Güzide Ertürk’e sorduk
Kalemin sorumluluğu, her akşam çöp poşetini dışarı atmak gibi sıkıcı bir sorumluluk değil. Kalem tutmak bir çocuğun elini tutmak gibi. O çocuğu bombaların altında yalnız bırakamayız.
Kaplumbağa Gölgesi’nde evsizleri, mültecileri anlatıyorsun. Seni bu konuyu yazmaya iten şeyden bahsedebilir misin?
Beni teşvik eden, evsizlerle paylaştığım ortak bir “masa” oldu. Portland’daki bir kitapçının okuma odasındaydı bu masa. Ben oraya yazmak ve okumak için otururken, evsizler ısınmak, tavandaki boşluğa bakmak veya mendilden çiçekler yapmak için oturuyordu. Kimi bir alışkanlık haline getirmişti “okuma odası”na gelmeyi, kimiyse öylesine bir uğruyordu. Masadan kalkıp sokaklara çıktığımda karşılaştığım çadırlar, bana yine bir ortaklığı fısıldadı. Evsizliğin en üst basamağında duran mültecileri. Dünyanın bir ucundaydılar ama onlar da aynı çadırın içinde kalıyordu. Soğukta üşüyorlardı, tıpkı Portland’ın evsiz yerlileri gibi.Üstelik mülteciler yaralıydı.
Bütün bu olup bitenlere kayıtsız kalan bir toplumun ortasındaydım. Evsizlere ve mültecilere karşı örülen önyargı duvarlarıyla karşılaşınca, çadırdan bir dünya kurdum hikâyemde.
Adorno’nun meşhur “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözünden ne anlamalıyız sence? Büyük acıları anlatarak onları estetize mi ediyoruz? Yoksa bunları yazmak bir anlamda kalemin sorumluluğu mu?
Sadece şiir yazmak mı? Nefes almak bile barbarlıktır diye düşünüyorum. Ama nefes almaya devam ediyorsak şiir de yazmalıyız. Barbarlıktan ancak yazarak sıyrılabiliriz. Elimizde tuttuğumuz “şey” de önemli. Kalem varsa yazacağız, ağaç varsa dikeceğiz, ney varsa üfleyeceğiz. Yeter ki soğuk bir heykel gibi olup bitenlere seyirci kalmayalım.
Kalemin sorumluluğu, her akşam çöp poşetini dışarı atmak gibi sıkıcı bir sorumluluk değil. Kalem tutmak bir çocuğun elini tutmak gibi. O çocuğu bombaların altında yalnız bırakamayız.
Kitap bende roman hissi uyandırdı. Sadece uzun bir metin olduğundan değil, büyük bir mevzuyu anlattığından dolayı da... Ona “öykü” deme tercihinin sebebi nedir?
Kitaba saklanan öyküler, peşi sıra gelen büyüklü küçüklü dalgalara benziyor. Bazen bir paragrafa saklanan, bazense sayfalarca sürüp giden öyküleri görmezden gelemedim. Onlara birer başlık vermedim, hepsini isimlendirmedim ama varlıklarını inkâr edemedim de. Çünkü hepsi ayaklarıma dolanmıştı
Usuldendir, soralım: Yazma ritüelin var mı?
Çok eski zamanlarda bir yazma ritüelim vardı. Belli bir saatte, hep aynı deftere yazardım fakat bu geçmişte kaldı. Şimdi hangi kalemi kullandığımı, klavyenin tuşlarına basıp basmadığımı, günün hangi saatine denk geldiğimi bilmeden yazıyorum. Tek yaptığım yazmak için fırsat kollamak. Bir de Kaplumbağa Gölgesi’ndeki olmazsa olmazım, ilk soruda bahsettiğim masaydı. O masayı çok aradım yazarken.
Kitap henüz çok taze ancak sabırsız okurlar olarak soralım: Yeni kitap için çalışmalara başladın mı? Ne bekleyelim Güzide Ertürk’ten?
Ben de bekliyorum, neyi beklediğimi bilmeden.