Geometri gibi tarafsız
Kurtulmaktan kurtulmanın, mükemmel bir çemberin köşesizliği gibi duru olduğunu düşünürken Simone Weil, bir teğet çizdi düşüncelerime. Nedir bu kölelik? Zihnimi baştan çıkaran geometri, kelimelerin ve hecenin garip şarkıları bu kapı mı acaba? Yaklaştıkça daralan, uzaklaştıkça genişleyen bu geometri, sesi duymadan şarkıyı hissettiğin, mırıldanmaya başladıkça sesi kaybettiğin bu şarkı bir türlü hülasa edemediğim güzellik değil mi?
Üç şey. Önce mesafenin serinliği içinde uzaktan bakıp, sonra arzunun yakıcı kimyasına rağmen gittikçe yaklaştığım üç şey var. Şiir, geometri ve güzellik. Dış bükey kirişler dörtgeni içine “denizin altındaki bandoları” yerleştirmek, güzel bir yüzde çaresizliğin izlerini aramakla eş değer benim için. Geometri gibi tarafsız, iyi bir şiir kadar çekici, güzellik kadar gizemli tek bir an için bu dünyaya katlanmak mümkün zira. Hayatım boyunca bu mümkünü anlamaya çalışmak olası sonuçlarını koşulsuz kabul edebileceğim en başat eylem oldu. Dostlarımı ve düşmanlarımı uygun açıların çokgenleri içinde kelimelerin insafına bıraktım.
Dostlarımı ve düşmanlarımı uygun açıların çokgenleri içinde kelimelerin insafına bıraktım.
Kendime gelince doğrusu sel sularında sürüklenirken akışı bozan bir köşeye, bir ağaca, bir direğe takılmanın şans değil bahtsızlık olduğunu düşünmeye yatkın bir doğam olduğu için şükrediyorum. Çözülmüş bir sırrın üzüntüsü, sevincin hiç sır olamamış taşkınlığına üstün gelir, bunu biliyorum. Çözümsüz bir sırra ruhumu verebilecek kadar büyük bir ihtiras halen kapımı çalmadı. Belli belirsiz çok bozuluyorum bu duruma. İhtiras? Elbette çözümsüz bir sırrın karşı konulmaz çekimi için kesemde sadece bu dünyanın pazarında geçen kelimelerim var. Onların tedavülden kalktığı bir yer için kesenin ağzını sonuna kadar açıyorum. Ne çare pazardan elim boş dönüyorum. Pazar? Belki de bu yüzden.
“Kurtuluşu doğuran tutum” demişti o cılız bedeni içinde ruhu titrerken, “kişi, efendisi çaldığında derhal açmak üzere kapının hemen yanında bekleyen köle olmalıdır. Bu köle, kendisine efendisinin öldüğü söylense bile, hatta buna inansa bile, hareket etmeyecektir. İşte bu kurtuluşun en iyi tasviridir”. Kurtulmaktan kurtulmanın, mükemmel bir çemberin köşesizliği gibi duru olduğunu düşünürken Simone Weil, bir teğet çizdi düşüncelerime. Nedir bu kölelik? Spartacus’un avucunun içinde bir elma gibi duran Roma’ya bir tepeden bakıp geri dönmesine neden olan şey mi?
Yoksa Niyazi Mısri’nin Girit Kalesi’nde ayağına geçirdikleri bukağılar mı? Weil’ın çalmasını beklediği kapının arkasında ne var? Zihnimi baştan çıkaran geometri, kelimelerin ve hecenin garip şarkıları bu kapı mı acaba? Yaklaştıkça daralan, uzaklaştıkça genişleyen bu geometri, sesi duymadan şarkıyı hissettiğin, mırıldanmaya başladıkça sesi kaybettiğin bu şarkı bir türlü hülasa edemediğim güzellik değil mi?
Güzellik demek, yani o geçiş noktası, hayreti ve haşyeti, sanatın o eşsiz geometrik kaosunda bırakıp, rızanın ve teslimiyetin yalın yalnızlığına kavuşmaktı.
Simone’nun güzeli sanattan ayırmak istemesini anladığımda yani İris Murdoch’un “güzeli, sanatın el koyamayacağı kadar önemli bir mesele olarak görüyor” derken kastettiği gibi bunun kapının dibinde verilmiş bir karar olmasına hayret etmiştim. Güzellik demek, yani o geçiş noktası, hayreti ve haşyeti, sanatın o eşsiz geometrik kaosunda bırakıp, rızanın ve teslimiyetin yalın yalnızlığına kavuşmaktı. Anladıkça gerçekleştirmenin olanaksız olduğu kusursuz problem işte bu. Bir adım atsam biliyorum ki kafam kapının kirişine çarpacak. Düşünülerek varılacak bir tat, kelimelerin en gizli manalarında bir geçit yok.
Elimde bir çubuk, kumların üzerine geometrik şekiller çizerek geçirdiğim ömrüm bir dalganın bütün şekillerimi yutması ile pürüzsüz bir kumsal gibi bitecek diye korkuyorum. Mükemmel şekli değil mükemmel dalgayı beklemeliyim belki de. Senden belki de Simone, eğer unutusam tabi, bir tek bunu öğrenmiş olacağım. Mükemmel bir dalgada, dümdüz ve tertemiz bir kumsalın üzerinde bırakacağın ilk ayak izinde tekrar görüşeceğiz.
“Herhalde böyle bir şiire başlayan onu bütünler.”