Hünsa kavramlarla icra edilen el çabukluğu
Türler giderek birbirinin içine giriyor ve kendine özgü niteliklerden sıyrılıp kendi olmaktan uzaklaşıyor. Biz bunlara “hünsa tür” diyebiliriz. Bu tanımlamayı edebiyata uyguladığımızda rahatlıkla “hünsa metin”lerden söz edebiliriz.
Malumunuz kavram, kavramakla ilgili; yani ele geçirilen, kavranılmış olan demek. Ele geçirdiğimiz soyut ya da somut olabilir. Ele geçirdiğimiz, kavradığımızla ilgili olarak genel bir tasarıma sahip oluruz, buna da kavram deriz. Anlaşılacağı üzere kavram, aynı cinsin genel niteliklerinin belirlenmesi için sınır çizer. Sınır çizilemeyen şey kavranılamamış, ele geçirilememiştir. Kavramlar bir anlamda, bilmemizi sağlayan formlardır. Onların sayesinde ele geçirdiklerimizin, kendine özgü yapıları, farklar ve benzerlikler üzerinden ortaya konulur. Aklın, bağ kurmakla olan akrabalığını düşünürsek, ele geçirdiğimizin, belli kavramlarla bağlantılarını kurarız, ki bu da bilmek demektir.
Sınır çizmekle, bilmek arasında zorunlu bir ilişki vardır. Örneğin anlam alanları alabildiğine genişlemiş sözcüklerin anlamları da buharlaşır. Kavramın, anlamın ve giderek bilginin postmodernizmle ilişkisini ben bu sınır üzerinden kurmak istiyorum. Postmodernizmin atalarından kabul edilen Nietzsche, dilin bir yanılsama yarattığını söyler. Ona göre her kavram eşitsiz olanı eşitleme yoluyla doğar. Oysa hiçbir oluşum, bir başka şey ya da oluşumla tam anlamıyla aynı değildir. Kavramlar, çoğulluğu, zenginliği tektipleştirerek öldürür. Bilgi, kavramlar yoluyla inşa edilen bir yapıdır. Nietzscheci bağlamda bilgi, tek tek kavramda bulunan yanlışlamaları, sadece daha yüksek ve karmaşık bir düzeyde tekrarlamaktan ibarettir. İnsanlar da her şeye bu yapının içinden baktığından dolayı büyük bir yanılsama içindedir.
- Postmodern paradigamanın yaslandığı en temel önerme, hakikatin ölümüdür. Hakikatin ölümü, bütün hiyerarşileri yıkar ve her şeyi düz bir zemine taşır. Bu zeminde olmak demek, doğruyla yanlışın aynı koşullarda yan yana durması demektir.
Ele aldığımız bağlamda, sınırların kalkması ya da en azından silikleşmesidir. Zeminin düzlüğü ve silikleşme, kavramların köşelerinin törpülenmesi, yumuşatılması anlamına gelir. Bu aynı zamanda kavramların birbirinin yerine ikame edilebilir olması demektir. Söylemin, ideolojinin yerini alması buna güzel bir örnektir. Hem köşeleri pahlanmış bir kavramdır hem de ikamedir.
Kavramların sınırları silikleşince, onlar marifetiyle üretilen bilgi de silikleşmeden payını alır. Bu nedenle bugün hem edebi türler arasında hem de bilimsel disiplinlerde sınırların geçişkenliğinden söz eder hale geldik. Türler giderek birbirinin içine giriyor ve kendine özgü niteliklerden sıyrılıp kendi olmaktan uzaklaşıyor. Biz bunlara “hünsa tür” diyebiliriz. Bu tanımlamayı edebiyata uyguladığımızda rahatlıkla “hünsa metin”lerden söz edebiliriz. Öykümsü, şiirimsi, romanımsı metinler; uzun hikaye mi, kısa roman mı, nesir mi, nazım mı olduğu belirsiz ara-türler edebi kamuda rahatlıkla boy gösterebilmektedir. Tamam, türler birbirine girsin; belki oradan yeni bir edebi tür doğar. Ama buradaki asıl sorun, düşüncedeki hünsalıktır. Kavramlar böylesine bir sınırsızlaşma işlemine maruz kalınca, “kullanıcı dostu” haline geliyor ve akıl da temel işlevi olan kavramlar arasında bağlantı kurma etkinliğini gerçekleştiremiyor. Bu durum, insanlara “paşa gönlü”ne göre konuşma imkanı veriyor.
Uzatmayayım. Örneğin edebi kamuda sıkça kullanılan usta sözcüğüne bakalım; kavram aslında, bir alanda maharet kazanmış, işi kendi başına yapabilen, (mecazen) akıl veren anlamında bir statü göstergesidir. Ama bugünlerdeki kullanımlarına baktığımızda, sözcüğün gerçekten anlam alanının ne kadar genişlediğini görürüz.
Dolayısıyla kavram, hiçbir şeyi göstermez olmuştur ya da sadece kullananın gönlünce anlam yükleyip dolaşıma soktuğu bir maymuncuktan ibarettir. Kavramlarla gösterdikleri arasındaki bağ yıkılınca, elli yaşını geçmiş herkes, otomatik olarak ustalıkla nitelenebilmektedir. Yaptığına, eserine bakmaksızın, sadece yaş haddinden dolayı usta demek için maymuncuğa bile gerek yoktur. Ustalığın yaşla arasında zorunlu bir bağ yoksa da deneyimle bağı açıktır. Çünkü bir işi kendi başına yapabilmek, hem işe dair bilgiyi hem de el becerisini zorunlu kılar.
- Teorik bilginin pratiğe aktarımının ustadan (üstat/öğretmen/sanatkar/başında duran/öncü/veli/bilgi ve zanaat sahibi) edinilmesinin yanında, el becerisi, -el yatkınlığının yanında-, işi çokça yapmakla ilgilidir.
Postmodernizm işte tam da bu “ilgi”yi ilga etmiştir. (Burada bilgi’yle ilgi arasındaki bağ akla gelmelidir.) Artık bir şeyin başka bir şeyle ilgisini (bitişmek/ilişmek/(alaka): asılma/bağlı olma/ilişkili olma) kurmadan da o şeye dair bir bilgi mümkündür. Kullanıcı dostu ya da paşa gönlü derken kastettiğimiz tam da ilginin mülgasıdır. Kavramsallaştırmak için ne bağıntıya ne benzerliğe ne farklılığa gerek vardır, istediğiniz kavramı istediğiniz nesneyle ya da düşünceyle bağıntıya sokabilirsiniz. Bunu yapabilmeyi postmodern zeminin sağladığını söylemiştik; ancak bu zemin yaptıklarımızı meşrulaştırmaz. Eğer yaşadığımız bir kafa karışıklığı değil de “el çabukluğu”ysa bu marifet sonunda döner sahibini vurur. Çünkü her el çabukluğunun ardında bir hile yatar ve hile bir gün mutlaka faş olur.
Diğer disiplinlere ait kavramlar gibi edebiyat kavramları da bu “hünsa”laşmaktan payına düşeni almaktadır. Ustalık kavramı sadece bir örnekti, yoksa bunu diğer edebiyat kavramlarında da gözlemleyebiliriz. Bunca “hünsa”laşmış kavramlarla düşünmek, söz söylemek zor ve tehlikelidir. İnsanı hiç istemeden sözü ve özü bir olmayan konumuna itebilir. Böyle kimseler aslında sözü değil, kendisini/özünü değersizleştirmektedir. Postmodernizm buna fırsat vermekte, ortam hazırlamakta ve meşruiyet kazandırmaktadır. Dileyen bu zeminde hünsa kavramlarla “el çabukluğu marifet” diyerek düşünce serdedebilir. Ama unutulmamalıdır ki, asıl olan özle söz arasındaki bağdır; özü ele geçirenin, kavrayanın sözü olur.
- Nietzsche, doğada yasaların olmadığını, insanın sahip olduğu şemalarla bu yasaları doğaya yüklendiğini düşünüyordu. Postmodern zemin, giderek Nietzsche’yi haklı çıkarmaktadır.
Postmodernistler sanat eserini, sanatçının belirleyeceğini iddia ederler; onun eser dediğine, eser muamelesi yapılmalıdır. Bu gidişle; eserde herhangi bir değer, nitelik yoktur, ona değeri ve niteliği biz atfederiz, demekte bir beis olmayacaktır. Dolayısıyla değerliyle değersiz rahatlıkla yan yana durabilecektir. Zaten değerlerin kaynağı da insan değil mi!