Herkesin Bildiği

AHMET KIRTEKİN
Abone Ol

Gece gündüz at sürerek altı ayda vardım bey yurduna. Atımdan inmeden Tepegöz’ün üstüne vardım. Ne için geldiğimi söylememe gerek yoktu. Kan çanağı gözü yüzüme değdiğinde biliyordu. Onun bildiğini biliyordum ben de. Yoldan geldiğim belliydi. Sofra kurdurup buyur etti. Elli koyun ve iki adam yedik beraber.

Rabia Hanım’a

“Biraz sonra otopsi masasında beni görünce hayal gücünüzün muhteşemliğini anlayacaksınız: Başımın üzerinde bir tek gözüm var ve dosyada ismim Tepegöz olarak kayıtlı.”

Uyanış

Bunaltıcı sancılardan bir sabah kendim olarak uyandım. Yukarıda zalim bir ışık kümesi her yeri kavuruyor, ılık hava ciğerlerimi deşiyordu. Etrafım seslerle sarılmıştı. Eşinen, ürken, dört ayaklı ve üzerinde iki ayaklı, eli silahlı, gözleri korkulu sesler. Ama böyle anlatırsam hiçbir şey anlamayacaksınız. Sizin gözlerinizden anlatayım.

Annem perinin kirletildiği nehrin kenarında koca beyaz bir kütle bulmuş atlılar. Yokladıkça yarılmış küre ve içinden ben çıkmışım: Başının üstünde tek gözü olan, vücudu orantısız, her halinden iblis dölü olduğu belli olan bir canavar. Boğulmam için nehre atmışlar önce. Baharla eriyen kar suları besliyormuş nehri. Nasıl olduğunu bilmiyorum, nehirden çıkmışım: Hayata ilk tutunuşum. Bakmışlar ki ölmüyorum ve ayaklanmış bir çocuk büyüklüğündeyim, beni Bey’e götürmeye karar vermişler.

Bey ile karşılaşmamızı hatırlamıyorum. Çoğu şey gibi bunu da insanlar benim farkımda olmadan konuşurken öğrendim. Beni gördüğünde donup kalmış. Ne uzaklaşmış. Ne yaklaşmış. Birbirimize bakıp durmuşuz öylece. Korkut Bey’i getirsin diye adam göndermiş.

Açlık

Eskiler “Her şeyin bir cevheri vardır,” derlerdi. Obanın ortasında onu ve Bey’i karşılıklı dururken görene kadar bunun ne demek olduğunu bilmezdim. Sanırdım ki yalnızca ateş ve sudan bahsederler, toprak ve havadan veya. Oysa insanın içindeki cevher! Hepsinden güçlü ve korkunçmuş.

Bey’in ruhunda bir gölge çırpınıp duruyordu. Bir eli kılıcında, bir eli kemerinde öylece bakıyordu. Karşısındaki şeyin ne olduğunu gördüğünü sanmıyorum. Sadece gizli bir dürtü ile öldürmek mi, yaşatmak mı gerektiğine karar veremiyordu. Elini kamaştıran cinnet ve gönlündeki rahmet her an yer değiştiriyordu.

Doğrudur: O gün hırkamla morarmış bedenini örtüp ona sıkıca sarıldım. Yeni doğmuştu, ayakta duruyordu ve kollarımdan kurtulacak kadar güçlüydü. Geri çekildikçe çekildi, en son ayaklarına kapanmıştım. Rahmet sıfatlarıyla Yaradan’a yalvarıyordum. Büyük bir felaketin içindeydik artık. Ne yöne gitsek farketmeyecekti.

Çocuk

Bey olmak zor zannederler. Bey karısı olsunlar, Hanım olsunlar da görsünler zorluk neymiş. Bu eşikten geçtiğimde, içimde dağları eritecek bir güç vardı. Her şeye gücüm yeter sanıyordum. Sonra anladım ki Bey’in nefesiyle ölçülüydü kuvvetim, kudretim. Kara gözlerindeydi baharım, yazım. Kenetlenmiş dudakları, çatık kaşları; sonbaharım, kışım.

Düğünümüzden iki yıl sonraydı hekimlerden, şifacılardan umut kestiğimde. Bir Bey her şeyden evvel soyu devam etsin, nâmı yayılsın ister. Olacak bellidir: Bir gelin daha gelir Bey Hanesi’ne. Ben de kara talihle geceye karışırım. Olmadı. Gelen giden olmadı. Kimse ağzını açıp söyleyemedi bir şey. O da sustu ilkin. Sandım ki aklında bir şey var. Gönlüne ağır geliyor bana kıymak da dökemiyor söze. Bekledim. Söylesin diye bekledim. Sustu.

Kederden, iki hilal sonra saçıma ilk ak düşmüş. Bey ak teli görünce seferden dönmüş gibi hayretle sordu “Neyin var hatun?” diye. O vakit koptu yüreğimde koca dağların başını tutan çığ. Ne dedim hâlâ hatırlamıyorum. Ne kadar ağladım bilmiyorum. Sitem miydi, zehirli ok mu sözlerim? Yabancı yabancı bakıyordu ilkin, ben konuştukça, ben ağladıkça gözlerine bir felaket yansıyordu. Her ağlayan bebek, düşe kalka yürüyen her çocuk nasıl acıtmışsa canımı bire bin katıyor yıldırımlarla koca ormanları ateşe veriyordum. Konuşan ne kadar ben değilsem karşımdaki de o kadar o değildi. Uzandı. Sandım canımı alacak. Tuttu. Göğsüne bastı. “Sabır,” dedi. “Sabır Hatun!”

Koca Koca

Genç bir yiğit olarak gitti. İhtiyarlamış bir ruh ile geri döndü. Hoş, zaten yarım akıllıydı. Nerde yalnız birini görse sokulur yanına, ahbaplık eder. Nereden bulur bilmem türlü türlü hikaye anlatır. Kimse inanmaz anlattığına elbet. İnanmaz da, kimse de susturmaz onu. İlla sonuna kadar dinlemek isterler. Hep anlatsın isterler. Zaten davarlar kendi kendine güdülür, odunlar yürüyerek gelirler hanemize.

Eli kılıç tutmaz. Bir tatlı dilinden başka bir de havalarda gezen aklı var. Onun da bize bir faydası yok.

Ben görmedim. Görenler anlattı. Tepegöz’ü hırkasıyla örtüp sarılmış. Ayaklarına kapanıp dualar etmiş. Bey’in huzuruna varıp saatler boyu kalmış. Ne kendi anlatır ne de Bey. Kimse bilmez. Bildiğim, Bey’in yanından çıkıp eve bir hafta sonra yanında ölmek üzere olan bir geyik yavrusu ile geldiği: Her yanı yara bere içinde bir küçük yavru. Gözlerine bakmaya kıyamaz da insan, o kadar yaralı bir bedene de el sürülmez ki! Bir bıçak ile diner halbuki tüm acıları. Gel de anlat bizim deliye. Kendi iş yapmadığı gibi bir de yaralı hayvan getirir haneye. Mevlam almaz ki canımı kurtulam.

Yaralarını temizledi, sardı. Obanın en has sütlerini dilendi bütün bir ay. Herkes gülerek verdi. Sıkıca tembihledi beni, kimseye demeyeyim diye. Deliye bak hele! Ben de senin gibi deli miyim ki “Erim hanede ölmek üzere olan bir geyik yavrusu besliyor,” diyeyim! İpe sapa gelmez adam. Aylak, tembel adam. Beceriksiz, sorumsuz adam. Deli adam. Uzaktan görsen heybetli, yanına var çoluk çocuğun oyun arkadaşı. Rabbim!

Yaraları tez iyileşti yavrunun. O vakit bir başka göründü gözüme. Haneye sızan gün ışığında görünce gözlerini anladım çok kalmayacak yanımda: Ne geyik yavrusu ne Korkut. İkisini de görüyordum ama anladım ki yanlış bilirmişim. İkisinin de özü bambaşkaymış. Günün gecesinde helalleşip ayrıldı haneden. Onlar gidince bereketlendi hane, doldu taştı. Ama gidenin yanında boş şeylere razı olduğumu hep bildim, bildim de hiç huzur bulmadım.

Kahraman

Atalarım aslanlar benim. Bana obamın düşman baskınında yok edildiğini ve beni aslanların büyüttüğünü söylediler. Ormanda bulup almışlar beni yanlarına. Kaçmışım birkaç kez. Onlar da çareyi bağlarımı koparmakta bulmuşlar ormanla. Sütüyle beslendiğim, göğsünde uyuduğum aslanları katletmişler. Kimsesiz kalınca obada kalırım diye hesap etmişler.

Atalarım aslanlar benim. İnsanoğluyla denk değilim ben.

Bey’in huzuruna çıkardılar. Sonradan öğrendim ki çocuğu olmazmış Bey’in. Tepegöz nam bir canavarı almış himayesine. Sonra ben eklendim. Tepegöz ile karşı karşıya geldiğimde anladım dişime göre bir düşman bulduğumu: İnsanların arasında kendi doğamı unutturmayacak bir aynaydı. Onu alt ettiğim gün sıra atalarımı katledenlere gelecekti. İlk o mu saldırdı ben mi hatırlamıyorum. Bey’in buyruğu dışında bizi ayırabilen bir kudret olmadı.

Bey!

O büyük sır!

Atalarım aslan benim. Tepegöz canavar.

Bey bizden başka. Cenk meydanında gördüm onu. Ne benim ne Tepegöz’ün içinde o kadar karanlık var. Gecenin içinde defalarca avlandık biz. Ormanın altını üstüne getirdik. Canavarları azık ettik kendimize. Ama Bey başka. Bir aslan ve bir canavarın bile gönlüne korku salan bir şey var onda.

Anne

Kendini pek iyi sanır insan. Çocuklarınıza bakın: O sınırsız, dizginsiz kötülüğü gördünüz mü hiç? Kadınların kıstıkları gözden süzülen haseti? Erkeklerin bıyıklarından taşan hesapları? Hayır. Dipsiz bir uçurumsun sen insanoğlu. Beni ilk doğduğumda nehre atan, obada hayvanlarla koyun koyuna yatıran, taşlayan, çamurlayan, etime önce odun parçalarıyla vuran, yetmeyince bıçakla kesmeye çalışan, kanayınca gülen sensin insanoğlu.

Herkes Bey’i Güneş sanır. Oysa bilmezler ki o sadece Ay’dır. Asıl Güneş Hanım’dır. O olmayınca simsiyah bir gece olur. O vakit özgür oluruz. İçimizden taşan vahşet ortaya dökülür. Ya ormanda avlanırız ya meydanda. Hayvan da düşman da bir bizim için. Basat da ben de açız doğduğumuz ilk günden beri. O hep inkar eder. Ama oturdu mu benimle denk yer.

Güneş doğunca, Bey’in yüzünde bizi hayatta tutan rahmet okunur. Yaraların altındaki çizgiler görünür. İpek bir el değer kanlı yüzlerimize. Küçükken de yaralarımızı sarar severdi bizi. Anlamıştı. Daha en başta anlamıştı ikimizi de. Hiç ayırmaya çalışmadı kavga ederken, birbirimizin kemiklerini kırarken. İkimiz de biliyorduk aslında birbirimize her vurduğumuzda en çok onun canının yandığını. Ondan başka kıymet verdiği bir şey yoktu Bey’in. Bize tahammülü Hanım yüzündendi.

Sefer

Yıllar evvel terkettim evimi, yurdumu. İnsanlar arasında kalmak istemedim. Hızır’ın peşine takılmış Musa aleyhiselam gibi takıldım Alageyiğin peşine. Ama soru soracak kadar yanaşamadım hiç. Yaralarını sardığım, süt dilenerek beslediğim yavru ayaklanınca düştü yola. Ben de peşine. Onun gözlerinde Salih aleyhiselam’ın devesini gördüm. Kıymasın diye kimse, peşi sıra izlerini kapatmakla geçirdim ömrümü.

Bir baharda dağlara kara bir keder çöktü. Nefes alamadım. Yıllar sonra ilk kez insanlar arasına karıştığımda Hanım’ın öldüğünü duydum. Düşünmeden Bey’e koştum. Onu gördüğümde yüzünde yıllar evvelki gölge dolaşıyordu. Kaç ölüm gördü kim bilir, ne kadar kan döktü; ama bu sefer karanlık rahmetle yer değiştirmiyordu bir türlü. Eskisinden daha iyi görebiliyordum, içindeki rahmet gittikçe soluyordu.

Basat’ı doğuya Tepegöz’ü batıya göndermesini söyledim. Yolda bir rahmet bulurlardı belki. Işığı sönmüş obada artık onları tutacak bir şey yoktu. Obayı onlardan koruyacak bir şey de. İkisi de Hanım’dan sonra kalmayı hiç istemiyorlardı. Hemen çıktılar yola. Zaman durmuştu sanki, oba var olan her şeyin dışında öylece duruyordu.

Gafletle gezindim insanlar arasında; Alageyiğin peşinde bir ömür dolanınca “bildim” sandım, önüme gelene anlattım durdum. Yıllar evvel terkettiğim haneme döndüm. Çocuklarımın çocukları boyuma erişmişti. Karımı ölüm döşeğinde buldum. Gözlerini açıp beni görünce “Neden geldin?” dedi, “Neden?!” O an yer kaydı altımızdan, gök yarıldı. Dışarı adımımı attığımda kır bir atı beni beklerken buldum. Çıplak atın üstünde korkuya mı umuda mı tutunuyordum, bilmiyorum. Ne kırat çatladı ne yüreğim.

Geç kalmıştım.

Asırlık, dev bir meşenin gölgesinde Alageyik ve Bey yanyana duruyorlardı, suyun üzerinde, kopmuş iki yaprak gibi; kanlar içinde. İkisinin de gözlerini kapatıp ağacın gövdesindeki kovuğa taşıdım. Girdiğim kovuktan nasıl çıkacağımı hiçbir zaman bulamadım.

Başlangıç

Bey, bizi gönderdikten sonra kendi de yola çıkmış ve bir daha dönmemiş. Oba lanetlenmişcesine zenginleşip yükselmiş: Fırtınada, boyunu aşan dalganın üzerinde seyreden bir gemi gibi.

Doğu illerinde zenginlik ve bereket var. Atalarım aslan benim. Toprağa bağlanamam. Savaş meydanları benim yurdum. Bileğimi bükebilen çıkmadı. Güçlendikçe güçlendim.

Duyduğuma göre batıya giderken ormandan geçmiş Tepegöz. Peri annesi ok batmasın, kılıç kesmesin diye ona bir yüzük vermiş. Batı illerinin altını üstüne getirmiş. Ne olmuşsa dönmüş bey yurdumuza. Yol keser eşkiyalık eder olmuş. Haraca bağlamış kendi insanlarımızı, elli koyun ve iki adam alırmış hergün yemek için. O vakit hatırladım yıllardır unuttuklarımı: Atalarım aslan benim. Önce Tepegöz’ü alt edip ardından atalarımı katledenlerin kanını akıtacağım, diye yemin etmiştim.

Gece gündüz at sürerek altı ayda vardım bey yurduna. Atımdan inmeden Tepegöz’ün üstüne vardım. Ne için geldiğimi söylememe gerek yoktu. Kan çanağı gözü yüzüme değdiğinde biliyordu. Onun bildiğini biliyordum ben de. Yoldan geldiğim belliydi. Sofra kurdurup buyur etti. Elli koyun ve iki adam yedik beraber. Uyumak için mağarasına davet etti. O bir köşede ben bir köşede uykuya daldık. Bir hafta devam etti bu böyle. Ben doğuyu anlattım. O batıyı. Bir hafta sonunda “Gücün yerine geldi, yolun izleri de silindi yüzünden,” dedi. “Dilersen başlayalım.” Bunu bekliyordum ben de. Kızgın güneş altında durmuş karşıklı bakışıyorduk. Parmağındaydı gözüm. Farketti. Çıkardı yüzüğü, bir kayanın üzerine bıraktı. Bir kılıç alıp karşımda durdu. “Eşitiz ikimiz de yaşamak ve ölmek için!” dedi.

Bir hafta hiç ara vermeden vuruştuk. Dördüncü gün kılıçlarımız kırılmıştı. Doğu güneşi beni yumuşatıp esnetmiş, batı soğuğu onu sertleştirip kavileştirmişti. En son, bir gaflet anında kırık bir kılıç parçası ile gözünü kör ettim. Eğer başka bir gözü daha olsa çığlıklarından nasıl korktuğumu görüp beni haklayabilirdi. Kan durana kadar bekledim. Sırtını bir kayaya yasladı. Yüzük hemen arkasında duruyordu. Aldı. Parmaklarının arasında gezdirdi. Bana doğru fırlattı.

“Kazandın. Aferin sana. Doğunun ve batının hakimi sensin artık.” Konuşurken alaycı bir gülüş vardı dudağının kenarında. O an anladım oyuna geldiğimi. Bile bile kör ettirmişti bana gözünü.

“Nasıl bir tuzak bu?!”

“Gözümü kör ettiğine göre ölüyorum artık. Ölmem neredeyse bir hafta sürer. O sırada dilersen ben de sana gerçek hikayeyi anlatabilirim.

İster misin?”