Hikâyenin kalbi: Kan değil mi? Hepsi bir
Aklına tek bir şey gelir elbette: and içmek. Mıstık'a, kan kardeşi olmak istediğini söyleyince Mıstık da and için kol kesmek lazım, der; tereddüt eder. Anlatıcı, ne zararı var, kan değil mi, hepsi bir, diyerek ısrar eder, Mıstık da razı olur. Anlatıcının ısrar etmesi; öyküdeki ifadelerle; "hamisiz, arkadaşsız, yapayalnız" kalmamak için herhangi biriyle and içmek istemesi, dahası Mıstık'ın kuvvetli olması ilgi çekicidir.
- "Yel ve yatağan üzerine and içiyorum, bizim için yel hayatın, yatağan da ölümün özüdür."1
KELİMENİN KALBİ
And kelimesi; Azerice, Başkurtça, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Türkmence, Uygurca, Altayca, Çuvaşça, Yakutça, Tuvaca ve Hakasça gibi pek çok Türk dilinde yaşar. Kan kardeşliğini ifade eden "and içmek" kelimesinin yolculuğu ise İskitlere kadar uzanır. İskit soyundan Togaris, neden and içip dost edindiklerini şu cümlelerle anlatır: "Bizim memleketimizde savaş hiç eksik olmaz, ya biz bir ülkeye saldırırız, ya bizim yurdumuza bir saldıran olur, bir otlak için, talan için silaha sarılırız. İnsana dost da işte öyle zamanlarda lâzım olur. İşte bunun içindir ki, biz dostluklarımızı sağlamca perçinleriz, biz onun karşı konulmaz, yenilmez bir silah olduğuna inanırız."
Görülür ki and içmek, yalnızca insanlar arasında değil, boylar ve devletler arasında da yapılır. Ayrıca, insanların güçlükler karşısında birbirlerinden kuvvet alarak yaşamlarını sürdürmek istediklerinin; inşa edilen dostlukların, güvenli yaşam getireceğini düşünmelerinin işaretidir. İskitler'den beridir, and içerek kan kardeşi olanlar, birbirlerine sadıktır ve kendilerini, dostları için ölüme attıkları görülür. Tarihin sayfaları arasında dostu uğruna gözlerini feda edenlerden, aslan pençesi altında can verenlere kadar pek çok örneğe rastlanır. And kelimesinin hikâyesi, dostluk kelimesinin kalbine yolculuk gibidir. Ancak, Ömer Seyfettin'in "And" öyküsü, gerçekten de dostluğun, düşmana karşı birbirini korumanın ne demek olduğunu; dostların birbirleri için ne kadar büyük fedakarlıklar yapabileceğini mi anlatır? Ömer Seyfettin'in and kelimesi etrafında hikâye ettiği şey; bir çocuğun, yenilmez silahını kuşanarak kendi ömrünü uzatması; diğerininse canı pahasına ötekini koruması, onun için yaşamını feda etmesi ve verdiği sözü tutması mıdır?
HİKÂYENİN KALBİ
Mektep, anlatıcının belleğinde; haykırarak okuyan çocukların susmaz ve keskin çığlıkları, geldi gitti levhasının yassı ve cansız yüzü, hocaların nispetsiz ve mikyâssız cezaları, falaka dayağıyla bir bir aydınlanır. Ali yerine dayak yiyen çocuğun sözleriyle bu aydınlık dağılır ve giderek genişler. Anlatıcı; zayıf ve hasta Ali'nin, yataktan yeni kalktığını ve falakaya dayanamayacağını, arkadaşının Ali ile and içtiği için onun yerine dayak yediğini işitir sonra. Hatta andın ne olduğunu da o gün öğrenir: "Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna and içmek derler. And içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar." And içerek kan kardeşi olmak, epey düşündürür anlatıcıyı. Öyküdeki ifadelerle, şayet, onun da kan kardeşi olsa hocaya kulağını çektirmeyecek, falakaya yatacağı zaman onu kurtaracaktır.
Günün birinde, Hacı Budaklar'ın Mıstık; anlatıcının, "hepimizden kuvvetli" diye tarif ettiği, bütün çocukları güreşte yenen Mıstık ile bir kaza, belki tesadüf sonucu kan kardeşi olur. Söğüt dallarından at yaptıkları günlerden birinde; çakı, sol elinin şehadet parmağını keser anlatıcının. Aklına tek bir şey gelir elbette: and içmek. Mıstık'a, kan kardeşi olmak istediğini söyleyince Mıstık da and için kol kesmek lazım, der; tereddüt eder. Anlatıcı, ne zararı var, kan değil mi, hepsi bir, diyerek ısrar eder, Mıstık da razı olur. Anlatıcının ısrar etmesi; öyküdeki ifadelerle; "hamisiz, arkadaşsız, yapayalnız" kalmamak için herhangi biriyle and içmek istemesi, dahası Mıstık'ın kuvvetli olması ilgi çekicidir. Böylece, yavaş yavaş yaklaşır, kaçınılmaz son.
ANLATICININ KALBİ
Anlatıcı, Mıstık'la mektepten eve dönerken iri ve kara bir köpek görür. Köpeğin arkasından koşanlar, kaçın, kaçın, ısıracak diye bağırsa da gözleri ateş gibi parlayan köpek onlara yetişir. Mıstık, arkama saklan, diye haykırır ve öne atılır. Böylece, köpek Mıstık'ın üzerine atlar; çarpışırlar, güreşir gibi boğaz boğaza gelirler. Mıstık'ın küçük fesi ve mavi yemenisi yere düşer; dehşet dolu anı bölen çınlama, zamanı ortadan ikiye ayıran kılıç, solarken toprağa eğilen gelincik. Bir çırpıda yaşanan bu an yahut muharebe anlatıcıya pek uzun gelir. Olaya dair tüm ayrıntılar bir bir belleğine dolar. Köpeğin ardından koşan adamlar yetişip, ellerindeki odunlarla köpeğe vurunca Mıstık kurtulur, köpek de kaçar. Mıstık'ın, bu korkunç olaydan sonra; ölümün kara, unutuşun aydınlık gözleriyle karşılaştıktan sonra ağzından çıkan kelimeler oldukça düşündürücüdür. "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi."
İleri giderek söyleyebiliriz ki, anlatıcı, kan kardeşi olmasını, bir başkasının kendisi yerine acı çekmesi için ister gibidir. Böylece kuvvetli gövdeler tarafından kurtarılacak; elemsiz, ıstırapsız, öyküdeki büyük korkuyla, yani falakasız, yaşamını sürdürecektir. Anlatıcının, en derinlerinde yatan, ne pahasına olursa olsun hem de, kurtarılma arzusu, bir başkasının kendi sıhhati için feda ya da kurban edilmesi, Mıstık'ın yüceltilen fedakarlığıyla ve dostluğun yüce namıyla pek görünmez. Evlerinin penceresinden görünen, camsız ve kapaksız karanlık pencerede; hizmetçileri Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç ve bitmez hikâyelerdeki ayıyı görür gibi olduğunu hatırlayacak olursak, anlatıcının kalbinde karanlık korkuların yaşadığını görürüz. Anlatıcı, bu vehim ile rüyasında, hikâyelerde işittiği korkunç ayının kendisini kaçırıp kollarını bağladığını, burnunu ve dudaklarını yedikten sonra su değirmeninin çarkına attığını anlatır annesine. Ancak doğru değildir bu rüyalar, annesine yalan söyler.
Anlatıcının annesininse, oğluna hiç kimsenin fenalık yapamayacağını söylemesi dikkat çekicidir. Neticede Mıstık da; karşısında saldırgan bir köpek olsa da, koşarak onlara yetişse de, önüne atlayarak korur anlatıcıyı, yani kan kardeşini. Böylece, anlatıcının annesinin isteği, dileği, umudu gerçekleşir; hiç kimse oğluna fenalık yapamaz. Güçlünün güçsüzü koruyacağına dair, kökleri Türkistan'ın göklerine değin uzanan bu kadim geleneğin tesiriyle Mıstık, daha güçlü olduğu için çarpışmada öne atılma, arkadaşını koruma davranışı gösterir. Gerçekçi, düşünülmüş eylemden ziyade, bilinçaltından geliyor gibi; içten, düşünülmeden, doğrudan gerçekleşir bu eylemler dizisi. Ancak, neticede Mıstık ölür, köpek kuduzdur çünkü.
DEĞİŞİMİN KALBİ
Kalp, daima değişim içinde yuvarlanır; renkten renge girer; duygu, düşünce ve inançlar durmaksızın değişir. Hikâyenin kalbi söz konusu olduğunda da, bu değişim kaçınılmazdır. Hem hikâye dallanıp budaklandıkça, köklerini toprağa, dallarını göğe uladıkça hem de biz, mütemadiyen değişiriz. Öyküyü okumaya başladığımız noktada değilizdir; dağ tepe aşmak, hudutsuz ve zorlu imtihanlardan geçmek, yalnızca masallarda rastlayacağımız mahluklarla göz göze gelmek gerekmez bunun için; öyküyü inşa eden kelimeler dahi bizi, dünyaya bakışımızı, ileri gidelim, müteessir olmaya hazır kalbimizi değiştirir. Korku ve endişeyle son satırlara yaklaştığımızda, Mıstık köpekle boğuşurken hatta, anlatıcı beyaz unutuşun içinden doğduğu topraklara bakıp, belleğinde yolculuğa çıkarken ya da; değişimin gözlerine dosdoğru bakarız, öylece.
Ömer Seyfettin'in öyküyü inşa ettiği çember; nisyandan tahattura [unutuştan hatırlayışa], beyaz rüyadan mor fecre, doğumdan ölüme doğru tamamlanır. Dahası anlatıcının, kullandığı kelimeler, bilhassa kalbindeki, belleğindeki azabı fısıldar. Zalim hatıraları, zalim kelimeler taşıyacağından, bu yükü kelimelerin sırtına yükler. Her cümleden bir hikâye çıkarabildiğini söyleyen Ömer Seyfettin, sanatın, hikâyeyi çıkardığı ehemmiyetsiz şey değil, onun o şey etrafında canlandırdığı hayat olduğunu söyler. Canlandırdığı hayata, öyküye, kalbindeki hikâyeye baktığımızda gördüğümüz ıstırap dolu bellek; bu kahredici olayı hatırladıkça; anlatıcının ifadeleriyle, "bu saf ve nurdan mazi, kaybolmuş cennetin hakikatten uzak serabı olarak" karşısında belirir. Dahası, onu teselli ve mutlu eder.
Mıstık'ın hatırası, bu aziz ve soylu matem unutuldukça, belleğin unutuşuyla eskidikçe, kıymeti artan tatlı ve üzüntülü acısıyla hoşnut olur. Şehadet parmağındaki yarayı gördükçe, kan kardeşi Mıstık'ın sıcak dudaklarını parmağının ucunda duyar. Anlatıcının "necip" ve "muazzez" diye tarif ettiği matemin; geçmişin, korkunun yönlendirdiği kararların, ne olursa olsun değişmeyecek bu olayın; metnin yüzey yapısında fedakârlık olarak okunan bu hikâyenin, derin yapıda karanlık niyetlere doğru kök saldığını düşündürür. Neticede, tüm hikâyeyi düşündüğümüzde, kendisini koruması için Mıstık'a bile isteye yanaşan anlatıcı, içten içe kendisinin değil başkasının zarar görmesini ister gibidir.
GERÇEĞİN KALBİ
Hikâyenin kalbinde, anlatıcının "Kan değil mi? Hepsi bir." sözleri duyulur gibidir; açıkça istediği ve kendisine gereken yalnızca onu koruyacak herhangi bir kandır çünkü. Kendine koruyucu isteyen, karşısındaki tereddüt etse de onu and içmeye zorlayan, tüm bu felaketlerden sonra, üzerinde yaşadığı toprağın ahvalini gördükçe, saf ve nurdan maziyi hatırlamakla mütelezziz olan, vicdanının ve kalbinin taşıyamadığı ne varsa kelimelere dağıtarak yükünü bırakmak isteyen birinin; ötekinin fedakârlığını yücelterek, dahası, garip bir hoşnutlukla anlattığı bu hikâye söz konusu olduğunda, geçmişin bedbaht ve görkemli serencamı düşünüldüğünde; içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye doğru ilerleyerek bu hikâyeye can yahut renk veren hangi kelime olabilir? Fedakâr ya da kurban olmayı seçen ve bunu dostluk ile and kelimelerinin yükü, kalplerindeki mânâ için yapan Mıstık; anlatıcının belleğinde nâmütenahi yürürken bu hikâyeyle karşılaşsa ne derdi? İskit Togaris'in, zor zamanlarda lazım olduğu için dostluklarını sağlamca perçinlediği, hatta bu dostunun, karşı konulmaz, yenilmez bir silah olduğuna inandığını hatırlayacak olursak, hikâyenin kalbi bize gerçekten ne söylerdi?
- 1 İskit soyundan Togaris'in neler üzerine and içtiklerini anlatırken söyledikleridir.