Hikâye sizce başka hangi sanat türüne yakındır?
Şöyle düşündük: Sadece eserler ya da yargı cümleleri değil sorular da sonsuzluğa / zamanın sınavına bırakılmış canlı varlıklardır. Geçmiş röportajlar, söylenmiş sözler arasında işte bu dikkatle dolaşırken hâlâ nefes alan soruları sizler için ayırdık ve bugünün yazarlarına yeniden sorduk. Sorunun ilk muhatabının cevabını da merakımızdan en başa koyduk: Acaba geçmişten bugüne verilebilecek cevaplar ne kadar değişiyor, değişiyor mu?
1- HALDUN TANER:
"Hikâye açısı sinemanın ‘Gros Plan'ına benzer. Küçüğü yüce, olağanı ilgi çekici, sadeyi renkli yapar. Türün kısa oluşu, kestirmeliğini, kıvraklığını, ama her şeyden çok yoğunluğunu sağlar. Küçük hikâye bu bakımdan şiirle akrabadır. Faulkner'ın hikâyelerinden bahsederken ‘Ben yolunu kaybetmiş bir şairim,' deyişi boşuna söylenmemiştir. Sait Faik de aynı şeyi söyleyebilirdi. İyi bir küçük hikâyenin özünde ister istemez şiirsellik de vardır. Aksi halde boyutsuz kalır, düzayak kalır. Kısalığı, bir tek çalışmayı bir yahut iki kişiyi ele alışı derinliğine halel getirmez. Küçük hikâyecinin çalışmasını bazen de bir ressamın çalışmasına benzetirim. Ressam nasıl ilkin tuvali ile bir peşrev yaparsa hikâyeci de kağıtla aynı peşrevi yapar. Ressam daha sonra nasıl beyninden ve kalbinden gelen hızla tuvale saldırıp renk ve çizgilerle boğuşmaya başlarsa, küçük hikâyeci de kelimelerle cebelleşmeye içindeki kaosu bir cümlede derleyip toplamaya, bu kaosa egemen olmaya, onu en sade, en kıvrak şekliyle kağıda geçirme çabasına girişir. Bu aslında bir çiledir. Ama sanatçı dediğiniz kendi kendini böyle çilelere sokup ancak ondan kurtulunca mutlu olan bir mazoşisttir. Kafadaki ve yürekteki kaosu sade, sağlam, özlü, açık seçik bir cümlede toparlamak insana bir övünç kuruntusu verir. ‘Sadelik en sonra verilen aşamadır.' diyen Çin atasözü işte bu çeşit kaliteli sadeliğe varma mücadelesini ne güzel özetliyor."
2- ABDULLAH HARMANCI:
"Öykü türü bence şiir türüne yakındır. Kısa metrajlı filmlere de yakındır. Romana da yakındır. Hepsine birden nasıl yakın olur? Sorun şu ki ‘hangi öykü?' demek gerekir. Bates'in Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü adlı kitabında dediği gibi, öykü türü eline kalem alan ustaya göre farklı noktalara savrulur. Jale Parla'nın dediği gibi, ‘Bir romancı daha romanına başladığı andan itibaren roman türünü değiştiriyor demektir.' Bu kadar ‘kaygan' demeyeyim ama ‘geniş' bir zeminde öykü türünü hangi sanata yaklaştırabiliriz? Zaman zaman şiirsel düzyazıya. Yani mensureye... Zaman zaman romana... Zaman zaman sinemaya... Zaman zaman doğrudan şiire... Elbette hangi yazarın öyküleri, demek, işimizi kolaylaştırabilir. Kemal Tahir'inkiler romana, Sait Faik'inkiler şiire doğru yürür. Benimkiler mensureye yaklaşır. Ama gene de bir çerçeve, bir dur, bir durak bu metinleri bir yerde tutar. O yer işte öykünün geniş zeminidir. Peki ya denemeler? Deneme türüne de yakındır öykü. Öyküler. Son cümlem şu olsun: 19. asrın sonu itibariyle türlerin birbirlerine karışımı konusu demode bir konu olarak kuram tarihindeki yerini alır. En son cümlem şu olsun: Öyküyü bir yere bağlayabilseydik keşke. Daha da son cümlem şu olsun: İyi ki bağlayamıyoruz."
Küçük hikâye bu bakımdan şiirle akrabadır. Faulkner'ın hikâyelerinden bahsederken ‘Ben yolunu kaybetmiş bir şairim' deyişi boşuna söylenmemiştir.
3- ELİF HÜMEYRA AYDIN:
"Hikâyenin başka türlerde olmayan bir esnekliğe sahip oluşu, bu sorunun cevabını arayan her yazarı farklı bir yola sokuyor. Benim okumayı ve yazmayı sevdiğim öyküler, karakterin bir anına yaklaşarak kurulmuş olanlar. Bu anların tek bir atomun iç devinimininde bütün bir galaksinin ve zamanının küçük bir temsilini görmek gibi, o karakterin bütün hayat deneyiminden izler taşımasını özellikle istiyorum. Belki öykü bir karakter vasıtasıyla insan varoluşuna dair yaşarken fark edemediğimiz bir şeyi versin bize. Bu sebeple öyküyü fotoğrafa yakın buluyorum. Fakat bahsettiğim şey belgesel fotoğrafçılığından veya hayatın sıradan akışı içinde dondurduğumuz bir zamandan, yani saf gerçekten değil, daha çok ışıkla, kurulmuş bir sahneyle, modelle, öykü için yeni baştan yaratılmış bir zaman ile oluşturulabilenler. Sanırım bir atom zerresiyle bir galaksiyi ima edebilmek, belki daha büyük bir gerçeğe işaret edebilmek için ‘yalan söylemek' gerekiyor. Veyahut Woolf'un deyişiyle, kurmaca olgulardan daha fazla hakikat içerir."
4- ETHEM BARAN:
"Öykü, edebiyat ailesinin ele avuca sığmayan yaramaz çocuğudur. Ne zaman ne yapacağı belli olmaz; sizi her an şaşırtabilir. Kimi zaman kuralları önceden belirlenmiş bir oyunun içindedir, kimi zaman da kuralsız, çekincesiz, kendi bildiğince hareket ettiği yeni oluşumların peşindedir. Elbette üyesi bulunduğu ailenin genetik özelliklerini de taşır bünyesinde. Onlara benzeyen yönlerinden şikayetçi değildir ama farklılığını göstermek için de kılıktan kılığa girer. Öykü başlı başına bir tür olduğunu kabul ettirebilmek için epey uğraşmıştır. Maupasssant, Poe, Çehov, Hemingway gibi yolu açıp iyice pekiştiren yazarlardan sonra Alice Munro'nun Nobel'i almasıyla tartışma sonlanmıştır bana göre. Sanatı bir bütün olarak görürüm her zaman. Bu açıdan bakınca hepsinin birbiriyle uzak ya da yakın ilişki içinde oldukları görülür. Öykü, bütün sanat dallarından el alır, şiir ve romanın coğrafyasına yakın dolaşır ama yolu ve yönü ayrıdır. Bir öykü, olsa olsa kendine benzer başka öykülere yakındır."
5- FATİH BAHA AYDIN:
"Beni bilenler bilir ki ben sürekli bir şeyleri bir şeylere benzetirim. O yüzden bu soruyu siz bana sormadan önce de hikâyeyi bir şeye benzetmiştim. İlginçtir, öyküyü çok zor yazdığımı fark edince yapmıştım bu benzetmeyi. Öyküde benim alışık olmadığım bir refleks gerekmekte: sağaltma. Sanırım ben yazı hayatıma romanla başladığım için, ‘sanat eserini' daima bir şeyleri üst üste koymanın uğraşı olarak gördüm. Öykü yazmaya başlayınca ve hakiki öykücüler yazdıklarımı düzeltince anladım bazı şeyleri. O yüzden ben hikâyeyi heykele benzetiyorum. Kilden falan yapılan, her şeyin birbirine eklenmesiyle oluşan heykel değil ama. Öykücü dediğimiz insan tıpkı yekpare bir kayayı eksilterek o saf özü yakalamaya çalışan heykeltıraş gibi biri benim için. Her ikisi de yarım bir esere bakınca fazlalıkları görüyor çünkü. İyi öykücü ile acemiyi ayıran şey de sanırım o fazlalıkları görebilme yetisi."
Öykü, bütün sanat dallarından el alır, şiir ve romanın coğrafyasına yakın dolaşır ama yolu ve yönü ayrıdır. Bir öykü, olsa olsa kendine benzer başka öykülere yakındır.
6- İLAY BİLGİLİ:
"Edebiyatın yaşı, sinemanın ortalama yüz yirmi, yüz otuz yıllık tarihine göre çok daha büyüktür. Fakat bu yaş farkı iki türün yapıları, doğaları ve dinamiklerinin benzerlikleri sebebiyle yan yana durmalarına engel teşkil edememiştir. Ne ki, iki türün de beslendiği kaynak aynıdır, yaşamın ta kendisi. 7.Sanat'a özel ilgisi olan bir yazar olarak hikâyenin sinemaya yakınlığı benim için su götürmez bir gerçektir. Gerek kurgu süreci gerek atmosfer ya da karakter yaratma aşamalarında, ilgili dalın sanatçısı, benzer doğum sancıları çekiyordur diye düşünüyorum. Kısa film merakımdan da bildiğim kadarıyla, alanın darlığı, ağırlık kaldırmaması, oldukça kısa sürede -ya da alanda- okurun/izleyicinin ilgisini diri tutma çabası, biçimsel anlamda kısa film ve hikâyeyi benim için benzer kılar. Tüm bu biçimsel unsurları en kuvvetli şekilde kullanmaya uğraşırken diğer yandan da yaşama dair olan kesiti -başlangıç ya da son odağı olmadan- belirlemek, ortak bir bellek yaratmaya çabalamak ve bu belleğin sancısını aktarabilmek, hikâye ve kısa film/film yaratım sürecinin ortak sancılarıdır."
7- MAHMUT SAMİ YILDIZ:
"Hikâye, her bir sanat eserinin özünü oluşturan çekirdektir. Eser ile arketip arasındaki köprünün kilit taşıdır. Sinemanın da hikâyesi vardır, resmin, heykelin, müziğin, şiirin ve tabii öykünün de. Hikâyeyi gül ile sembolize edersek eğer, tonlarca gülden damıtılan gülyağına pekâlâ şiir diyebiliriz. Bir edebi form olarak öyküyse temelinde gül kokusu bulunan türlü esansların harmanlandığı bir parfüme -ki parfüm tasarımı da başlı başına bir sanattır- benzer. Klasik parfüm kompozisyonundaki gibi iyi bir öykü de üç notalıdır demek yanlış olmayacaktır. Üst nota ya da tepe notası, parfüm sıkıldığında duyulan ilk kokudur. Etkisi kısa sürse de deneme aşamasındaki tüketicinin muhatap olduğu koku olduğundan parfüm pazarlaması bakımından kritik öneme sahiptir. Tüketicinin tepe notasıyla büyülendiği parfümü almaya karar vermesi gibi iyi bir öykü de giriş cümleleriyle ağına düşürür okurunu. Orta nota ise üst notanın uçmasıyla varlığını hissettiren kokudur ve parfümün karakterini oluşturduğundan kalp notası da denir. Gülün en çok duyumsandığı bu nota, okurun öyküdeki hikâyeyi kavradığı kısma, öykünün gövdesine denk düşer. Orta nota kaybolurken yerini alt notaya bırakır. Etkisi en uzun süren notadır ve parfümün kalıcılığını sağlar. Tıpkı güçlü bir final ile öykünün okurun belleğine nakşolması gibi. Tabii bir parfüm buluştuğu her ten ile farklı bir koku açığa çıkarır. Her öykü de okuru miktarınca değil midir zaten?"
Bir parfüm buluştuğu her ten ile farklı bir koku açığa çıkarır. Her öykü de okuru miktarınca değil midir zaten?
8- MURAT ÇELİK:
"Edebiyat mahfilleri öyküyle şiiri birbirine akraba ilan etmek hususunda ısrarcı. Şiir yazamayanlar, şiir heveslileri -ya da kötü şairler diyelim- güzel söz ihtiyaçlarını -şiirsellik diyor hep herkes- düzyazı içinde başarılı bir şekilde sergileyebilir. Çünkü şiir kotarılamazsa bile o estetik görgüye vâkıf olduğunda -şiir okumaktan gözü yorgun ama malzemesini şiire dönüştürmeye gücü yetmeyen kötü şairler diyelim burada da- bu dar alanda dil konuşturabilir ve geriye yalnızca ‘hikâye bulmak' kalır ki o da en kolayıdır -görmeyi öğrenince! Öykü romana yakındır, romandaki yan hikâyeler müstakil öykülere evrilebilir. (Son yıllarda romanların da böyle tuz buz parçalardan yazıldığını, parçalılığın beceriksizce ‘salt bir teknik uygulama'yla yapıldığını görüyoruz.) Öykü düzyazıdır; şiir, düzyazı şiir olduğunda dahi şiirdir. Benzerlikleri teklif edilemez."
9- NURCAN TOPRAK:
"Hikâyeye tahkiye etme bakımından yaklaşıldığında türkü, atasözü, resim, fotoğraf, film ya da şiirde de hikaye anlatılabildiği görülür. Masal ve romana bu sayılanlardan daha yakın olduğu varsayılsa da bugünkü anlamda hikâyenin amacı bütünü anlatmak değildir. Fragman gibidir bir nevi. Tamamlanmamış bir parça, bir kesit yani. Leyla ile Mecnun'un tümü değil de Mecnun'un Kâbe'de ‘Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni' diye dua edişi tasvir edilir ya örneğin. Bu bakımdan hikâyenin minyatür/tasvir sanatına yakınlığından söz edilebilir. Anlatmak, aktarmak, taklit etmek ikisinin de temel özelliğidir. Hikâyede olduğu gibi minyatürde de zaman, mekan, olay, kurgu, şahıs kadrosu ve bakış açısı/anlatıcı mevcuttur. Onda da değişik anlatım teknikleri, üsluplar söz konusudur vekat'î olmamakla beraber bir ölçü sınırı vardır. İkisinde de önemsiz/ayrıntı/uzak görülenler öne çıkarılabilir. Tüm bunlar düşünüldüğünde, her biri kendi dilinin imkanlarını kullanıyor olsalar da hikâye ve minyatürün birbirine benzer, yakın sanatlar olduğu söylenebilir."
10- YILDIZ RAMAZANOĞLU:
"Hikaye bir yontma sanatı. İnsan dünyaya ne olup bittiğine bakmaya gelir, gerçek rüya hayal kurgu aleminde, zamanın bazen içine bazen dışına düşerek hayret içinde geri döner. Hikayenin şiir sinema resim gibi birçok sanatla, psikoloji, sosyoloji, felsefe, ilahiyat, tarih gibi birçok disiplinle yolu kesişir ama hiç birine benzemez. Genel imaların, sonsuz muğlak açılımların ötesindedir yapısı. Açıyı genişletmenin değil daraltmanın, bütünün değil parçanın peşindedir. Hikaye ne yazsam denilen bir serazatın ürünü değil. Varlığın kalp atışı, toprağın soluk alıp vermesi gibi kendiliğinden ve kaçınılmaz bir yazma biçimi. Kendini duyuran yazdıran alnımıza doğan bir anın kaderle günyüzüne çıkması. Bir taş parçasının içinde saklanmış olan yüzleri, ayrıca üzüntünün, sürüncemenin, umudun, varlığını sürükleyen ölülerin neye benzediğini, fazlalıkları atarak gösterme sanatı. Bulanık bir suyun sisli bir yolun içinden size doğru yaklaşanı netleştirmek için didinir hikaye. Sadece nefes almakla yetinen bir insanın fevkaladeliğini ortaya çıkarır. İnsanın hikaye okuma kararlılığı nasıl emek istiyorsa yazmak da öyle. Okuyucusu hiçbir şeye benzemeyen azaltılmış, elenmiş, yontulmuş metnin peşindedir. Biraz da öteki bilinçlerdeki görüntüsünün."
- 19. asrın sonu itibariyle türlerin birbirlerine karışımı konusu demode bir konu olarak kuram tarihindeki yerini alır. En son cümlem şu olsun: Öyküyü bir yere bağlayabilseydik keşke. Daha da son cümlem şu olsun: İyi ki bağlayamıyoruz.
- (Abdullah Harmancı)