Genç öykücüleri bekleyen tehlikeler
Mümkün olduğunca insandan uzakta yaratılan bir şey kurmaca. Ama gelgelelim ki, malzemesi doğrudan toplumun içinde bekliyor.
2010'lu senelerin başından itibaren yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başladım. Türkiye'nin çok farklı illerinde yüz yüze yaptığımız veya pandemi süresinde çevrimiçi yaptığımız yaratıcı yazarlık seminerleri bana bir şaşkınlık hediye etti: Diploma almak için fakültelere gelen ve genellikle hocalarının kim olduklarını merak etmeyen öğrencilerin isteksiz tavırları içinde geçirilen ders verme seneleri birdenbire anlamlandı ve hayat buldu. Çünkü bu seminerlere gönüllüler geliyordu. Bakışlar enerji doluydu. Sorular bildik öğrenci endişelerinin ötesine geçmişti. Her şeyden önce bize soru yöneltiliyordu. Doğrusu yaratıcı yazarlık derslerinden büyük zevk almaya başladım. Ve bu derslerde yaptığım tek şey deneyimlerimi aktarmak oldu. Ama bu çok değerliydi. Yaşayarak gördük. Bir öykümü ekrana yansıtıp benim bu öykü fikrine nasıl vardığım, finale kadar metni nasıl kurguladığım sorularını cevaplarken, aslında zihnimi ve kalbimi öyküyü var etme sürecini gösterme amacıyla öğrencilerime açmış oldum. Ama bundan da önce, aşağıdaki ukalalık kokan konuşmamı yapıyordum.
Şimdi bu konuşmaya geçebiliriz. Yazıya yeni adım atmış kalemleri hangi tehlikeler bekliyor?
1. Edebiyata bir hüner gösterme alanı olarak bakmak: Edebiyat elbette bir hüner göster alanıdır. Ancak edebiyat, tarihinde zaman zaman "hüner"e indirgenmiştir. Postmodern edebiyat için de bunu söylemek mümkündür. Edebiyat "şapkadan tavşan çıkarma" işi, eğlendirme, zevk verme işi gibi görülmekte. Oysa biz, hakikatle ve hakikat endişesi ile bağlantısı kopan bir eylemin anlamlı olmayacağını ve bizim dünyada bulunuş gerekçemizi karşılayamayacağını düşünmekteyiz. Edebiyat, yan yana gelmemiş kelimeleri yan yana getirme cambazlığı yani bir tür "kombinasyon akrobatlığı"ndan ibaret olamaz. Edebiyatın dünyaya ve insana ilişkin kaygıları olmalıdır ve bu kaygılar edebiyatı yaşatan bir enerjiye dönüşmelidir. Bu sebeple de bütün meselesi özellikle de yabancı yazarları çok iyi takip eden ve ne kadar çok okursa o kadar iyi bir yazar olacağını zanneden arkadaşlar, edebiyatın edebiyat dışı kaynaklardan da beslenmesi gerektiği gerçeğini ihmal ediyorlar. Bu hakikat endişesi bypass edildiğinde geriye hüner gösterme endişesi kalıyor. Ama endişe kalmıyor.
2. Yazıyla hayatın paradoksal ilişkisini kavrayamamak: Yaratıcı yazarlık bağlamında metin üretmeye çalışırken gereksindiğimiz mutlak yalnızlık bir tarafa, kurmaca yazarlarına doğrudan doğruya hayatın ortası, merkezi, içi lazım. Bir taraftan insanla kesişmeden öykü ortaya çıkmıyor. Bir taraftan bunu kaleme getirmek için büyük bir sessizliğe ihtiyacımız var. Şehrin ışıklarından kaçmadan göğün mucizelerini göremeyen astronomlar gibi... Mümkün olduğunca insandan uzakta yaratılan bir şey kurmaca. Ama gelgelelim ki, malzemesi doğrudan toplumun içinde bekliyor. Bunu kavramak önemli. Bazen genç yazar, kendini fildişi kulede yaşatma hayalleri kurarken, bazen her insan kadar toplumsal bir hayat yaşamayı kurarken yanılıyor. Kendini hayatın cangılına kaptıran birinin eser vermesi pek mümkün gözükmüyor. Ama bir taraftan da kendini tümüyle soyutlayan bir kurmaca yazarı, bu tercihinin sonuçlarını Salinger gibi ödeyebilir. Ormanda bir eve kapanan Salinger'a hocası, yazdıkların dua metinlerini andırıyor, demişti. Toplumdan fazla soyutlanmanın bedeli. Topluma fazla "kapılmanın" da bedeli var.
3. Yanlış edebi türde ısrar: Adına yazmak dediğimiz coğrafya, sanıldığı gibi birbirine benzer toprak parçalarından oluşmuyor. Zirvesinde barındırdığı şiir ne kadar çetin ve sarp bir arazi ise, eteklerindeki düzyazı toprağı da öylesine çok emek istiyor. İşlenmek istiyor. Düzyazının da binbir rengi, kokusu var. Bütün mesele kalemimize uygun olan edebi türü belirlemek. Bunun için bütün türleri denemek, işi bilenlerden fikir almak gerekiyor. Kendi deneyimlerim, yazarın kendisi için uygun olan edebi türü bulmasının çok kolay olmadığını gösteriyor. Aslında gözlemlerim de bu yönde... Yanlış edebi türde ısrar etmiş olsalardı, şimdi kitapları kütüphanelerimizi süslemeyecek çok yazar var. Şiirleri çok vasat. Ama incelemeleriyle bütün ülkenin unutulmaz demirbaş yazarı haline gelen yazarlar var.
4. Doğru dergiyi ve yayın organını bulamamak: Herhangi bir dergi bizi edebiyatın merkezine taşımaz. Herhangi bir yayınevi de öyle. Herhangi bir yayın bizi saygın edebiyat çizgisine dahil etmez. Merkeze yakın kanonik yayınlara dahil olmak gerekir. Bu dergilerde yer almak, öykünüzün beğenilmesi gibi şeyler bir hayli zordur. Ama bunun çözümü genç yazarların başka yayın organları kurmaları değildir. Kanonik dergiler, size edebiyatın nerede olduğunu gösterdikleri gibi, aynı zamanda sizin edebiyatı nereye taşıyabileceğinizi de gösterirler. Edebiyatın nabzını edebiyat dergileri tutar. Onları aşabilmenin yolu da gene onlarla hesaplaşmaktan geçer.
5. Edebiyat âleminden uzakta kalmak: Meslektaşların birbirleriyle iletişimi çok önemlidir. Çalışma odasının sınırlarında kalan ve başka bir şeyi önemsemeyen yazar adayı, en azından kısa vadede kaybeder. Yaşadığımız şehir, kurduğumuz ilişkiler, yazarları, eleştirmenleri ruberu tanıyor olmak gibi etkenler, yazarlıkta ilerleyişimiz için önemlidir. Tam tersinin savunulması âdettendir. Ama doğru olan budur. Kötü bir metnin network sayesinde hızla hedefe ulaşacağını söylemiyorum. Ama iyi bir metnin "network"süzlük sebebiyle okura ve edebiyat kamusuna hızla ulaşamayacağı kesindir. Siz bunun tam tersini savunacak çok kişiye rastlayacaksınız. Ama kulak asmayın.
6. Dünyayı yazdıklarıyla değiştirmeye çalışmak: Yazdıklarımız dünyayı elbette değiştirir. Örneğin Türkiye'de uzun zamandır yönetimde bulunan insanlar Mehmet Akif veya Necip Fazıl gibi isimleri okumuşlardı. Konuşmalarından anlıyoruz ki, bu yazarların dünyaya bakışını benimsemiş durumdalar. Ya da George Orwell'ın kurmacalarıyla milyonlarca genci etkilediğini söylemeye gerek bile yok. Ancak bu değişim veya dönüşüm uzun vadede gerçekleşir. Ve daha önemlisi, kurmacanın kendi kuralları içerisinde... Kurmaca dolaylı olarak ve olayların gelişimi içerisinde bize bir şey söyler. Bu dolaylama sanatını kavrayamamak ve yazdıklarımızla insanların düşüncelerini değiştirmeye kalkmak gerçek okuru metinden uzaklaştırır. Yazarın kafasında, kurmacasını büyülü kılmak dışında bir kaygı olmamalıdır. Aynı zamanda zihninde gizliden gizliye beslediği bir fikir olmamalıdır.
7. Burnunun Ucundakini Görememek: İnsan kendisini ve çevresini en sonunda fark eder. Bunun sebebi zihninin ve gönlünün sevdiği yazarların kahramanlarıyla dolu olmasıdır. Dostoyevski'nin kahramanları bizi öyle büyüler ki, bir türlü apartmanımızın kapıcısını göremeyiz. Hâlbuki her büyük kurmaca yazarı kendi gerçekliğini edebiyat dünyasına kazandırır. Böylelikle daha önce örneğine rastlamadığımız insan tipleri veya hayat alanları kurmacaya dahil olur. Yani genç yazarın yapması gereken şey tümüyle kendi dünyasının gerçeklerini kurmacaya dahil etmeye çalışmak ve burnunun ucundakini görmektir. Asıl zor olan uzaktakini değil yakındakini görmek ve yazıya dahil etmektir.
8. Hayatı Aynıyla Yansıtmaya Çalışmak: Öykü veya roman kurgularken elbette kendi hayatımızdan hareket ederiz. Gözlemlerimiz bizi harekete geçirir. Bir şey bizi çok üzmüştür ve aynı zamanda çok etkilemiştir. Bizde bir öykü fikri uyanır. Ancak öyküyü yazdıran şey fikir değil duygudur. Bu fikir, bir duyguyla döllenirse biz bir öyküyle buluşuruz. Ancak kurgulama sırasında abartırız. Acemi bir kalem gördüklerini aynen yazmak gibi bir işe kalkışabilir. Gerekli olan kendi zihin ve duygu âleminizden geçirerek malzemeyi büyülü bir hale sokmaktır. Hayatın sıradanlığı aynen yansıtılırsa çoğunlukla metin basitleşir. Abartmak, cilalamak, duygu ve enerji eklemek, tasavvurları zorlamak gerekir.
9. Okura Güvenmenin Sınırları: Bu noktada Fethi Naci'nin roman eleştirilerine dikkatinizi çekmek isterim. Yazarımız, kurmaca yazarlarının okura fazla güvenmelerinin ve/veya az güvenmelerinin sonuçlarını harikulade biçimde örneklendirir. Metinde görülmesi gerekenleri gösterecek ama görülmemesi gerekenleri de göstermeyecek bir ince ışık ayarına ihtiyaç vardır. Bazı yazarlar okuru aptal yerine koyar. Açıklama yapar. Açıklamayı fazla yapar diyelim. Bazı yazarlar da güvenmeyi abartır. Okuru bir sis içinde bırakır. Görülmesi gerekenleri göremez okur. Yanlış sorulmuş bir matematik sorusu gibidir böyle öyküler. Yeteri kadar verisi yoktur. İşte bu ince ayarı yapabilmek ustalık gerektirir.
10. İlham Beklemek: İlham beklenen bir şey midir? Hayır. İlham çağrılan bir şeydir. İnsan yazmayı arzularsa yazar. İhaleyi almayı arzularsa ihaleyi alır. Kartvizit arzularsa kartvizit elde eder. Yazmayı amaçlamak ve hayatımızı buna göre kurgulamak gerekir. Okumak, izlemek, zaman zaman yazar dostlarla sohbet etmek, seyahatlere çıkmak, internet oyalanmalarını bile edebiyat ve yazı merkezli yapmak bize ilhamı çağırır. İlham onun izini sürenlere gelir. Her şey böyledir.