düzleminde bile değerlendirilse iyi bir zemin olduğu muhakkak. Kuşkusuz bütün bunlar, hiçbir zaman günümüz öyküsünün sorunlarının olmadığı ve bizim de bu sorunları görmezden gelmemizi gerektirmiyor. Yıllar önce öyküde yabancılaşma sorunundan söz etmiştim. Bunun on yıllık sürede kısmen de olsa görüldüğünü, aşılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Şu düşüncemi bir kez daha paylaşmak isterim: Genel olarak sanatçının, yazarın, özel olarak da öykü yazarının ayağı kendi toprağının ısısını, nemini, duyarlığını hissetmeli; sanatçı, çıplak ayakla basmalı toprağına. Bugün yazılan öykülerde bu özelliği görebiliyoruz.
- Yeni başlayanlar için edebiyat
- “Kendisi için yazan” yazar: Kimi sanatçıların kendisi için yazdıklarını zaman zaman duyarız. Bizim bunu duyuyor olmamız, tabii ki kendisi için yazıyor olmak halini zedeliyor. Burada kabahat bizim duyuyor oluşumuzda değil; bunun bizim duyacağımız şekilde söylenmesinde. “Kendisi İçin Yazan Yazar”, hem kendisi için yazdığını söyler hem de yazdıklarını bizim duymamız için elinden geleni yapar.
- Bu tür sanatçıların öncelikli derdi, bir sanatçı imajı oluşturmaktır. Bu oluşturmaya evvelemirde kendi suretlerinden başlarlar. Onları toplum içinde gördüğünüzde, bu sanatçı galiba dersiniz. Hemen tanınırlar; giyimlerinden, edalarından… Sanat hayatları da hep bu imajın pekişmesine yöneliktir.
- Aslında kendileri için yazarlar, ama bizler için lütfedip yayımlarlar. Çünkü onlar bilirler ki, ürünlerini layıkıyla anlayacak bir okuyucu yoktur. Ama onlar yine de yüce gönüllüklerinin bir nişanesi olarak yayımlarlar eserlerini.
- Edebiyat onlar için bir derdi ya da sevinci paylaşmak değildir. Dertler ve sevinçler sadece onlar içindir. Zira layıkıyla dert çekmeyi ya da sevinmeyi sadece onlar bilir. Yayımlamak, paylaşmak; yaşadıkları yüce hislerin basitleşmesi demektir. Yaygınlığın avamilik, avamiliğin de basitlik olduğu kanaati onlarda pek yaygındır.
- Siretinden çok suretine çalışan sanatçılar, zaman içinde kendi elleriyle inşa ettikleri suretlerinin esiri haline gelirler. Haza suret olurlar. Zamanla tıpkı içi çekilmiş midye, yengeç ya da salyangoz gibi salt kabuk haline gelirler.
- Olsun! İmaj her şeydir. (Cemal Şakar)
- Sonradan yapılmış birkaç güncellemeyi saymazsak Cemal Şakar, Hüseyin Su’ya on yıl önce gönderdi bu soruları. Yani okuyacağınız söyleşi, teorik olarak on yıl boyunca yapıldı. On yıl! (AE)