Hayatta Kalanın Tanıklığı

İREM ERTUĞRUL
Abone Ol

Kitabın türü olarak “öykü” demeyi tercih etmiş yazar. Ancak bana George Orwell’ın Paris ve Londra’da Beş Parasız’ını ve Herta Müller’in Tek Bacaklı Yolcu’sunu hatırlattığı için mi bilmem, romana daha yakın geldi Kaplumbağa Gölgesi.

Başkalarının acılarını yazmak, onlar yazamıyorken yazmak, onları anlatmaktan alıkoyan durumlar üzerine kalem oynatmak bir utanç barındırıyor içinde. Adorno’nun barbarlık dediği... Öte yandan yazma sorumluluğu var. Kötülüğü bertaraf etmenin bir yolu olarak yazmak, bir teselli olarak yazmak. Görmek ve olan bitene “hayatta kalan” olarak tanıklık etmek...

Kaplumbağa Gölgesi, Güzide Ertürk, Şule Yayınları

Yazmalı mı, yazılır mı, yazılmaz mı derken Güzide Ertürk son kitabı Kaplumbağa Gölgesi’nde çağımızın en büyük acılarından birini, mülteciliği yazmış. Amerika’da bir evsizler sığınağında başlıyor hikâye. Anlatıcımız olan evsiz Türk’ün sığınaktaki komşusu ihtiyar Melina, bir gün tekerlekli sandalyesinden kalkıyor ve gönüllü doktorlarla beraber mültecilere yardım için Midilli Adası’na gidiyor. Kitap, bu iki evsizin mektuplaşmalarından oluşuyor. Halep’ten, Fas’tan, İstanbul’dan, Portland’dan farklı toprakların insanlarının hikâyelerini anlatıyorlar birbirlerine.

Yazar acıyı en anlatılabilir haliyle, imgelere, düşlere, sembollere sık sık başvurarak sunmuş. Bu çok yorucu olabilir lakin Güzide’nin rahat kalemi buna mahal vermemiş. Aksine imgeler anlatıya ritim katmış. Evsiz anlatıcımız bir yerde fareye dönüşüyor mesela. İnsanı yerine mıhlayan bir benzetme. Yine, yok olan yüzler, sahipsiz gözler, durmadan konuşan dudaklar... “Yerde yuvarlanan dudağı elime aldım. Hiç susmadan mırıldanıyordu. Birine kızmıştı. Sürekli suçluyordu onu. Kulakları olmadığı için, yanlış kişiye söylendiğini anlatamadım. Gözleri olmadığı için tanıdık bir el tarafından tünelin boşluğuna yuvarlandığını görememiş, dudaklarına bulaşan çamuru silememiş, susması lazım geldiğini bilememişti. Cebime attım. Belki bir gün lazım olur diye.”

Kitapta beni en çok etkileyen, anlatıcının ve Melina’nın, acının birebir muhatabı olsalar da başka acıları dindirmeye çalışıyor oluşlarıydı. Çaresizlikle durmayı değil, sürekli hareketi; alan değil veren olmayı; dolayısıyla bir yüksek insanlığı öneriyordu yazar bununla. Ayrıca bir formül de sunuyordu Melina’nın ağzından: “Güneş batarken gönüllü arkadaşlardan bazıları enstrümanlarını eline alıp şarkı söylüyor. Hayatın güzelliğini unutursak kimseye yardım edemeyiz.” Kendimi tüm bunların yanında şımarık bir çocuk gibi hissettirdi. Edebiyat, elbette bir sosyal sorumluluk projesi değil, ama bu etkisini de yadsıyamayacağım.

Kitabın türü olarak “öykü” demeyi tercih etmiş yazar. Ancak bana George Orwell’ın Paris ve Londra’da Beş Parasız’ını ve Herta Müller’in Tek Bacaklı Yolcu’sunu hatırlattığı için mi bilmem, romana daha yakın geldi Kaplumbağa Gölgesi.

Hasılı, Güzide Ertürk iyi yazıyor, iyi bir yerlere dokunuyor son kitabıyla da. Kaplumbağa Gölgesi’nin okura verdiği mesaj şu: “Sen git ve yüzünü kaybetmeden kendi hikâyeni bul.”

  • Instagram, facebook, snapchat, o bu derken hikaye geldi, bedene dayandı. Bedene ve bedenin teşhirine. Benim bedenim benim hikayem. Ama bunun öyküyle bir alakası yok. En azından şimdilik. (AE)