Hermas'ın kulesi

ALKAN KILIÇ
Abone Ol

Tanrı'nın yaratısı muazzamdı. O'nun yarattıklarını gereğince övebilmesi imkânsızdı. Dizlerinin üzerine çöküp dua etmek üzereydi ki tatlı bir uyku, huzur verici bir mayhoşluk bastırdı. Görünmeyen bir nefes, kutsal bir ruh, bütünüyle ele geçirmişti onu.

  • "Bu öykü, Hermas'ın M.S. 150 yılında kaleme aldığı ‘Çoban' isimli Erken Hristiyanlık metninden yola çıkılarak yazılmıştır. Öyküde anlatılanların Hermas'ın gerçek kişiliğiyle ve öykü yazarının itikadıyla bir ilgisi yoktur."

Dalgındı. Hırıltılı bir sesin, sanki başka birinin ismiyle ona seslendiğini duydu. Kısık gözlerini, bütün geçmişini ansızın hatırlayan belleksiz birinin hantallığıyla sesin geldiği yöne çevirdi. Şakak kemiklerinde korkunç bir ağrı zonkladı. Anımsadığı, tedirgin bir ifadenin gezindiği, ter içinde, esmer bir kadın yüzüydü: bulduğu anda yitirdiği annesinin ağlamaklı yüzü. Ama bu köhne görüntünün zihninde böylesine canlı bir biçimde belirmesine hiçbir anlam veremedi. Göbek bağına uzanan paslı çakının tenine, aynı zamanda annesinin de teni olan tenine dokunuşunu taze zehri içer gibi tattı. Ömrü boyunca düş kırıklığı ile tecrübe edeceği bütün ayrılıklar, şişkin karnında birbirine düğümlenmişti. Ellerini üst üste koyup iki büklüm, yenik bir savaşçı gibi göbeğine sıkıca bastırdı. Anımsadığı korkunç ayrıntıların ardı arkası kesilmiyordu. Doğduğu gün, o esrarengiz cümleye anlam verebilecek bilinçten yoksundu ama şimdi, kestiği göbek bağını ılık odada yanan ilkel şömineye fırlatan pis tırnaklı ebenin, bir ebe gibi değil uğursuz bir kâhin gibi konuştuğunu anlıyordu:

"Elimden geleni yaptım ama bir cinayetin üstesinden gelecek kudretten yoksunum."

Ilık süte hasret kalacağını hissetmiş olacak ki şevkle emmişti annesinin sağ göğsünü. Süte doyduğunda, kadının yüzü kireç gibi bembeyaz kesilmiş, yaşamı sülük gibi içine çekerek geride soluk, buz gibi bir ceset bırakmıştı. Kendinden bile habersiz bir bebeğin yumuk gözlerinde dolaşan mağrur ama kederli ışıltı, şimdi sancıyan göğsüne kıymık gibi batıyordu. Yere çömelip hıçkırıklara boğulduğu sırada adını tekrar işitti: "Tasa etme Hermas! Yarın at pisliği temizlemekten kurtulacaksın. Seni Rhoda dedikleri müşfik bir dula sattım. Onun ilkin gönlüne sonra sıcacık yatağına girebilirsin, tabii şansın yaver giderse."

Başını yukarı kaldırdığında en güzel yıllarını boz bulanık suların akıp gittiği bir vadinin yanı başındaki çiftlikte, kaya gibi sert at pisliklerini yerden kazımakla geçiren sıska bir köle olduğunu, bıçağın keskinliği gibi kavradı. Deri sandaletleri ıpıslak, ipek entarili, meşin kırbaçlı, yağlı göbekli ve gevrek gevrek sırıtan adam, ona yıllarca efendilik eden Ignatius'un ta kendisiydi. Çalışıp zayıflamanın sapkın Hristiyanlara özgü bir ibadet biçimi olduğunu düşünen Pagan efendisine, içten bir Hristiyan olduğunu itiraf ettiği gün, Hermas'a hiç kızmamıştı Ignatius. Mavi gözlerinden gurur parıltıları gelip geçerken sapı çamura bulanmış ağır küreği kölesine uzatarak "Öyleyse daha çok çalışman gerekecek." demişti.

Şafak sökerken irikıyım kâhya, Hermas'ın ahırdan bozma odasına kendi evine girer gibi küstahça daldı. Yerdeki deri şiltede bitimsiz kâbuslar gören köleyi tekmeleyerek uyandırdı. Ağır aksak ilerleyen iki tekerlekli at arabasıyla heybetli dağları, ıssız vadileri geride bıraktılar. Hermas, ömrünün geri kalanını geçireceği, dış cephesi açık saçık Etrüsk freskleriyle süslü zengin evine bir seher vakti teslim edildi. Kalın dudaklı iki siyahi kadın, Hermas'ı tuttukları gibi ılık banyoya götürdüler. Yarı karanlık oda, banyodan çok puslu bir işkencehaneydi. Gönülsüzce soyunan köle, kurbanlık bir koyun kadar ürkekti. Kadınların yüzlerinde Hermas'ın içini daha çok titreten, alaycı bir tebessüm belirdi. Delikanlıyı kara mermere sırtüstü yatırdılar. Gül ve zambak dolu havuza batırıp ıslattıkları lifle apış arasına varıncaya kadar her yerini güzelce yıkayıp temizlediler. Hermas'ın vücudu, üzerine dökülen kaynar suyun zalimliği ile değil belki ama pişkin bir kölenin alışkın olmadığı asil mahcubiyeti yüzünden nar gibi kızardı. Sıska köle, akşamüzeri efendisi Rhoda'nın huzuruna kabul edildi. İkisi de birbirlerini görür görmez çocuksu bir iyimserlikle dolup taştılar. Yıllar evvel yitirilen bir oğul ile cinayete kurban giden gencecik bir anne, birbirlerine umutla bakıyorlardı.

Rhoda, gayet uygun bir fiyata satın aldığı köleyi iki yıl boyunca el üstünde tuttu. Hermas, kendisine en ufak dokunuşta parçaları yere saçılacak cam bir vazo gibi davranılmasına alışkın değildi ama hoşnutsuzluğunu kimseye, en yakın arkadaşı Abantiades'e bile anlatamıyordu. Yorgun uşaklar, konuşmayı çoktan unutmuş gibi görünen hizmetçiler, elleri nasır tutmuş hüner sahibi bahçıvanlar, bunaltıcı sıcağın altında kan ter içinde çalışırlarken mahiyet bakımından bir fark taşımadıkları köle Hermas'a muhtemelen lanet yağdırıyorlardı. Günün birinde Hermas, Rhoda'nın huzuruna çıkarak arkadaşları gibi ağır işlerde çalışıp saygıdeğer efendisine layığı ile hizmet etme arzusunu gözyaşları içinde dile getirdi. Gülümseyen Rhoda, yeni kölesini teselli ederek ona yepyeni ve sihirli bir dünyanın kapılarını ardına kadar açtı:

"Kölelik, yalnız kasla yapılmaz Hermas. Aklın ve ruhunla da iyi bir köle olabilirsin. Şu kilitli kapıyı görüyor musun? Yıllar evvel ölen babamın işe yarar yegâne mirası orada. Babam, her asırda koca bir kütüphaneyi yakmanın zalimane bir insan adeti olduğunu söyler ve dikkatli olmamı öğütlerdi. Ona verdiğim sözü tutup korudum hazinemizi. Üst üste yığılmış binlerce parşömen, adını bile bilmediğim yüzlerce el yazması kitap... Okunmayan sayfalar yok hükmündedir. Onlara varlık kazandırmanın zamanı geldi. Arkadaşın Abantiades sana okumayı, yazmayı öğretebilir. Böylelikle can sıkıntın geçecektir. Okuduklarını aklın ve ruhunla özümseyip gözleri pek iyi görmeyen efendine günaşırı anlatmayı istemez misin?"

Hermas'a koca bir kütüphanenin anahtarı karşılıksız olarak teslim edildi. Çölde gezinirken su kuyusunda yitik bir hazine bulmak gibi bir şeydi. Sabahın ilk ışıklarıyla Abantiades'i uyandırıyor, birlikte kütüphaneye kapanıp durmaksızın çalışıyorlardı. İlk başta kendisine ışıltılı ve sihirli işaretler gibi görünen harflerin doğasını keşfettikçe kitaplara daha çok gömüldü Hermas. Kelimeler, buzdağının yüzeyde görünen kısmıydı. Okuduklarını hakkıyla kavramak istiyorsa boğulmak pahasına derinlere inmeli, karşılaştığı her kelimenin varoluş amacını öğrenmeliydi. Rhoda, kölesinin ricasını kırmayıp kütüphaneye rahat bir yatak, eskisinden daha kullanışlı, genişçe bir masa taşıttı. Hermas, öğle ve akşam yemeği vaktinde efendisi Rhoda'nın karşısına geçerek okuyup öğrendiklerini ona büyük bir şevkle anlatıyordu. Öyle ki önüne hiçbir kölenin hayalini bile kuramayacağı etli, yağlı, hayli leziz yemeklerin yanında koca bir maşrapa yıllanmış şarap konduğu halde çoğu zaman ağzına birkaç lokma atıp kalkabiliyordu masadan.

Okuduklarını ölü bir ayna gibi efendisine yansıtmak, zamanla Hermas'a sıkıntı verir oldu. Başka aynalara yansıyıp derin, sonsuz bir boşlukta çoğalıp giden, kendi sözünün sahibi bir yazar olmaktı Hermas'ın dileği. Altı ay gibi kısa bir zamanda ağzına kadar dolan bir testinin dışarıya su akıtma temayülü hiç şaşırtmamıştı Rhoda'yı. Küçük de olsa bir risale yazma arzusu taşıdığını efendisine mahcup bir tavırla bildiren Hermas'a ihtiyaç duyduğu mürekkep hokkasını, parşömenleri, o devirde altın bir külçe kadar pahalı olan kartal tüyünü cömertçe tedarik edeceği yerde, beklenmedik bir cevap verdi:

"Seni azat ediyorum. Artık hür bir adamsın Hermas. Unutma; hürriyetinin bedeli yalnız Tanrı'ya köle olmandır. İçinde uyanan yazma arzusuna gelince; bir köle olarak yaşadığın müddetçe o arzu sönüp gidecek. Rutubet kokan bir kütüphaneye gece gündüz kapanıp ellerini mürekkeple boş yere kirleterek bilgeliğe erişemezsin. Hür bir adam olarak dünyayı gezip görmeli ve her biri umman sayılabilecek başka insanların arasına karışmalısın. Belki o zaman, yazmaya gerçekten değecek bir şeyler bulabilirsin."

Hürriyet, Hermas için tadılması imkânsız bir duyguydu. Efendisi Rhoda'nın da dediği gibi; Ulu Tanrı'nın kölesi olarak kalacaktı ömrü boyunca. Bu gerçeğe rağmen Rhoda, neden sokağa atıyordu ki onu? Hermas'ın dileği yersiz yurtsuz, başıboş dolaşan bir ozan olmak değildi. İnsanlarla işi olmazdı onun. Işıltılı bir şehir meydanında karşılaştığı asilzade gençlere cevaplanması zor sorular yöneltip laf ebeliği yapmaya niyeti yoktu. Tek arzusu; kalemini içindeki Haç'ın yeniden dirilişi uğrunda keskin bir kılıç gibi kullanmaktı. İğneyi en önce kendine batıracak, yazarak arınacaktı Hermas. Günahlarını başkalarına değil kendine itiraf edecekti. Azat edildiği gün, Rhoda'nın cömert ikramlarını geri çevirdi. Kuşağına altın, gümüş veya bakır sikke koymadı. Yolculuk için yanına kuru bir değnek bile almadı. Çarıklarını çıkardı ve yalın ayak yürüdü. Karlı Dolomit Dağları'nın sarp bir yamacına ulaştığında, kül rengi pusların arasında in cin top oynuyordu. Yanında bir keski olmaksızın ürkütücü ormanda gezinip kırabildiği kadar ağaç dalı kırdı. Çalı çırpı topladı. Biçimsiz taşları üst üste yığarak taşların üstünü ağaç dallarıyla güzelce örtüp kendine derme çatma bir barınak inşa etti. Burada yıldızlar kadar yalnızdı ama eskisinden daha dinçti. Dağların öte yanındaki çavlana gidip kana kana su içmek, envaiçeşit ağacın armağanı taze yemişlerle ve şifalı otlarla beslenmek, Hermas'ın canına can katıyordu.

Günün birinde Valentin adında bir Hristiyan ulusu, Dolomit Dağları'ndan geçerken Hermas'a rastladı. Yıllar sonra kavuşan iki dost gibi konuştular. Valentin, münzevi yaşamın Hristiyanların felaketi olduğunu söyleyince övgü bekleyen Hermas'ın suratı asıldı. "İnziva, yazgıya kafa tutmaktır. Münzevi biri, inandığı Tanrı'ya, ‘Senin imtihanından kaçıyorum, bana istesen de dokunamazsın.' demiş olur. Cennete kestirme yoldan erişmek ister aklınca. Tanrı, her yerdedir Hermas. Asıl marifet, türlü günahkârla iç içe yaşayıp kutsal bir kâse olan kalbinden günah arzusunu dışarıya hiç taşırmamaktır. Yola çıkarken olması gerektiği gibi davranmışsın. Kuşağına altın, gümüş, bakır sikke koymamışsın. Yolculuk için yanına kuru bir değnek bile almamışsın. Çarıklarını çıkarıp yalın ayak yürümüşsün ama bir işçinin yiyeceğini hak etmesi gerektiğini nedense unutmuşsun."

Valentin'i iyi dileklerle uğurlayan Hermas, üç gün boyunca derin derin düşünerek yaşamına yeni bir istikamet vermesi gerektiğini anladı. Barınağını kurda kuşa terk edip şehre indi. Tek gözü kör bir ustadan terzilik mesleğini öğrendi. Fenikeli bir tüccarın kızıyla evlenip çoluk çocuğa karıştı. Yirmi yıl boyunca başkalarının itiraflarını dinlediğinden kendi ruhunun dehlizlerinde bir türlü dolaşamadı ama şöhretini dilden dile taşıyacak bir risale yazdı. Teslisi reddedenlere sarsılmaz argümanlar sundu. Güya hiçbir kutsallığı bulunmayan ruha çatanlara kendi habis ruhlarını gösterdi. İsa Mesih'i işbirlikçi bir sığırtmaç olarak gösterip ona iftira atanlara bildiği tüm gerçekleri anlattı. Artık ahalinin nazarında saygın bir Hristiyan'dı fakat dile getiremediği, tanımsız, muğlak bir şeyin eksikliğini hissediyordu. Yıllar sonra, efendisi Rhoda'yı bulup ona teşekkür etme düşüncesi uyandı içinde. Ona teşekkür edebilirse yıllardır eksikliğini duyduğu şey, kanatlarını takınıp yanına uçabilir, varlığına karışarak ruhunun silinmez bir parçasına dönüşebilirdi.

Kimseye haber vermeden yola koyuldu. Aşılmaz denen Karanlıklar Ormanı'nı çekincesiz kat etti. Ulu ağaçlar, rüzgârla sağa sola eğilip ormanın kimsenin bilmediği derinliklerine davet ettiler Hermas'ı. Yırtıcılar, daha önce görmedikleri tuhaf seyyahın büyülü yolculuğuna taş koymaya cüret edemediler. Hermas, yan yana dizili aşılmaz dağları, tavanlarından sivri buzların sarktığı karanlık geçitleri, rastladığı koca koca kayaları avuç içiyle ötelere kolaylıkla iterek kendisi için kestirme yollar açabiliyordu.

Günler sonra, ayaklarının altında ezilen yaprakların hışırtısı, mis kokulu toprağın nemine karıştı. Umudu attığı her adımda tazeleniyordu. Yakınlarda bir çavlan olduğundan adı gibi emindi. Adam boyundaki çalıları, kulaç atar gibi arkasına iterek hızla ilerledi. Önce düş gördüğünü sandı ama gerçekti. Efendisi Rhoda'yı Tiber'de yıkanırken buldu. Rhoda, gül, sümbül, zambak yaprakları arasında dolunay gibi ışıyordu. Hermas'ı görünce Tiber'in sularını örtü gibi üzerine çekerek kaybolup gitti. Telaşa kapılıp kıyıya iyice yaklaşan Hermas, ter içindeydi. Az sonra Rhoda, ırmağın yüzeyine tekrar çıktı. Uzun, siyah saçlarını avuçlarıyla geriye doğru atıp kıyıya yöneldi. Hermas, elini uzatarak efendisi Rhoda'nın ırmaktan çıkmasına yardım etti. Duru sular, Rhoda'nın ayak bileklerinden ışık huzmeleri halinde süzüldü. Çamursu toprak, kuru toprakların alışkın olmadığı bir gönençle sarsıldı. Hermas'ın başı döndü. Efendisi Rhoda'ya hissettirmeden, "Bu denli seçkin ve güzel bir eşe sahip olsaydım mutlu ölebilirdim." diye geçirdi içinden. Ilık bir yağmur başladı o sırada. Efendisiyle aynı suların altında ıslandı. Ne var ki Rhoda, çöldeki bir ılgım, kısacık süren bir düş gibi buharlaşıp gitti.

Derin bir boşluk duygusuyla olduğu yerde kalakalan Hermas, üşüyordu. Yağmur sularının karıştığı, boz bulanık Tiber'e hüzünle baktı. Hava kararana kadar orada Rhoda'yı bekledi. Saatler sonra gece kısrağı gibi puslu karanlıkların içine süzüldü yeniden. Günlerce yol tepti. En güzel yıllarını geçirdiği eve ulaştığında içi burkuldu. Evin dış cephesini süsleyen açık saçık Etrüsk freskleri çatlakların arasında zar zor seçiliyordu. Evin kapısı, ardına kadar açıktı. İçeri girdi. Yıllar evvel terk edilmiş bir harabede dolaştı durdu. Eski mutlu günlerinden en ufak bir iz bile bulamadı ama efendisi Rhoda'nın yaşadığına bütün kalbiyle inanıyordu. Okuduğu kara ciltli kitaplar, ilâhî bir güzelliğin hiç ölmeyeceğini gereğince öğretmişlerdi ona. İki ay sonra evine döndüğünde karısı asık bir suratla karışladı Hermas'ı. Durgun bakışlarıyla masanın üzerinde duran mühürlü zarfı ve rulo haline getirilip kırmızı bir kuşakla bağlanan parşömeni işaret etti. Doru atlı bir ulak, dört gün evvel kapılarını çalıp Hermas'ı sormuş, onu bulamayınca iki emaneti Hermas'ın karısına hürmetle takdim etmişti. Zarfı elleri titreyerek açtı Hermas. Haklı şöhreti nihayet Aziz Petrus Bazilikası'nın duvarlarına dayanmıştı. Başpiskopos Klemens, zorlu bir görevi yerine getirmesi ricasında bulunuyordu. Söylenenlere bakılırsa İskenderiye'de sapkın bir tarikat zuhur etmişti. Hermas, bir an evvel yola çıkıp reddedilemeyecek delillerle ikna etmeliydi onları.

"Size mektupla yolladığım parşömen, bin yıl evvel Kudüs'te, ‘Cennet Ağacı' denilen akılalmaz bir çamdan üretilmiştir. Ne yırtılır ne de yanar. Cehennem ateşini bile söndürme kudretine sahiptir. İskenderiye kentine gidip yaşadıklarınızı satır satır parşömene yazın ki akılalmaz maceranızı gelecek kuşaklara olduğu gibi aktarabilelim. Muvaffak olur iseniz Hermas ismi ölümsüz azizlerin arasına katılacaktır. Hiç kuşkununuz olmasın."

Şafak sökmeden yola çıktı Hermas. Şimşek gibi koşan bir atın sırtında, taşlı yollarda ağır aksak ilerleyen bir yük arabasının içinde değildi ama hâlinden memnundu. Seyahati boyunca günaşırı oruç tuttu. Geçit vermez Kilikya dağlarında mola vererek buz gibi bir pınardan su içti. Yemyeşil bir ovaya düştü yolu. Yoksul bir çobana rastladı. Çobanın çaldığı kavala bir koyun gibi kulak kesilip muvaffak olmak için Ulu Tanrı'ya dualar etti. İlâhî emirleri efsunlu nağmelere dökerek bir çoban gibi önüne katmalıydı bütün sapkınları. Yol boyunca binbir börtü böceğin, rengârenk bitkilerin ihtişamını düşünerek geçirdi saatlerini.

Tanrı'nın yaratısı muazzamdı. O'nun yarattıklarını gereğince övebilmesi imkânsızdı. Dizlerinin üzerine çöküp dua etmek üzereydi ki tatlı bir uyku, huzur verici bir mayhoşluk bastırdı. Görünmeyen bir nefes, kutsal bir ruh, bütünüyle ele geçirmişti onu. Yolu olmayan ıssız bir vadiye sürüklendi. Bir kere bile adım atmadığı halde havada rüzgâr gibi esebiliyordu. Kaya yarıklarıyla dolu puslu bir yerdeydi. Az ötede bir dere akıyordu. Serin söğütler, suları çepeçevre kuşatmıştı. Dereyi geçip kumlu bir düzlüğe ulaştı. Esinti yavaşça çekilince çıplak ayakları toprağa değdi. Dizlerini kavurucu kumlara gömerek günahlarını teker teker itiraf etti. Gökler, bir kapı gibi açıldı Ay ışığından daha parlak huzmeler, Hermas'ın yüzünü nedense sırılsıklam etti. Tanıdık, alaycı bir sesti duyduğu:

"Yoksa ağlıyor musun koca Hermas?" Gözlerini açtığında gül yüzlü hanımı Rhoda'yı gördü. "Saygıdeğer efendim, burada ne arıyorsunuz?" diye sordu. "Senin affedilmez günahın yüzünden suçlamak üzere erişilmez göklere çekildim. Ulu Tanrı sana darıldı Hermas çünkü sen bana, müşfik efendine karşı büyük bir günah işledin!" Dizlerinin bağı çözüldü. Darağacına götürülen masum bir idam umahkûmu gibi titriyordu. "Beni nasıl suçlarsınız?" diye haykırdı Hermas. "Size hiç saygısızlık ettim mi? Sizi bir kız kardeşten, bir anneden ayrı tutmadım hiçbir zaman." Güzeller güzeli Rhoda, küçümseyen bir gülümsemeyle konuştu: "Günah arzusu senin yüreğinde doğdu ve ruhunu zifir gibi kararttı. İnançlı olduğunu iddia eden bir adamın yüreğinde yasak bir arzu taşıması, büyük bir günah sayılmaz mı? Doğrusu, düşününce yapmış kadar oldun ve Tanrı'nın gazabını şimşek gibi üzerine çektin!"

Solgun yanakları, ateş gibi yanıyordu. İçli gözyaşları fayda etmedi. Dudakları uyuştu. Duyduklarına daha fazla takat getiremeyip sendeledi. Az sonra asırlık bir çınar gibi yere devrildi. Zar zor kendine geldiğinde gördüğü korkulu düş, yerini bir başka mucizeye bıraktı. Efendisi Rhoda'nın yerinde bu kez ışıltılı giysileriyle göz kamaştıran ihtiyar bir kadın duruyordu. "Sakın korkma Hermas!" Hermas, şaşkındı. Kadın, olanca gür ve ürpertici bir seda ile sürdürdü tuhaf sözlerini: "Bir yabancı gibi bakma öyle, beni tanımadın mı? Canla başla bağlı olduğun kilisenin ta kendisiyim ben! Tanrı, yüreğinde yeşeren günah arzusunu çöl kumları gibi kuruttu ve sana kutlu bir görev verdi. Yemyeşil bir vahaya benzeyen İskenderiye şehrine git. Oradaki sapkınlara Tanrı'nın âyetlerini teker teker göster!"

Kendini bomboş, paslı bir levha gibi hissediyordu. Gözyaşlarına boğuldu. Zorlukla "Peki, nasıl?" diyebildi. İhtiyar kadın, gökyüzünden kara ciltli bir kitap uzattı. Ellerini dilenci gibi açtı Hermas. Üzerinde inanılmaz bir ağırlık hissetti. Demir bir külçeydi tuttuğu. Kitabı elinden düşürüp telaşla kenara çekildi. Ucu bucağı görünmeyen bir kuyu açıldı kitabın düştüğü yerde. Başını zifiri karanlığa uzatıp kara ciltli kitabı aradı ve çamura bulanmış yağmur suyu gibi karanlık kuyuya süzüldü. Günler sonra, deve çıngırağı sesiyle uyandı. Devenin üstünde mağrur görünen beyaz entarili, siyah kefiyeli adama nerede olduğunu sordu. İskenderiye'de, yüzyıllar evvel kurumuş olan bir kuyunun yanı başında olduğunu öğrendi. Yerinden metanetle doğrulup İskenderiye'nin içlerine doğru sessizce yürüdü. Sapkınları bulması hiç de kolay olmadı. Konuştuğu en meşhur dindar kişiler bile böyle bir tarikatın varlığını inkâr ediyorlardı ama aylar sonra, bir papaz çömezi, baklayı ağzından çıkarıp "Gel benimle." diye fısıldadı. "Mümkün mertebe ihtiyatlı davranmalıyız. Yerin kulağı vardır. Seni o kâfirlerin yanına götüreceğim ama en baştan söyleyeyim; işin çok zor. Onlar, bırak Başpiskopos Klemens'i, Aziz Petrus'u bile yoldan çıkarabilirler."

Delikanlının kendinden emin tavrı gülümsetti Hermas'ı. Az sonra kilisenin avlusunda tüm heybetiyle arzıendam eden asırlık bir çınar ağacının dibinde durdular. Hermas, boş gözlerle yanındaki papaz çömezine bakarken delikanlı, eliyle Hermas'ın bastığı yeri işaret etti. Ayağının altında, üzeri çalı çırpıyla örtülmüş kare biçiminde bir nesne duruyordu. Hermas, merakla eğilip çalı çırpıyı temizledi. Karşılaştığı ahşap kapının iki kanadına paslı bir kilit vurulmuştu. Delikanlı, tedirgince sağını solunu kolaçan etti. Solgun, kahverengi cübbesinin cebinden bir anahtar çıkarıp tedirgin edici bir ses tonuyla şöyle dedi: "Sana eşlik etmek isterdim ama mümkün değil. Oradaki pis kokulara dayanamıyorum. Bir keresinde ölümden dönüp kendimi geçidin öte tarafına zor attım."

Hermas, kaşlarını çattı: "Geçidin sonu nereye varacak, onu söyle yeter." Papaz çömezi, elini alnına götürüp gölgelik gibi tuttu. Ufukta belli belirsiz görünen karşıdaki tepeye baktı. Hermas, boğazına büyük bir lokma takılmış gibi zorlukla yutkunurken delikanlı, onu son kez uyardı: "Orada konuşacak birilerini bulabilir misin, bilmiyorum. Buna benzeyen dört tane daha geçit var İskenderiye'de. Ürkütücü seslerin uğuldadığı geniş bir galeride birleşiyorlar. Orada uğultulu, başka bir dehliz göreceksin, yürümeye devam et. Yolda birtakım çirkin, kara suratlı adamlara rastlarsan korkma, sakince ilerle. Bir yabancı olduğunu sezdirme onlara yoksa seni derdest edip vahşi kaplanların önüne atabilirler." Hermas, şaşırtıcı bir özgüvenle kapıyı açtı. Tahta parçalarının birbirine eski püskü sicimlerle bitiştirildiği ilkel merdiveni kullanarak yeraltına indi. Ayakları zemine basınca başını yukarı çevirdi. Kapıyı kapatıp kilitlemeye niyetlenen delikanlının güneş ışığıyla alazlanan bakışlarında, tebessüm maskeli asırlık bir kinin dolaştığını gördü.

Dar koridorda ilerlemeye başladı. Pütürlü duvarlara muntazam aralıklarla ölgün ışıklı meşaleler asılmıştı. Alevlerin ve gölgelerin yeknesak simetrisi, Hermas'ın başını döndürdü. Attığı her adımda daha çok ürperiyor, tanımadığı bir duygunun kötücül bir ruh gibi burun deliklerine süzüldüğünü hissediyordu. Bir insan sesi duyabilir miyim, diye bütün dikkatini topladı ama taraklı ayaklarına dar gelen deri sandaletlerinin tahta gıcırtısına benzeyen esnemelerinden başka ses duymadı. Deminden beri havayı ihtiyatla kokladığı halde papaz çömezinin söz ettiği pis kokuları nedense alamıyordu. Kasvet verici bir yürüyüşten sonra farklı yönlerden aynı noktaya kılıç gibi uzanan geçitler, geniş galeride birbirlerine kavuştu. Duvardaki yayı görünce rahat bir nefes aldı. Kahverengi bir sicimle yaya bağlanan ok, belli ki gidilecek asıl istikameti gösteriyordu. Dizleri çelik gibi gergindi Hermas'ın. Heybesindeki ahşap matarayı çıkarıp bir iki yudum su içti. Yere çömelip soluklandığı sırada, duvarda gezinen yılan benzeri solucanları, gözleri açılmamış kertenkele yavrularını, çok tuhaf, sarı bir ışıltı yayan saydam akrepleri fark etti. Telaşla ayağa kalkıp tekrar yürümeye başladı.

Alnındaki teri koluyla sildiği sırada ensesinde garip bir karıncalanma hissetti. Ağrının şiddeti coşkuyla zonkladı damarlarında. Minicik yüzlerce ayak, kavruk tenini at toynakları gibi dövdü. Boynunu tutup yere eğilecekti ki yanı başında kara bir gölge belirdi. Kara cübbeli bir yabancı, nasırlı parmaklarıyla Hermas'ın ensesini var gücüyle sıktı. Kalp atışlarını yabancıya sezdirmemek için dilini ısırdı Hermas. Gayet sakin bir tavırla tebessüm ederek yürümeyi sürdürdü. Boynundaki ağrı geçmişti fakat o ağrıya neyin sebep olduğunu anlayamamak tedirgin ediyordu Hermas'ı. Adamın başı önündeydi, gri, pörtlek gözleri ise fal taşı gibi açıktı. Öyle tuhaf bir hali vardı ki adeta ayağının altında hışımla ezebileceği böcekleri arıyordu. Hermas'ın hiç beklemediği bir anda, çatallı sesiyle konuştu. "Telaş etmene lüzum yok, kim olduğunu biliyorum." Hermas, hiçbir şey duymamış gibi yürümeyi sürdürdü ama adamın susmaya niyeti yoktu: "Sana Hermas diyorlar. Domuz tabiatlı Klemens'in en sadık adamısın. Kutsal bir dava uğruna onca yolu teptiğine inanmamı bekleme benden. Azizler safına katılıp öldükten sonra da şöhretini sürdürmeyi umuyorsun yalnızca. Doğrusu kârlı bir alışveriş."

Hermas, suskundu. Yanında yürüyen iftiracı, kendinden o kadar emin bir ses tonuyla konuşmuştu ki adamın söylediklerinin doğru olma ihtimali değil sesindeki buz gibi kesinlikti mide bulandırıcı olan. Koridorun sonunda, Hermas'ın geldiği yerdekine benzeyen ilkel merdiven çıktı karşılarına. Çirkin suratlı adam, anlaşılmaz ve kasvetli sözcükler mırıldandı. Hermas, kürek kemiklerinin arasında derin bir ürperti duydu. Bu sözlerin bir şifre, gizli bir parola olduğunu tahmin edebiliyordu. Tepelerindeki sığınak kapısı, paslı bir anahtarın tıkırtısıyla açıldı. Yabancı, sakin ve saygı dolu bakışlarıyla merdiveni işaret etti. Hermas'ın kalbi, şirazesini yitirmiş öfkeli bir seyyâre gibi göğüs kafesine vuruyordu. Yorgun kollarıyla merdivene asılıp bir iki adım yukarıdaki basamağa sağlamca bastı ama ayağı kaydı. Geçidin yerini gösteren papaz çömezi, dostça elini uzatıyordu ona. "Patikalardan el ayak çekilince geçidi kullanmaya gerek kalmıyor. Hedefe senden önce ulaştım diye kızmıyorsun ya?"

Burası bodur ağaçlarla kaplı serin bir yerdi. Yanındaki yabancı ve papaz çömezi, kulübe avlusuna kadar eşlik ettiler Hermas'a ama derme çatma çitlerin hemen dibinde durdular. Hermas, içeriye girip sapkınların elebaşıyla baş başa görüşecekti. Kulübeye adım attığında "Kapıyı kapat ve yaklaş." diyen yankılı bir ses işitti. İçeride her şey bambaşkaydı. Bu tuhaf bina, üçgen kubbesi göklere uzanan ihtişamlı bir katedraldi. Şamdanlarda ışıyan efsunlu mumların kesme taşlarla bezeli zemine düşürdüğü gölgeleri takip ederek sesin geldiği yöne doğru usulca ilerledi. Siyah mermerden sütunlara dokunup az ötedeki altar odasının yanından geçti. Basamaklarda kafası kesilmiş siyah kuzgunların çürümüş leşleri, küf bağlamış kemik parçaları, bir toz bulutu gibi yüzeye sinen örümcek ağları duruyordu. İri tüylü kuşların hep birlikte kanat çırpışına çok benzeyen bir uğultu duydu. Hermas'ın gözüne kırmızı örtülü tuhaf bir nesne ilişti. Sütuna benzeyen dört direk, geniş kanepeyi taht misali havada tutuyordu. Kanepe, ilkin boştu ama kanepeye yaklaştıkça Hermas'ı hayrete düşüren garip siluetler iyice belirginleşti. Eflatun giysili, kireç suratlı bir adam, sağındaki kuzu ve solundaki keçiyi elleriyle okşarken dostça gülümsedi:

"Gel ve yanıma otur koca Hermas, soluklan biraz." Hermas'ın şakak kemikleri zonkluyor, kulakları uğulduyordu. Kanepenin neresine ilişeceğini bilemedi. Matta'da geçen kutlu ibareyi anımsadı: "Koyunları sağına, keçileri soluna alacak." Koyunun olduğu sağ tarafa oturacaktı ki kireç suratlı adam, şeytanî parıltıların gezindiği gri gözleriyle sol tarafını işaret etti. Hermas, kanepeye kendinden emin bir tavırla oturdu. Şaşkınlığın en ufak bir izi yoktu gözlerinde halbuki kireç suratlı adamın korkunç suretine dayanabilmek, en azılı cellatlar için bile çok zordu. Adamın yüzündeki derin çizgiler, ona bambaşka bir yüz, karanlık bir maske çizmişti. Konuğunun soluklanmasına fırsat bile vermeden kasvet uyandıran yankılı sesiyle akılalmaz bir vaaza başladı:

"Bizleri yola getirmek için onca yolu teptiğine göre, sen de bizler gibi İyilikler Tanrısı'na gönülden bağlısın. Seninle aynı saftayız Hermas. Demiurgos'un öfkesini yatıştırdıkça İyilikler Tanrısı'na biraz olsun yaklaşabiliriz. Demiurgos nedir, bilir misin? O, yeryüzünün özüdür. Damarlarımızda dolaşır. İliklerimizi en tabii biçimde istilâ etmiştir. Aşılmaz bir duvar gibi İyilikler Tanrısı ile aramıza dikilir. Gözlerini açıp kendine bir bak! Varlığındaki o çıldırtıcı ikilik, ruhunu parçalayan o sarhoş edici medd ü cezir, Demiurgos'un varlığına bir delil. Hayır; yanılıyorsun dostum. Kötülükten, acıdan ve katışıksız bir zulümden başka şey vaat etmeyen köhne dünya, İyilikler Tanrısı'nın eseri olamaz. Demiurgos, dünyayı sert bir taş kütlesinden yontarak var etti. Yalnız dünyayı mı? Hepimizi. İşte o yüzden bu denli hoyrat, bencil ve kıyıcıyız. Ama İyilikler Tanrısı, sonsuz merhametini esirgemedi. İsa Mesih'in suretine bürünüp yeryüzünde bir müddet dolaştı. İnsanoğlunu Demiurgos'un hilelerine karşı uyardı ve Göklerin Krallığı'ndaki altın tahtına çekildi. Golgota'dan beri yeryüzü ıssız. İşlemediğin hiçbir günahtan kurtulamazsın Hermas. Biz, insanlara günah işleyerek arınabilecekleri gerçeğini öğretiyoruz. Demiurgos'u alt edip İyilikler Tanrısı'na ulaşmanın yegâne yolu günah işlemek. Neden biliyor musun? Demiurgos, kötülük konusunda bencildir, kıyamete kadar rakipsiz kalmak ister. Ama bizler, günah işleyip ondan daha kötü olduğumuzu kanıtladıkça büyük bir korkuya kapılır, küçüldükçe küçülür, bir köşeye siner. İyilikler Tanrısı'yla aramıza dikilen aşılmaz duvar, böylelikle yıkılmış olur."

Hermas, eflatun elbiseli adama tiksintiyle baktı. Konuşmak, bu putperest sapkına usulünce haddini bildirmek istiyordu ama uyuşan çene kemiklerini bir türlü oynatamadı. Kır çiçeklerini, sabah güneşini, ayva ve nar ağaçlarını, duru şarabı, kuzuyu, ılık sütü, sularıyla insanoğluna asırlarca can veren Nil'i, Fırat'ı, Dicle'yi düşündü. Yol üstündeki karıncaları ezmemek için istikametini değiştiren kocaman filleri hayal etti. Yumurtasının üzerine titreyen dişi şahini getirdi gözlerinin önüne. Yavrusunu keskin dişlerinin arasında kuytu, güvenli bir yere taşıyan alev yeleli aslanın heybetiyle sarsıldı.

Yeryüzü, baştan başa kötülükle boyanmış, karanlık bir Demiurgos mabedi değildi. Titreyen sağ eliyle heybesinden bin yıl evvel Kudüs'te, "Cennet Ağacı" dedikleri o akılalmaz çamdan üretilen ışıltılı parşömeni çıkardı ama ne kuş tüyü ne mürekkep vardı yanında. Eflatun elbiseli adam, tebessüm ederek Hermas'a keskin bir hançer uzattı. Hançeri günahkâr hasmının kalbine saplayıp yaşadığı esrarengiz macerayı oracıkta bitirebilirdi Hermas ama yapmadı. Sağ işaret parmağını kesip parşömene kanıyla yazmaya çalıştı yaşadıklarını. O sırada eflatun elbiseli adam, ellerini çırptı. Katedralin duvarları büyük bir gürültüyle sarsıldı. Kırmızı kanepenin karşısında, bulutsu, beyaz haleli bir gölge belirdi. Hermas, gözlerine inanamıyordu. Rhoda ölmemişti. Çıplaktı, yalnızca tül bir şal almıştı omuzlarına. Yürürken şalı şuh bir tavırla omuzlarından attı. Rhoda'nın yuvarlak göğüsleri, Zühre yıldızı gibi göz kamaştırıyor, ince ayak bilekleri gümüş halhal misali parıldıyordu. Eflatun elbiseli adamın yüzüne korkutucu bir tebessüm yayıldı:

"Durma! Yıllardır hayalini kurduğun Rhoda'ya sahip olabilirsin. Ölümcül günahından sonsuza dek kurtulmak istemez misin? Göklerin Krallığı yukarıda seni bekliyor." Hermas, elindeki parşömenle Rhoda'ya doğru yürüdü. Attığı her adımda, tılsımlı bir güçle ona doğru çekiliyordu. Davut Kulesi gibiydi Rhoda'nın boynu. Karışık şarabın hiç eksilmediği yuvarlak bir kâse gibiydi göbeği. Zambaklarla kuşanmış buğday yığınıydı karnı. Fildişi kule gibiydi bacakları. Aşılmaz bir surdu Rhoda, memeleri ise Göklerin Krallığı'na dek uzanan iki kuleydi. Hermas, tüm hücreleriyle titredi. Rhoda'nın cennet ağaçlarından çaldığı kokuyla mest oldu. Ona öyle bir sarıldı ki kendi varlığını yok edip bütünüyle Rhoda'nın kendisi olmak istiyordu. Yükseldi. Sonra daha çok yükseldi. Rhoda'ya sımsıkı tutunmaya çalışırken kulakları uğuldadı. Bulutların üzerine çıktığında bedeninden kurtulmuş esrik bir bilinç gibi çılgınca gülümsedi. Az sonra gökyüzü karardı. Görünmez, öfkeli bir ejderha, yakıcı soluğunu büyük bir güçle üflemişti yeryüzüne. Hermas, alevlerin arasında kaybolurken korkunç bir çığlık kopardı ama sesini kimseye duyuramadı. Rhoda'nın başından aşağı sıcacık küller dökülürken çıplak ayaklarının dibine ışıltılı bir parşömen düştü.